๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Ekim 2010, 15:51:16



Konu Başlığı: İnkârcılar Karşısında temel hususiyetiyle Peygamberler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Ekim 2010, 15:51:16
İnkârcılar Karşısında Temel Hususiyetiyle Peygamberler


Tarihte ne zaman iyi ile kötü birbirine karışsa, insanlar şeytanın ve nefsin iğvasına kapılıp haktan batıla sapsa, kısaca Hak Din'den ve selim fıtrattan uzaklaşsa, Cenab-ı Hak peygamberleri vasıtasıyla onları uyarmış ve dosdoğru yolu göstermiştir. İlk peygamber Hz. Âdem'den son peygamber Hz. Muhammed'e (s.a.s.) kadar binlerce nebi, hakikatin tercümanı ve güzel ahlâkın timsali olmuşlardır. Hâl böyleyken vahy-i ilâhî ile bir kısım insanlar hidayete erip imanda mertebeler kat' ederken, diğer bir grup insanın ise inkârı ve nefreti ziyadeleşmiştir. Şeytanın vesvesesine kulak veren, kötülüğü ahlâk hâline getirmiş dolayısıyla da şeytanlaşmış insanlar, peygamberlerden hep rahatsız olmuşlardır. İnsanları kendi arzu ve iradeleriyle iyilik ve hayırlara sevk eden Hak Din'in tebliğini engellemeye, halkı ondan uzaklaştırmaya, yanıltmaya çalışmış, peygamberlere ve mü'minlere, iftira ve ithamdan öldürmeye kadar her türlü çirkinliği yapmaktan geri durmamışlardır. İnkârı meslek ve hayat felsefesi hâline getirenler, İslâm'ın itikadî esaslarından olduğu gibi amelî düstur ve tezahürlerinden de rahatsız olmuş, insanların dindarlıklarına kuşkuyla bakmışlardır. Bu husus, Kur'ân'da değişik üslûp çeşitleriyle, bazen inşâî, bazen de kıssalarda olduğu gibi ihbarî bir anlatım içersinde anlatılmıştır.

Dünyevî İktidar Peşinde Olma İddiası

Tarih boyunca peygamberlere, dolayısıyla da tüm mü'minlere isnad edilen iddia ve ithamlardan birisi, onların dünyevî iktidar ve hükümranlık peşinde olduklarıdır. Peygamberlerin gönderilişiyle birlikte, mağrur ve bencil bir kitle, İslâm'ın tevhid ve güzel ahlâk merkezli mesajlarından rahatsızlık duymuş, insanların İslâm'a girişini, toplumdaki statüleri, zulüm ve istibdada dayalı iktidarları için tehlike addetmişlerdir. Dünyanın başını döndürdüğü bu inkârcı güruh, bir paranoya ve vicdan kirliliği içinde, peygamberler hakkında (haşâ) onların sıradan insanlar olup dünyevî iktidar peşinde koştukları, maksatlarının irşad değil iktidar olduğu yalanını etrafa yayarak, halkı yanlış bilgilendirmeye, akıllarınca Allah'ın nurunu söndürmeye çalışmışlardır. Ne gariptir ki, enbiyâya ve inananlara yönelik bu hükümranlık, iktidar ve siyasî maksat taşıma iddiası, tarih boyunca halkları zülüm ve zorbalıkla idare eden müstekbirler ve dalkavukları tarafından ileri sürülmüştür (Mevdudî, 2:408). Meselâ kavminin ileri gelenleri, Nuh Peygamber hakkında şöyle demiştir:
"Bu Nuh ancak sizin gibi bir insan, böyleyken size hâkim ve üstün olmak istiyor." (Mü'minûn, 23/24)

Kâfirler, diğer insanları haktan saptırmak maksadıyla, Nuh Peygamberin, dünyevî hükümranlık arzusu ve niyeti içinde olduğunu iddia etmişlerdir. İnkârcı kavmin idareci ve önde gelenlerinin sözlerindeki "sizin gibi" ifadesi de ilginçtir. Bununla nübüvveti, meleklere yahut zengin ve eşraftan olan insanlara nasip olan bir hususiyet olarak görmekte, nübüvveti dünyevî iktidarlara benzeterek Hz. Nuh'un nübüvvetinin arkasında art niyet aramaktadırlar. Hz. Nuh (a.s.), halkın içinde yetişmiş munhterem bir kişi idi. Asla lüks ve debdebenin şımarttığı toplumlardaki mutlu azınlıkla (mütref-müstekbirler) benzerliği yoktu. Allâme Elmalılı merhumun da belirttiği üzere, ehliyet ve hak sahiplerini bu tür şeylerle karalamak, mevki peşinde koşan hırslı ve hasetçi kişilerin değişmeyen âdetlerindendir (Elmalılı, 5:524). Mesele inkârcıların zannettikleri gibi değil, bilâkis, inkârcıların iddiaları onların iç dünyalarını yansıtmakta, inkâr önderleri bu sözleriyle kendi ihtiraslarına ve zaaflarına tercüman olmaktadırlar. Yukarıdaki ithama peygamberâne cevap ise şöyledir: "Ey kavmim, eğer aranızda bulunmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, bilmiş olun ki ben yalnız Allah'a güvenip dayandım. Şimdi siz, Allah'a ortak koştuğunuz bütün putlarınızı da toplayıp bir karar birliğine varın (varın da, yapmak isteyip yapamadığınız) şeyler içinize dert olmasın… sonra da bana hiç mühlet vermeden hakkımdaki hükmünüzü uygulayın." (Yûnus, 10/71).
Kur'ân-ı Kerim'de, İslâm'ı tebliğ veya tevhid mücadelesinin anlatıldığı âyetlere bakıldığında, yukarıdaki iddialar daha söylenmeden önce, enbiya-yı izam, kim olduklarını, vazifelerini ve gayelerini, yıllarca aralarında yaşadıkları kavimlerine açıklamışlardır. Sözgelimi Şuara sûresinde tekrarla ve tafsilâtlıca Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût, ve Şuayb' ın (aleyhimüsselâm ecmaîn) ağzından enbiyanın vazifesi, gayeleri, ve kim oldukları vurgulanmaktadır. Aslında, iradeleri sağlam, duruşları da yerinde bu insan-ı kâmillerin hemen bütünü hep aynı hedefi takip etmiş, aynı çizgide bir davranış sergilemiş ve aynı değerlere bağlı kalmışlardır. Onların duygu, düşünce ve davranışlarında hep aynı şeyler nümâyan, mesajlarında da aynı dava ve davet birliği göze çarpmaktadır. Ayrı ayrı devir ve ayrı ayrı coğrafyalarda neş'et etmiş olmalarına rağmen, hemen hepsinin de aynı misyonun temsilcileri olduğu açıkça müşahede edilmektedir. Bunların en bariz özellikleri ise, hemen bütün faaliyetlerini Allah'ın rızasına bağlı götürmeleri, mücadelelerinde sadece ve sadece O'nun kudret ve inayetine dayanmaları ve O'nun sıyanetine sığınarak O'nun namına hareket etmeleridir (Yeni Ümit, "Başyazı," sy: 50). Burada ilgili naslardan sadece Hz. Nuh Peygamberle ilgili kısım misal olarak zikredilerek, mevzuya ışık tutulacaktır:
Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: "Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Öyleyse Allah'a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin. Bundan dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbü'l-âlemîndir." (Şuara, 26/106-109).

Âyette zikredilen hususlar, her nebi ve resûl tarafından ümmetlerine ilk olarak söylenen sözlerdir. Yine bu tavır ve hitap, müstakim ve müstakil bir tavır olarak gerçekleşmektedir. Asla bir itham yahut iddiaya cevap ve reaksiyon şeklinde değildir. Peygamberler, Âlemlerin Rabbi tarafından seçilip, insanları imana ve takvaya davet eden Allah'ın elçileridir. Bu kutsilerin asıl vazifeleri, insanları küfür ve dalâlet karanlıklarından kurtararak imanın aydınlığına çıkarmak, ruhları uyararak gönüllere Hakk'ı duyurmak, eşyanın perde önü ve perde arkasını olduğu gibi göstererek dimağlardaki şüphe ve tereddütleri gidermek, varlığın yüzüne nurlar saçarak onun bir kitap gibi okunmasını, bir meşher gibi temaşa edilmesini sağlamak, bir sanat eseri olarak onu yorumlayıp resmetmek, sonra da çağın idrak ufkuna göre seslendirmek ve bu fâni güzergâhı, bâki âlemlerin bir basamağı, bir köprüsü, bir mezraası, bir pazarı hâline getirmektir. Bu hususların bir bölümünü ifade sadedinde Kur'ân, Efendiler Efendisi'ne: "Bu Kur'ân, Rabbinin izniyle insanları, karanlıklardan nura çıkarman ve o üstün kudret sahibi olan, her icraâtıyla övgüye lâyık bulunan Allah yoluna iletmen için sana indirdiğimiz bir kitaptır." (İbrahim, 14/1) ferman etmekte ve bize peygamberlik misyonunun bir çerçevesini sunmaktadır. Bu konuda Efendimiz yalnız da değildir; Hz. Âdem'den Hz. Musa'ya, O'ndan da Hz. İsa'ya kadar hemen her nebi aynı hizmeti görmüşlerdir. Kur'ân, aynı sûrede mevzuu Hz. Musa'ya bağlayarak şöyle buyurur: "Musa'yı da, 'halkını karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın önemli günlerini hatırlat' diye âyetlerimizle gönderdik" (İbrahim, 14/5).

Âyette beyan edilen diğer önemli hususlar olarak, Peygamberler rabbanî insanlardır. Halkı kendilerine hizmete değil, sadece ve sadece Yüce Allah'a kulluk edip hiçbir şeyi O'na şirk koşmamaya çağırırlar. Dünyevî gelip geçici şeyleri değil, bâkî olan Yüce Allah'ın rızasını dilerler. Tebliğ vazifesinin karşılığında da ücret ve mükafatlarını ancak Rabbü'l-âlemîn Allah Teâlâ'dan beklerler.

Nitekim Peygamber Efendimiz de diğer resûller gibi Mekkeli müşriklere aynı şekilde seslenmiştir. Yüce Allah, "O, ancak şiddetli bir azaptan önce sizi sakındırmak için gelen bir peygamberdir." (Sebe', 34/46) âyetiyle Resûlullah'ın vazifesini ve maksadını beyan etmesinin akabinde, Elçisine, "De ki: sizden bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, ücret sizin olsun. Benim ücretim yalnız Allah'a aittir ve O her şeye şahittir." ifadesiyle hitap ederek, nübüvvetin ulvî ve ilâhî yönüne dikkatlerimizi çekmektedir. Zaten söz konusu emir ve buyrukların hayata aktarılmasının neticesidir ki O, müşriklerin İslâm'ı tebliğden vazgeçmesi karşılığında kendisine sundukları Mekke'nin emirliği, saltanatı, mülkü gibi cazip dünyevi teklifleri hiç düşünmeden reddetmiştir. Amcası Ebû Talib'e, "Ey Amca! Ay'ı bir omuzuma, güneşi de diğer omuzuma koysalar, vallahi ben bu vazifemden vazgeçmem." (İbn Hişam, 1/266) diyerek kâfirlerin beklentilerini boşa çıkarmıştır. Fanî şeylere değer vermeyerek üsve-i hasene olan nuranî ve rabbanî bir hayatı tercih etmiştir. Doğduğu zaman "ümmetî" demiş (Süyutî, 1/80), mahşerde de "ümmetî" diyecektir (Buharî, "Tevhid", 36; Müslim, "İman", 326).
İşte bütün hayatları boyunca Allah'a kulluğu en yüce makam ve O'nun rızasını en yüce maksat edinen peygamberler ve hususiyle Peygamberimiz (s.a.s.), kendini Hakk'a adamış, Allah'a dayanmış, vazife ve sorumlulukları istikametinde arkasına bakmadan yürümüşlerdir. Onlar, nasıl bir kuvvete dayandıklarını ve kimin hesabına hareket ettiklerini çok iyi bilen, hedefinden, yürüdüğü yolun doğruluğundan, bir lâhza olsun yalnız bırakılmadıklarından ve bırakılmayacaklarından emindirler. Bu itibarla da enbiyâ-ı izam, hiç mi hiç fikrî, hissî dağınıklığa düşmez, teşevvüş ve tereddüt yaşamaz; mükellefiyetlerini derin bir şuur ve hassasiyetle yerine getirmeye bakar; sonra da ciddî bir iç huzuruyla neticeyi Allah'tan beklemeye koyulur; koyulur ve şe'n-i rubûbiyet'in gereklerine karışmamaya fevkalâde özen göstererek hareket ve faaliyetlerini sadece ve sadece Hak hoşnutluğuna bağlarlar. O'nun rızasını "olmazsa olmaz" bir esas kabul ederek, bunun dışındaki bütün değerlere karşı kapanırlar. Bir gün gidip yollar bütünüyle sarpa sarınca ve ufuklar kararıp her yanda telâş ve endişe uğultuları duyulunca da, ne yürüdükleri yola kahreder, ne panikler, ne de geriye dönerler. Hak yolunda bulunmak, herkese Hakk'ı anlatıp Hakk'ı duyurmak ve yoldakilere yol âdâbıyla alâkalı rehberlikte bulunmak bir ibadet olduğu gibi, her şeyi Allah'tan beklemek, beklenmesi gereken hususlarda zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmek de bir ibadettir. İnsan bazen, daha ilk hamle, ilk hareket ve ilk şahlanışta hemen tevfîke mazhar olur ve aradığını bulur. Bazen de bir ömür boyu küheylân gibi koşar durur da görünürde hiçbir şey elde edemez. Ne var ki o da sonuçta sabrıyla, ikdâmıyla ve niyetiyle kurtulur (Yeni Ümit, "Başyazı", sy. 50).

Halkı Kandırarak Yurtlarından Çıkarma veya Sürgün Etme İddiası
Kâfirlerin peygamberlerle ilgili bir diğer asılsız ithamları, onların maksadının halkı kandırmak ve böylece idareci kesimi yurtlarından çıkarmak olduğudur. Meselâ, Firavun ve çevresi, Hz. Musa ve Hz. Harun'a bu suçlamayı şöyle yöneltmişlerdir:

"Bunlar, sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak isteyen ve en ideal yaşam düzeninizi ortadan kaldırmak isteyen iki büyücü!" (Tâ-Hâ, 20/63)
İnsanları yurtlarında çıkarma, sürgün etme ve işgalcilik iftirası, toplum psikolojisi açısından çok önemlidir. Zira insanları evlerinden vatanlarından kovmak şöyle dursun, sevdiklerinin mezarlıklarından, anılarından bile koparmak, onların isyan etmesi için yeterli bir sebeptir. Bu iftira ile küfrün önderleri, peygamberlere karşı insanları can evinden yakalamayı hedeflemekte, kişileri, dünyada mekân tutkusuyla, ahiretteki yegane kurtarıcı imandan mahrum etmeyi hedeflemektedirler. Yurdundan edilme ve sürgünün içine, kişilerin/toplumların, ailelerinden, sevdiklerinden, bağlarından bahçelerinden, işlerinden, işyerlerinden, mesleklerinden, makamlarından ve kariyerlerinden uzaklaştırılmalarının dahil olduğu da düşünülünce, meselenin boyutları daha iyi anlaşılmaktadır. İşte bütün bunları göze alarak iman etmek, irade ve azim ister, hayli güçleşir. Zira insanların her şeyleri ellerinden alınarak vatanlarından çıkarılması son derece meşakkatli bir durumdur ki, Allah Teâlâ, yurdundan çıkarılıp sürgün edilmeyi, öldürülmekle âdeta aynı paralelde zikretmektedir: "Şayet onlara 'Ölümü tadın' veya 'vatanınızdan ayrılın' (hicret edin) diye emretseydik pek azı müstesna, o farzı yerine getiremezlerdi" (Nisa, 4/66). Fahreddin Razî bu meseleye dikkat çektikten sonra, bu durumun istismarıyla, insanların inkârda kalmaları ve İslâm'a karşı mücadele içine girmeleri maksadının güdüldüğünü belirtmektedir (Razi, 8: 63, 71).
Hâlbuki hicrete zorlanan, ülkesinden sevdiklerinden koparılan ve canlarına kastedilenler, buna rağmen Allah'ın yardımı geldiğinde kendisine kötülük yapanları affedenler, hep peygamberler olmuştur. Hz. Lût, halkına "Siz daha önce kimsenin yapmadığı pek çirkin bir işi yapıyor, kadınlara değil erkeklere şehvetle gidiyorsunuz. Siz haddi aşmış müsrif bir milletsiniz." dediğinde kavmi, "Çıkarın, sürgün edin bunları (Lût'u ve inananları) memleketinizden; çünkü bu kişiler pek temiz insanlar!?" (A'raf, 7/82; Neml, 27/56) diyerek, Hz. Lût ve inananları sürgünle tehdit etmişlerdir. Neticede peygamberlerini sürgüne zorlayıp onlardan ayrı kalan toplumlar ruhu çıkmış bedene veya incisi alınmış istiridyeye benzemiş; çürümeye, helâk edici azap ve musibetlere maruz kalmışlardır.

Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, Mekke'de her türlü baskı ve zulümle karşılaşmışlar, bunun üzerine Allah tarafından Medine'ye hicret etmelerine izin verilmişti. Akrabalarından, evlâtlarından, eşlerinden ayrılarak baba ocaklarını terk etmeye mecbur edilmişlerdi. Bütün bunların sebebi, Aziz olan Allah'a iman etmeleriydi (Burûc,85/8-9).

Bütün bunlara rağmen peygamberler, inkârdan ve azab-ı ilâhîden insanların kurtulup hidayete ermelerini hayat-memat meselesi yapmışlar, başkalarının kaygı ve tasasından dolayı kendi hayatlarını önemsememişlerdir. Bu sebeple Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz'i teselli etmiştir: "Onlar iman etmiyorlar diye üzüntüden nerdeyse kendini yiyip tüketeceksin" (Şuara, 26/3). Peygamberler, özellikle de Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde (Tirmizî, "Tefsir", 57) buyurdukları üzere Hud sûresindeki "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" emrinin gereği, daima kulluğun, istikametin tasasını ve endişesini duymuşlar, hayatları bu vazife şuuruyla geçmiştir. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girer. Peygamber Efendimiz'in yüzünde uzanıp yattığı hasırın izlerini görür. Bu manzara karşısında Hz. Ömer duygulanır ve ağlar. Ağlamasının sebebini soran Resûlüllah'a "Ya Resûlüllah, şu anda kisralar, krallar, saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen sadece kuru bir hasır üzerinde yatıyorsun ve o hasır yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı." cevabını verir. Bunun üzerine Nebiler Serveri, "İstemez misin, Ey Ömer dünya onların, âhiret de bizim olsun." diye Hz. Ömer'i teselli eder. Bir başka rivâyette ise, "Dünya ile benim ne alâkam var. Ben, bir ağaç altında gölgelenen ve daha sonra oradan ayrılacak olan bir yolcu gibiyim." buyuran Resûlullah (s.a.s.) dünya ve içindekilere bakışını bize resmetmektedir. Nerede istikamet ve vazife şuuruyla dünyada bir yolcu gibi olan enbiya-yı izam, nerede şeytana maskaralık yapan zalimlerin süfli düşünceleri!...

İnsanların Dinini ve Hayat Tarzını Değiştirme İddiası


Bir başka itham, İnsanların dinlerini, dünya görüşlerini veya en ideal hayat tarzlarını (tarîkatü'l-müslâ) ortadan kaldırma iddiasıdır. Bu iddiaya göre peygamberler, müşriklerin üzerinde bulundukları "ideal hayat tarzlarını, düzenlerini, sistemleri"ni yok etme gayreti içindedirler. Güya onlar, halkı dinlerinden zorla vazgeçirecekler, onları din değiştirmeye zorlayacaklar ve toplumda fesat (anarşi) çıkaracaklardır. Nitekim başka bir âyette bu husus şöylece tafsil edilmektedir:

"Firavun: 'Bırakın beni, dedi. Şu Musa'yı öldüreyim. Varsın Rabbine yalvarsın, bakalım O kendisini kurtaracak mı? Zira bu gidişle onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede anarşi çıkaracağından endişe ediyorum" (Mü'min, 40/26).

Firavun, birçok idareci gibi, güya halkı düşündüğünden ve onların iyiliği için Hz. Musa'yı öldürmeye giriştiğini ileri sürmektedir. Esas endişesi ise, Hz. Musa sebebiyle insanların şirk inancından vazgeçip tevhide yönelmeleri, sadece Allah'a kulluk etmeleridir (Maverdî, 5:151-152). Firavun'a göre bu değişim, diğer bir deyişle insanların hidayete erip İslâma girmeleri, fesat ve anarşiden başka bir şey değildir (Taberî, 24:72). Yukarıdaki âyette geçen "halkın din değiştirmesi" ibaresi, başka bir ifadeyle halkın İslâm'la şereflenmesi, Firavun ve etrafındaki mağrur yığınlar için çok farklı bir anlam taşımaktadır. Zira bu süreç onların insanlara zülüm ve zorbalık yapma imkânlarının ayaklarının altından kayıp gitmesi anlamına gelmektedir:

"Sen dediler, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden döndüresin de ülkede önderlik ikinize kalsın diye mi geldin? Biz asla size inanmayız" (Yunus, 10/78).
Firavun ve çevresindeki mutlu azınlık mevcut dinin değiştirilmesiyle ülkedeki iktidarın ve hakimiyetin de el değiştireceğini sanmaktaydılar (Zemahşerî, 2:349). Kâfirlerin bütün düşündükleri dünya olduğundan, peygamberlere bile bakışları o açıdan olmaktadır. Hâlbuki kendileri, dinlerini terk edip küfre dönmeleri için Müslümanlara her türlü işkenceyi yapmaktan geri durmamışlardır. Birçok olay içinden sadece, mü'minleri diri diri ateş dolu hendeklere atıp yakan, onlar yanarken de kenardan keyifli keyifli seyreden Ashab-ı Uhdud'u (Bürûc, 85/4-9), Yasir ailesine ve Bilâl-i Habeşi'ye yapılanları hatırlamak bile küfrün tahammülsüzlüğünü, adavetini ve kinini tasavvur etmeye kâfidir.
Nitekim bazı bedeviler, müşrik Arapların zorbalıklarından dolayı Allah Resûlü'ne ittiba ve İslâm'a girmeye cesaret edememişlerdir. Bu husus, şu âyette ne kadar beliğ ve çarpıcı bir üslûpla dile getirilmektedir: "Doğru söylüyorsun, ama biz sana tâbi olup o doğru yolu tutarsak, yerimizden yurdumuzdan edilir, burada barınamayız' dediler. Oysa tarafımızdan bir rahmet olarak Biz, onları her türlü ürünün getirilip toplandığı, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme'ye) yerleştirmedik mi? Ne var ki, onların çoğu bu nimetin kadrini bilmezler" (Kasas, 28/57). Âyette 'yurdumuzdan ediliriz' manâsını verdiğimiz "nütehattaf" kelimesi, yırtıcı kuşların süratli bir şekilde avını kapmasını ve yakalamasını da ifade etmektedir. Bu anlatım inkârcıları avlarını bekleyen ve avlanan vahşi kuşlara benzetmekte, sırf Müslüman oldukları için insanlara yapılan vahşeti gözler önüne sermektedir. Bir defasında Haris b. Osman isimli bir kişi Resûl-i Ekrem Efendimiz'e gelerek, "Biz biliyoruz sen şüphesiz hak üzeresin; ancak sana ittiba edip iman ederek Araplara karşı muhalif olmaktan korkuyoruz? Zira biz bir yiyimlik başız, bizim cirmimiz ne ki, bu durumda bizi mahveder, yerimizden yurdumuzdan ederler." demişti (Beğavi, 6:215). Bu insanlar, İslâm'a girmekle diğer kabileler tarafından dinlerinden dönmekle suçlanarak vatanlarından çıkarılacaklarını zannediyorlardı. Bu tavır ve endişeler her dönemde görülebilir.

Yukarıda kaydedildiği gibi, Ashab-ı Uhdud, mü'minleri ateş dolu hendeklere atarak yakmışlar, üstelik ateşin başında oturup onların yanmasını seyretmişlerdir. İnkârcılar kendî ahlâkî yozlaşmalarını başkalarına dayatmak suretiyle iman ve güzel ahlâk sahibi fertleri de kendilerine benzetmek istemişler, karşı çıkanları da hapislerde süründürmek ve perişan etmekle tehdit etmişlerdir. Tıpkı mısır azîzinin karısı gibi. Zira gayr-i ahlâkî isteklerine cevap vermeyip karşı çıkan Hz. Yusuf'u hapse atmakla, zelil etmekle tehdit etmişti (Yusuf, 12/32). Mü'minler, sırf "Rabbim Allah'tır" dedikleri için imanlarından ötürü öldürülmek istenmişlerdir. Firavun, kendi izni olmaksızın iman etmeleri sebebiyle sihirbazların el ve ayaklarını, farklı yönlerden olmak üzere, kesmekle, onları asmakla tehdit etmiştir (Şuara, 26/49).
Peygamberler, insanları zorla dinlerinden çevirmek için değil, hak din İslâm'ı bütün insanlığa tebliğ etmekle görevlendirilmişlerdir. İnsanları din değiştirmeye zorlayan veya iradelerine baskı yapan bir bekçi veya muhafız değil, onları bekleyen Allah'ın dünyevî ve özellikle uhrevî azabına karşı uyarıcı ve Allah'ın nimetlerini de müjdeleyici olarak gönderilmişlerdir (Şûra 42/48; İbrahim 14/52). Nitekim Cenab-ı Hak Peygamber Efendimiz'e, amcası Ebû Talib'in (Buhari, "Tefsir", 28) veya başkalarının Müslüman olması hususundaki ısrarı üzerine, kimseyi imana zorlayamayacağını, hidayetin Allah'ın dilemesi ve kişinin iradesiyle olacağını belirtmiştir (Yunus, 99; Kasas,56). Zaten Kur'ân-ı Kerim'de çok açık bir şekilde dinde zorlama olmadığı beyan edilmiştir: "Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah'a iman ederse işte o, kopması mümkün olmayan sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah, her şeyi işitir, bilir" (Bakara, 2/256). Evet din, insanların hür iradesiyle seçip bağlanacağı bir şeydir. Gönül rızasıyla yapılmayan ibadete ibadet denmez. Ameller niyetlere göredir. İkrah ile insanlar imana değil nifaka sürüklenir. Zorlama, teklif ve imtihan sırrına aykırıdır. Âyette ifade buyrulduğu gibi, "Allah dileseydi dünyada ne kadar insan varsa hepsi iman ederdi. Şimdi sen mi (Ey Nebî), imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın!?" (Yunus, 10/99) İnsanlara, iman etmesi için tebliğin ötesinde zorlamaya varacak bir ısrar içine girilemez. Hattâ, "Dinde zorlama yoktur..." beyanı, cihadın hikmet ve gayesini de tespit etmektedir. Şöyle ki, cihad insanları din değiştirmeye zorlama aracı değil, insanları ikrahtan korumak, ikrah (zorlama) kabul etmeyen dini hakim kılmak suretiyle Allah'ın kelimelerini yüceltme faaliyetidir (Elmalılı, 1:164). Yani hakkın serbestçe kabulüne engel olmak isteyen ve bu hususta cebir kullanan hak düşmanlarının def'i, hak yoldan engellerin kaldırılması, fitnenin bertaraf edilmesi için cihad yapılır. Cihad, insanın kendi özüne ermesi insanların özlerine erdirilmesi işi, peygamberlik mesleğidir. Allah ile insanlar arasındaki engellerin kaldırılmasıdır , 3:102).

Uğursuzluk getirme, Felâketlere Sebep Olma İddiası


Bazı inkârcılar, enbiya-yı izamı ve Müslümanları uğursuzlukla itham etmiş, bir kısım musibetlerin işareti olarak algılamışlardır (Nisâ, 4/78; A'raf, 7/131; Neml, 27/47; Yâsin, 36/18-19). Her türlü şirk ve küfrün inanç, ahlâkî çürümüşlüğün âdet ve hayat tarzı hâline geldiği zalim ve inkârcı toplumlar, tevhid, güzel ahlâk ve adaletin tesisini hedefleyen İslâm dinini yadırgamış ve her nebiyi yalanlayan bir inkâr grubu olagelmiştir. Asıl dışlanması ve tuhaf karşılanması gereken ise, insanlığa rahmet olarak gönderilmiş enbiyanın ve kutlu takipçilerinin, bu zümre tarafından musibetlerin sorumlusu addedilmesidir. İnkâr önderleri, maruz kaldıkları musibetlerin sorumlusunu kendi nefislerinde değil dışarıda aramış ve hep başkalarını suçlamışlardır. Aslında hüsrana uğrayacak kâfir ve zalimlerin bu davranışı, insanlık kadar eski, Hz. Âdem'in iki oğlundan birisine uzanacak kadar köklüdür. Zira Kabil takdim ettiği kurbanın kabul edilmeyişinin sorumluluğunu kardeşi Habil'den bilmiş, kendi kusurunu kardeşinde aramış ve hattâ onu öldürmüştür (Mâide, 5/27-30). Medine'deki münafıklar ve onların "ins" şeytanları, şehirde görülen bazı sıkıntıları veya başlarına gelen bir takım musibetleri Hz. Peygamber'den bilmişlerdir. Benzer şekilde inkârcılar, ülkelerinde görülen iktisadî-sosyal sıkıntıları, geri kalmışlığı İslâm'a yüklemiş, kendi yaptıklarından ve günahlarından dolayı uğradıkları musibetleri peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesajlarla ve inananlarla ilişkilendirmişlerdir.

Ticarî ahlâksızlığın alıp yürüdüğü, en faziletli insanın en fazla kazanan ve parası olan şeklinde tanımlandığı ve hak ve hukukun kuvvetliye ait olduğuna inanıldığı, kazanmak için her türlü yolun ve düzenin meşrû görüldüğü Medyen'de halk, aralarında şeref ve itibar sahibi bir kişi olan Şuayb'ın (a.s.) nasihatlerine tepki göstermiş ve karşı çıkmışlardır. Hâlbuki O, sadece Allah'a ibadet etmelerini, ölçü ve tartıyı dengi dengine tam tutmalarını, insanların haklarını eksiltmemelerini, ülkede müfsitlik yaparak fenalık yapmamalarını ve Allah'ın helâlinden bıraktığı kârın onlar için daha hayırlı olduğunu belirterek kavmine öğüt vermişti (Hûd, 11/83-86; Şuarâ, 26/181). Buna mukabil, onların ileri gelen kâfirleri, diğer insanlara "Eğer Şuayb'a uyarsanız kesinlikle perişan olursunuz" (A'raf, 7/90) demişlerdi. Bu mukabelede müşriklerin maddî ve manevî hüsrana düşme endişeleri beyan edilmektedir. İnkârcılara göre Hz. Şuayb'a ittiba etmek, mevcut iktisadî (ekonomik) kaynakları terk anlamına gelmekteydi. Bu ise, maddî olarak her şeyi kaybetmekti. Zira gelirlerinin, mülklerinin kaynağı çalmak, dolandırmak, yolsuzluk yapmak gibi ticarî ahlâksızlıktı. Heâlinden para ve mülk kazanılmayacağını zannediyorlardı (Zuhaylî, 9:9).
Bilindiği üzere Allah'ın, kainattaki düzeni sağlayan kevnî emirleri (şeriat-ı tekviniye) olduğu gibi, toplumların hayatları ve tarihi için koyduğu sünnetullahı (yasaları) vardır. Allah'ın değişmez sünneti kabilinden olarak, imanın kalbî ve amelî yönleri, toplum hayatı olarak yansımaları bulunduğu gibi, inkârın ve şirkin de, aynı şekilde ferdî ve içtimaî tezahürleri söz konusudur. İnsanlık tarihinin her döneminde lüks ve refahtan şımarmış, vicdanları kirli inkârcılar, kendilerini mahvetmekle kalmamış, fısk u fücuru etrafa da yaymış, neticede yaşadıkları toplum ve medeniyetlerin yıkılıp yok oluşunu hazırlamışlardır. İnkârla birlikte, fesat, zülüm ve ahlâkî yozlaşma insanlığın âdeta ayrılmazı hâline gelmiş, kâfirler, kendi elleriyle işledikleri ferdî ve içtimaî zülüm ve günahların cezalarını kısmen dünyada çekmiş, türlü musibet ve sıkıntıya uğramışlardır. Kur'ân'da bu durum şöylece ifade edilmiştir: "Allah'ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleriyle yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk, fesat ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır" (Rum, 30/41).
Allah'ın tarihin işleyişi ve toplumlar hakkındaki sünnetini anlatan konumuzla ilgili âyetlerden birisi de şudur: "Biz hangi ülkeye peygamber gönderdiysek, mutlaka oranın halkını gafletten uyansın, Allah'a yönelip yalvarsınlar diye yoksulluğa, hastalık ve musibetlere dûçar ederiz" (A'raf, 7/94). Bu husus, müşahhas olarak Salih Peygamberin kavmine hitabında dile getirilmektedir. Semud kavmi, Hz. Salih'i ve kendisine inananları, topluma uğursuzluk getirmekle itham etmişlerdir (Neml, 27/47). Âyetin son kısmında ise, "Salih, 'uğursuzluk dediğiniz şey, Allah katında takdir edilmiştir. Doğrusu siz imtihana tutulan bir toplumsunuz' diye cevap verdi." buyurulmuş, hayır olsun şer olsun insanların başına gelen şeyler, insanların tercihleri ve yaptıklarıyla bağlantıları olarak Allah'ın takdiri ve kısmeti olduğu açıklanmıştır (Nesefî, 4:528). Allah, insanları imtihan eder; yani onları, kâmil insanlar hâline gelmesi, yaratılışlarındaki potansiyelin ortaya çıkıp kabiliyetlere dönüşmesi için onları hâdiselerle, hayırlarla ve şerlerle dolu bir süreçten geçirir. Bu süreçte onların iradeleriyle ortaya koydukları tercihlere ve davranışlara göre, onların dünyasına ve âhiretlerine şekil verir. Ama insanlar, genellikle bunun idraksizliği içinde, kendilerine bir iyilik ulaştığında, "işte bu bizim hakkımız, kendi becerimizle bunu elde ettik" der; bir fenalıkla karşılaşınca ise, bunu başkalarına, bilhassa inkârcı iseler, peygamberlere ve mü'minlere verirler. Firavun ve kavmini, yıllar boyu kıtlık ve ürün azlığı ile sıkan ve inkârda inat etmelerinden dolayı cezalandıran Allah, bunu onların düşünüp ibret almaları, doğruyu görmeleri için yapmıştır (A'raf, 7/130-131). Yani bunlar, bir ihtar ve uyarıdır ki, insanlar çeşitli durumları mukayese ederek hadlerini bilsinler ve tevbeye imkân bulsunlar. Bir bakıma bu sıkıntılar, içinde bulundukları inkâr ve şirkin bir neticesi veya bu cürümlerden dolayı âhirette inkârcıların başlarına gelecek büyük azabın habercileri konumundadır da (Elmalılı, 4/118).

Tarihî bir vakıa ve insanlığın müşterek bir tecrübesidir ki, peygamberlerine inanan ve onların sünnet ve siretlerini hayata hakim kılan toplumlara hak ve adalet gelmiştir. Bâtıl ve zulüm ortadan kalkmış, insanlar güzel ahlâk ile olgunlaşmış, faziletli medeniyetler kurulmuş ve insanlık en güzel meyvelerini vermiştir. Dünya-ukbâ muvazenesi temin edilmiş, güçlü ve kuvvetli olan haklı değil, haklı olan kuvvetli olmuştur. İlâhî mesaja kulaklarını tıkayıp peygamberleri yalanlayan toplumlar ise, yaptıklarının neticesi olarak Allah'ın azabına maruz kalmışlardır. Fakat, İbn Kesir'in de belirttiği üzere, insanlığın bu müşterek tecrübesi, Allah'ı, O'nun sünnetini, hâdiselerin gerçek sebeplerini tanımayan müşrikleri, cin ve ins şeytanlarını ise yanlış değerlendirmelere götürmüştür. Ayrıca, peygamberler tarihin âdeta motoru oldukları için, onlar geldiğinde insanlık tarihî dönem noktalarını yaşadığı için de, peygamberler, onların gelmesini bir felâket habercisi gibi algılamışlardır (İbn Kesir, 6:554-555). Oysa, peygamberler rahmet yüklü bulutlar gibidir; bu bulutlardaki rahmeti kendi adlarına ateşe çevirenler ise, bizzat müşriklerin, inkârcıların tutumlarıdır.



Kaynaklar:

Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili; Yeni Ümit (Başyazı), "Allah ve Hâdiseler Karşısında Peygamberâne Duruş", Sayı: 50, Ekim-Aralık 2000;  er-Râzî, Fahrüddin, Mefatîhu'l-Gayb; Taberî, Câmiu'l-Beyân; Zemahşerî, el-Keşşâf; Beğavî, Meâlimu't-Tenzîl; Zuhaylî, et-Tefsîr; Nesefî, Medârik; Suyûtî, el-Hasaisü'l-Kübra 1/80, 85, 91; Nebhani, Huccetullahi ale'l-Âlemin; Mâverdî, en-Nüket; İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviye; Mevdûdî, Ebu'l-Alâ, Tarih Boyunca Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi.



Yrd.Doç.DrYunus Ekin


Konu Başlığı: Ynt: İnkârcılar Karşısında temel hususiyetiyle Peygamberler
Gönderen: Ceren üzerinde 23 Kasım 2016, 22:01:34
Esselamu aleykum.Allah kullarini peygamberler araciligi ile uyarmış ve dogru yola hak yola davet etmistir.Allahi inkar eden ve sirk kosan kisilerde cehennem azabi ile azablandirilmistir.Rabbim razi olsun paylasimdan...