๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 11 Ekim 2010, 16:00:01



Konu Başlığı: Hz. Muhammedin büyülendiği iddiası
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 11 Ekim 2010, 16:00:01
Hz. Muhammed'in Büyülendiği İddiası




Cahiliyye Arap toplumunda cin, şeytan, büyü, nazar, kehanet, kuşun uçmasından, rüzgarın esmesinden, birinin çıkıp gelmesinden uğursuzluk çıkarmak gibi şeyler inanç dünyasının önemli unsurları olmuştur. Bugün cin çarpması, falcılık, büyücülük, nazarcılık, uğursuzluk, yatır, muska, çaput bağlama ve taş sürtme, hayvan ve eşya burcu gibi şeylere sözde müslüman büyük yığınların inandığı gibi, o gün de insanlar cinlerin güçlerinin her şeye yettiğini, iyilik ve kötülük, başarı veya başarısızlık sebebi olabildiklerini ve insanların hayatlarını yönlendirdiklerini düşünürlerdi.
Müşriklerin bu inançlarından özellikle cinlerin insanlarla ilişkileri ve hayatı yönlendirdikleri inancı, İslamın bütün çabalarına karşın ne yazık ki şu veya bu şekilde müslümanların zihin ve kültür dünyalarında korunmuş ve  devam etmiştir. Rivayetlerle bunun nasıl korunduğunu  görmek için örneğin Hz.Peygamber’in Yahudi Lebid b.A’sam tarafından büyülendiğini,  sözde Garanik olayında Necm Sûresi’nden Lat, Menat ve Uzza putlarının adının geçtiği (53 Necm/19-20) âyetleri okunduğunda Hz.Peygamber’in cinlerle beraber secdeye kapandığını,  Cin Gecesi diye anılan gecede Nahle’de Peygamber’in cinlerle görüştüğünü, onlara Kur’an okuduğu, onun için cinlerin de peygamberi olduğunu  ve ashaptan Ebu Hureyre, Muaz b.Cebel, Ebu Eyyub el-Ensari, Ebu Ubeyd es-Sâidî, Ubey b.Ka’b, Zeyd b.Sabit, Bureyde b.Husayb ve Ömer b.Hattab’ın hurma mahsülüne ve erzakına cin ve şeytanların dadanıp bunlardan çaldıklarını, onlarla konuşma ve tartışma yaptıklarını, bu kişilerin onları yakaladıklarını, orangutan vücudu gibi kıllı vücutlarını gördüklerini, kötülüklerden korunmak için ashaba ayete’l-kürsi ve/veya âmenerresulü’yü okumalarını öğütlediklerini ve Hz.Peygamber’in de bu varlıkların söylediklerini onayladığını  anlatan rivayetlere bakılabilir.
Şüphesiz Kur’an, görünmeyen varlıklar olarak cin-şeytan-melek olgusunu kabul etmekte ve çeşitli münasebetlerle onlardan söz etmektedir. Ancak cin, şeytan ve meleğin varlığını kabul eden Kur’an’ın, bunu cahiliyye anlayışından arındırarak kabul ettiğini, müslüman zihniyeti bu şekilde oluşturduğunu ve her şeyi yerli yerine oturttuğunu bilmemiz gerekir. Onun için bu görünmez varlıkların varlığını ve işlevini pozitivist bir anlayışla inkar etmek doğru olmadığı gibi onlara cahiliyye anlayışındaki işlevi yüklemek de doğru değildir.
Yukarıda örnek olarak verilen konuların her biri başlı başına Kur’anın verdiği bilgiler ışığında yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Burada onlardan sadece Hz.Peygamber’in büyülendiğini anlatan ve cahiliyye anlayışının bir yansıması olduğu açık olan bilgilerin Kur’an açısından kabul edilemez olduğunu belirtmeye çalışacağız.
Arap dilinde “cenne” fiili, örtmek, gizlemek, saklamak, anlamındadır. Cin, cân, cenîn vb. isimler de örtülü, gizli, saklı olan anlamındadır. Cunûn/delilik, aklın örtülüp devredışı kalması anlamında olduğu gibi, Mecnûn/deli de aklı örtülüp devredışı kalmış anlamındadır. “Cenne aleyhi’l-Leylu: gece onu örttü/karanlık oldu” (6 Enam/76) âyetinde olduğu gibi gecenin varlıkları karanlığı ile örtmesi de bu anlamdadır. Micennun ve Cunnetun, vücudu silaha karşı örten/kapatıp koruyan kalkan, zırh, siper demektir. Cennet de, gür ve sarmaş dolaş ağaçlarıyla koyu gölge yaparak tabanını örten bahçe demektir. Cenan da kalp demektir. Cinler insanların gözüne görünmedikleri için bu isimle anılmıştır.  Görüldüğü gibi, bütün bunlarda gizleme, örtme, saklama, tanınmama, anlamı vardır.
Öyle görülüyor ki, geceleyin hurmadan veya kilerden yiyecek çalmaya gelen kişi olsun, 46 Ahkaf/29-32 âyetlerinde belirtilen bir nefer/grup olsun karanlığın örttüğü tanınmayan yabancı kişiler olduğu için sözkonusu rivayetlerde cahiliyye anlayışının uzantısı olarak cin-şeytan şeklinde algılanmış/adlandırılmış ve aktarılmıştır. Yani, gizlilik ve kapalılık yönünden yabancı kişiler cin-şeytana benzetilmiştir. Mesele bu şekilde iken, hiç ilgisi olmadığı halde bundan cin-şeytan  muhabbeti veya edebiyatı geliştirilmiştir. Halbuki ALLAH, “Sizin onları görmediğiniz yerden  o ve türdeşleri sizi görürler” (7 Araf/27) diyerek, insanların cinleri/şeytanları görmediğini belirtir. Âyetin bu açık ifadesine karşın, gerek iddia edilen Garanik olayında, gererkse Cin Gecesi’nde ve başka olaylarda cinleri gördüğünü iddia eden ravinin rivayetlerine nasıl güvenilebilir?
Gece karanlığında birilerinin adı geçen kişi veya kişilerin toplanmış hurmasından veya kilerinden çalmaya çalışmasını cinlerin-şeytanların çalması olarak anlatan ve bunu Peygamber’e onaylatan, rivayetlerin anlatıldığı şekliyle doğru olmadığını söyleyip, gerçeğini insanlara açıklayacakları veya red edecekleri yerde, yüzyıllar sonra Askalani, Kastallani, Kirmani, Ayni, vb. şarihlerin savunma psikolojisiyle kurtarmaya ve müslümanların bu şekilde inanmasını sağlamaya çalışmaları üzücüdür. Sırf kitaplarda yer aldığı ve adı geçen şarihler tarafından desteklendiği için insanların bu şekliyle onları savunması ve eleştirenleri suçlaması daha da üzücüdür.
Hz.Peygamber’in Büyülendiğini Söyleyen Rivayetler Kur’an’a, Akla ve Gerçeklere Aykırıdır:
Buhari ve diğerleri, Hz.Peygamber’in bir Yahudinin yaptığı sihirle büyülendiğini şöyle rivayet ederler:
“Ayşe rivayet eder: Zureyk Oğullarından Lebid b. A’sam adında bir adam Rasulullah’a sihir yaptı. Öyle ki, Rasulullah bir işi yapmadığı halde kendisine yapmış gibi geliyordu (feleğini şaşırmıştı). Birgün veya bir gece yanımdayken uzun uzun dua etti ve bana “Ey Ayşe, çözüm istediğim konuda ALLAH’ın bana çözüm gösterdiğini anladın mı? Bana iki adam geldi, biri baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu ve biri diğerine “Adamın ağrısının sebebi nedir?” dedi. Ona, büyülenmiştir, dedi. Kim büyüledi? dedi. Lebid b.A’sam, dedi. Hangi şeyle büyüledi? dedi. Bir tarak, biraz saç kılı, erkek hurma kapçığı ile, dedi. Sihir nerededir? dedi. Zervan kuyusu içindedir, dedi. Ashabından bazı kişilerle beraber Rasulullah o kuyuya geldi. Dönüşte, “Ey Ayşe, suyu kına suyu ve hurma kapçıkları da şeytanın başları gibidir” dedi. Ey ALLAH’ın Rasulü, onu çıkarsaydın ya, dedim. “ALLAH bana şifa verdi, onun yüzünden halk arasında bir kötülük çıkmasını istemedim” dedi ve sihir malzemesinin toprağa gömülmesini emretti ve gömüldü.”
Bu ve benzeri rivayetlerin kabul edilemez olduğunu kısaca belirtmeye çalışalım:
1- Her şeyden önce Rasulullah’ın büyülendiğini söyleyen rivayetler Kur’an’la çelişmektedir. Bilindiği gibi önceki toplumlar kabul etmedikleri peygamberler için deli, yalancı, hasta, büyülenmiş, çıkarcı, gibi suçlamalarda bulundukları gibi müşrikler de Hz.Peygamber için benzer suçlamalarda bulunmuş ve büyülenmiş olduğu için bu şeyleri söylediğini iddia etmişlerdir. Kur’an bunu şöyle belirtir:
 “... Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediklerini biz çok iyi biliyoruz” (17 İsra/47), “Bu zalimler, inananlara: ‘Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz’ dediler.”(25 Furkan/8).
Sözkonusu rivayetlerin kabul edilmesi, yukarıdaki âyetlerde ve başka yerlerde seslendirilen müşriklerin büyülenme iddialarının doğrulanması anlamına geldiğinden kabul edilmesi mümkün değildir.
Din anlayışının  altüst edildiği yerlerden biri de sihirden söz eden âyetlerdir. Yüce ALLAH, Peygamber’in büyücü olmadığı gibi söylediklerinin de büyü olmadığını açık seçik defalarca söylemesine karşın  ne pahasına olursa olsun rivayetleri ve toplumun kafasındaki anlayışı kurtarmak adına gerek tefsirciler, gerekse rivayetçiler ve şarihler tarafından âyetler bu doğrultuda algılanıp yorumlanmaktadır.
Şüphe yok ki vahiy, ALLAH’ın koruması altındadır. “Şüphesiz Zikri  biz indirdik ve onu koruyan da biziz” (15 Hicr/9). Müşriklerin Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği vahyi kendisine cinlerin getirdiğini iddia etmesine cevap olarak ALLAH “O, korunan bir kitaptadır. Ona ancak temiz olanlar/melekler dokunabilir” (56 Vakıa/79) buyurarak, vahyin koruma altında olduğunu ve ancak temiz yaratılmış olan meleklerin ona dokunabileceğini belirtmiştir.  Onun için gerek şeytanların gerekse inkarcıların vahye ulaşıp onu bulandırmaları sözkonusu değildir.
2- Gerek müşriklerin, gerekse Yahudilerin Peygamber’e veya onun yanındaki kişilere büyü yaparak uzaktan etkileme gücü ve imkanı olsaydı gözlerinin yaşına bakmadan ikide bir büyü yaparak onları etkisizleşitirir veya feleğini şaşırtırlardı. Böylece mal, mevki, iktidar, yurt ve canlarını yitirmeleriyle sonuçlanan mücadele ve savaşlara gerek kalmadan Hz.Peygamber’in ve Müslümanların işini bitirir ve onlardan kurtulurlardı. Ama düşmanın böyle bir şey yapmadığı/yapamadığı, aksine  karşı koyma yolunda her şeylerini yitirdikleri bir gerçektir.
Şüphesiz büyüleme bilinen bir olgudur. Bu da gerek Hz.Peygamber’in “Anlatımın bazısı büyüleyicidir”   sözleriyle belirttiği gibi etkileyici bir konuşma ile, gerekse Hz.Musa’ya karşı sihirbazların yaptığı gibi gösterilerle veya hokus fokus türünden hareketlerle hazır olan/karşıdaki kişileri etkileme sanatıdır. Yoksa toplumda anlatıldığı veya sanıldığı gibi kişilerden habersiz olarak muskalar ve başka yollarla onlara uzaktan yarar veya zarar vermek şeklinde olması sözkonusu değildir. Yani kişinin gıyabında her türlü etkileme yoluna başvurulsa da onu etkilemek yahut kendisine yarar veya zarar vermek mümkün değildir. Dolayısıyla gıyabında yapıldığı iddia edilen bir sihirle Hz.Peygamber’in etkilenmesi de sözkonusu değildir.
Diğer yandan büyü; gerçeği olmayan varsayım, gözbağcılık veya bir illüzyondur. “Sihirleri yüzünden, Musa'ya sanki koşuyormuş gibi göründü” (20 Taha/66) ve “onlar büyü ile insanların gözlerini bağladılar ve onlara korku saldılar” (7 Araf/116) âyetlerinde sihrin aldatıcı/sanal, gözbağcılık ve illüzyon olduğu belirtilmiştir.
3- Hadisin sahih olduğunu savunanlar Kur’an perspektifinden değerlendirme yapmamakta, âyetlere aykırı olmadığını göstermek için türlü manevralar yaparak sözde deliller getirmektedirler. Mesela Hz.Peygamber’in iddia edilen sihirden kurtulması için Felak ve Nâs sûreleri önceden Mekke’de indiği   halde sırf Peygamber’i sihirden kurtarmak için her ikisinin de Medine’de indiği, hatta ikinci kez indiği iddia edilmiştir. Örneğin, sözde akademik bir çalışmada Muavvizeteyn’in ikinci kez inmiş olabileceğini belirtmek için bir yazar, “sûre ve âyetlerin tekrar tekrar, farklı nedenlerle nazil olması bilinen ve çok vaki olan bir durumdur”   diyerek bu saçma savunma anlayışını dile getirir. Bunun doğru olmadığını M. İzzet Derveze şöyle belirtir:
“Sûrenin Mekke’de erken bir dönemde indiğini destekleyen birçok rivayet vardır. Sûrenin uslup ve içeriği de bunu desteklemektedir. Birincisi, sûre sadece sihir ve bu sihrin etkisiyle sınırlı değildir. Karanlıkların, hasetçilerin ve ALLAH’ın yarattığı tüm varlıkların  şerrinden sığınmayı  da kapsamaktadır. İkinci olarak, bu sûreyi bir başka sûre izlemiştir ki, burada Felak sûresi gibi insan ve cinlerin vesveselerinden ALLAH’a sığınmak hakkında genel olarak ilahi bilgiler verilmiştir. Sûrenin Mekke’de indiği doğru olunca, biz kestirip atmamakla birlikte, bu görüşü tercih etmekteyiz. Böylece Peygamber’in büyülenmesi hakkında sûrenin peşinden getirilen ve özellikle sûrenin bunun için indiğini söyleyen diğer rivayetler kökten yıkılmış ve sûrenin hedefleri hakkında söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkmış olmaktadır. (...). Biz Peygamber’in büyülenmesiyle ilgili Hz.Aişe’den Buhari ve Müslim’de böyle rivayetlerin nasıl yer aldığına  hayret ediyoruz!”.
4- Yine, sihrin sadece biraz vücut kırgınlığına yol açtığı; vahye, Peygamber’in aklına, kalbine ve hafızasına zarar vermediği söylenmiştir. Hatta vücuttaki kırgınlığın sihir olayından hemen önce Rasulullah’ın yaptırdığı hacamat/kan aldırmanın  etkisiyle olduğu, sihrin hiç etkisinin olmadığı iddia edilmiştir. Hatta Firavun karşısında sihirbazların yaptığı sihirden Hz. Musa etkilenmiş ve korkmuş ise, Hz.Muhammed de neden etkilenmiş olmasın, gibi değişik savunmalar yapılmış ve yapılmaktadır. 
Her şeyden önce, “Musa, siz atın, dedi. Hemen, değnekleri ve ipleri, sihirleri yüzünden, Musa'ya sanki koşuyormuş gibi geldi. Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti. Korkma, şüphesiz sen galip olacaksın, dedik. Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun, yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir, sihirbaz ne yaparsa yapsın başarıya ulaşamaz” (20 Taha/66-69) âyetlerinde belirtildiği gibi, Hz.Musa’nın sihirbazların yaptığı sihir karşısındaki tavrı büyülenme değil, anormal bir olay karşısında diğer insanların bir an için gösterdiği gibi bir ürkme ve korkma olayıdır. Nitekim “Asanı at! Musa, asanın yılan gibi hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı.” (27 Nem/10-12) “Bırakınca, asa hemen koşan bir yılan oluverdi. ALLAH: "Onu al, korkma, biz onu yine eski durumuna çevireceğiz, dedi...” (20 Taha/20-23) âyetlerinde belirtildiği gibi yere attığı asasının koşan bir yılana dönüşmesi karşısında da Hz.Musa herhangi bir sihir etkisi olmadan, korkmuş ve kaçmaya başlamıştır. Hz. Muhammed’in sihirden sözde büyülenmesine benzer bir yönü yoktur.
Halbuki başta Buhari rivayetlerinde olmak üzere söz konusu rivayetlerde  gıyabında yapıldığı iddia edilen sihirden Hz. Peygamber’in altı ay kadar halüsinasyonlar gördüğü, eşleriyle beraber olmak istediği halde olamadığı,  moralinin bozulduğu  ve vücudunun hastalandığı  açıkça belirtilmektedir.   Nitekim Buhariyi şerheden İbni Hacer, sözde sihri yapan Lebid b.A’sam’ın kız kardeşine “Eğer Muhammed Peygamber ise bunu bilir, değilse sihir onun aklını  alır” dediğini kaydeder.
Süleyman Ateş, Kadı Iyad ve benzeri islam alimlerinin kendisine yapılan sihrin Hz.Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de, bedenine, dış organlarına tesir ettiğine dair iddialarını reddederek şöyle der:
“Elbette bu cevap tutarlı bir cevap değildir. Çünkü Buhari’de bulundu-ğundan  sağlam kabul edilen rivayette dahi Peygamber ‘Kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sanıyordu ve altı ay böyle sürdü’ deniliyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil, hâşâ, onun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnada onun gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırması gayet mümkündür” (Süleyman Ateş, Yüce Kur’anın Çağdaş Tefsiri, 11/196)”
“Bu rivayetlerin tamamına göre Lebid b.A’sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz.Peygamber’e tesir etmiştir. Bu husus, ‘hatta kâne Rusulullahi sallALLAHu aleyhi ve selleme yuhayyelu ileyhi ennehu kâne yef’alu’ş-şey’e ve ma faalehu”  veya “hatta innehu leyuhayyelu ileyhi ennehu yef’alu’ş-şey’e ve mâ faalehu”  cümlelerdeki “sihirlendiği için Hz.Peygamber bir şeyi yapmadığı halde yapmış gibi oluyordu/sanıyordu” ifadesiyle işaret edilen hususa diğer bazı rivayetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara göre Resulullah’a, yapmadığı halde o işi yapıyormuş hayali gelen hususun, hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunması olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Buhari ve Ahmed b.Hanbel’in kaydettiklerine göre Hz.Aişe: “Resulullah’a sihir yapılmıştı. Bu durumdayken, kendisi hanımlarına cinsel ilişki için yaklaşmadığı halde, onlara yaklaştığını sanırdı”  demiştir. Ravi Süfyan b.Uyeyne de “İşte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir” demektedir.  Diğer bir rivayete göre ise, Hz.Peygamber’in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sürmüştür (Ahmed b.Hanbel, Müsned, 6/63).”
“Yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerin metninde yer alan ‘hatta kâne Rusulullahi sallALLAHu aleyhi ve selleme yuhayyelu ileyhi ennehu kâne yef’alu’ş-şey’e ve ma faalehu”  veya “hatta innehu leyuhayyelu ileyhi ennehu yef’alu’ş-şey’e ve mâ faalehu” ve “Kâne yera ennehu ye’ti’n-nisâe ve lâ ye’îihinne”   cümlelerindeki “yera-yuhayyelu-leyuhayyelu” lafızlarının, Süleyman Ateş’in ve daha önceki bazı alimlerin görüşlerinde haklı olduklarını  ortaya koyduğu açıktır. Gerçekten de hayal görme olayının akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji ya da Felsefe bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir. Yukarıda yer alan  rivayetlerdeki ifadelere göre güya (!!!) bir Yahudi Hz.Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle onun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamama-sını sağlamıştır. Büyü yoluyla Hz.Peygamber üzerinde böyle bir tesir meydana getirebildiğini doğru kabul etmek, kafir ya da müşriklerin sihir yoluyla Hz.Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar, Hz.Peygamber’in iffet ve namusuna halel getirir, münafıklar tarafından onun şerefli hanımlarına yapılan  zina iftiralarına malzeme olur. Büyü yolu ile Hz.Peygamber iktidarsızlaştırılabiliyordu, kendisi bu şekilde rahatsız olduğu için, 9 ya da 11 tane hanımı da cinsel ihtiyaçlarını gideremiyorlardı, gibi birtakım iftiralara yol açar. Nitekim kaynaklarda Hz.Aişe’ye ve Peygamberimizin oğlu İbrahim’in annesi Mariye’ye bu tür iftiralar yapıldığından  bahsedilmektedir.
Kanaatimizce, bu konuda en doğru yol, dengeli hareket etmektir. Ne Hz.Peygamber’in cinsel gücünün abartılarak insanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivayetlere, ne de onun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden nakillere itibar edilmelidir.”
5-Rivayetin sahih olduğunu iddia eden ve savunanlar, bunu kanıtlamak için diğer insanlar gibi Hz.Peygamber’in de bir insan olduğu ve başka insanların başına gelebilen şeylerin onun da başına gelebileceğini, bunu göstermek için de böyle bir olayın yaşandığını ve bunun bir eğitim öğretim olduğunu ileri sürerler.
Halbuki bu mantığı yürütenler, haram şeyler ve yöntemlerle eğitim öğretimin yapılamayacağını, böyle bir şeyin vahyin amacına aykırı olduğunu düşünmezler. Örneğin, içkinin kötülüğünü öğretmek için insanlara içki içme denemeleri yapılmaz, zinanın kötülüğünü öğretmek için zina seansları uygulanmaz, hırsızlığın çirkinliğini göstermek için insanlara hırsızlık yaptırılmaz... Bu apaçık olup sihrin haram olduğu, ona inanan ve yapanların kafir olacağı kesin iken, böyle bir şeyin eğitim öğretim olabileceği nasıl iddia edilebilir?
Bu rivayetleri kurtarmak için ne tür tevil ve yorum yapılırsa yapılsın, bu mızrak çuvala sığmaz. Çünkü geçici ve kısa bir zaman için de olsa,  Hz.Peygamber’in  büyülenmiş olduğunu kabul etmek, yukarıdaki âyetlere, akla ve gerçeklere  aykırıdır.
6-Bütün bunlardan sonra Hz.Muhammed’in büyülendiğini anlatan rivayetlerde tutarsızlıklar  olduğu da görülmektedir. Enbiya Yıldırım bunları şöyle belirtir:
“Zervan kuyusunda saklandığı iddia edilen muskayı/büyüyü çıkarmak için giden kişiler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Bazı rivayetlerde muskayı çıkarmak için Hz.Peygamber’in, ashabından bir grupla gittiği belirtilir. (Buhari, tıb, 76). Bazılarında Hz.Ali ve Ammar’ın birlikte gittiği belirtilirken, (İbni Sa’d,Tabakat, 2/198), bazılarında Hz.Ali’nin tek başına,  (İbnu Ebi şeybe, 5/435; İbni Hanbel, 4/367),  bazılarında Ammar b.Yasir’in başka bir grupla, (Beyhaki, Delail, 6/248), bazılarında ise Cubeyr b.İyas ez-Zuraki’nin gittiği belirtilir. (İbni Sa’d, Tabakat, 2/197), Bunun yanı sıra bazı isimleri verilmeyen sahabilerin de gönderildiği rivayetler arasındadır. bazılarında isim vermeden sahabilerin gönderildiği belirtilir. (Nesai, tahrim, 37). Ayrıca İbni Sa’d’ın verdiği bilgilere göre muskayı Kays b.Mihsan ez-Zuraki çıkarmıştır. (Dipnotta, Tabakat, 2/198). İbni Hacer de, Cubeyr b.İyas ez-Zuraki ile Kays b.Mihsan ez-Zuraki’nin çıkardığını belirten rivayetleri uzlaştırmak için “Kays, muskayı/büyüyü çıkarmak için Cubeyr’e yardım etmişti, bu nedenle çıkarma işi ona da nispet edilir” (Fethu’l-Bari, 10/230) değerlendirmesini yaparken, farklı kişilerin gittiğini/gönderildiğini belirten rivayetleri kurtarmak için de  şu değerlendirmeyi  yapar:
“Bazı rivayetler, kuyuya gidenlerin hepsinin veya bir kısmının adını zikretmemiştir. Çeşitli adlar veren rivayetler kuyuya gidenlerin isimlerini açıklamaktadır, diye düşünülebilir. Keza Resulullah’ın ilk önce onları gönderip ardından kendisinin bizzat kuyuya gittiği şeklinde yorumlanabilir” (Fethu’l-Bari, 10/230; Kastallani de aynı şeyleri aktarır, bkz. İrşadu’s-Sari, 12/564).”
Rivayetler arasındaki çelişkiler ve İbni Hacer’in değerlendirmesi için de Enbiya Yıldırım şöyle der:
“İbn Hacer’in değerlendirmesini  iki bölümde ele almak gerekmektedir:
A-Ravilerin muskayı çıkarmaya gidenlerin bir kısmını zikrettikleri: Kanaatimizce bu yaklaşım yerinde değildir. Çünkü rivayetlerde –isimler farklı geçse de- Hz. Peygamber’in birini görevlendirdiği geçmektedir. Örneğin, Ammar b. Yasir’i -bir rivayette de Hz.Ali’yi- gönderdiği belirtilmektedir. Bu durumda, diğer insanların ekipteki insanlar olması gerekir. Oysa diğer rivayetlerde geçen isimler görevlendirilen kimseler olarak geçmektedirler. Dolayısıyla görevlendirilen insan sayısı artmaktadır. Bu da kaç insanın işin başına verildiği sorusunu akla getirmektedir.
B- Önce başkalarını gönderip sonra kendisinin gitmesi:
a- Hz.Peygamber’in kendisinin gittiğinin anlatıldığı rivayette başkalarının muskayı çıkarmak için gönderildiğine dair en küçük bir işaret yoktur. Bilakis muskanın yerini öğrenen Hz.Peygamber'in bizzat kendisinin ashabıyla birlikte gittiği geçmektedir.
b- Hz.Peygamber muskayı çıkarmak için kendisi ashabıyla birlikte kuyuya gitmişse, diğer rivayetleri aktaran ravilerin Hz. Peygamber’in adam gönderdiğini söyleyip kendisinin gitmesini zikretmemeleri çok ilginçtir. Halbuki zikredilmesi gereken insan, olayın merkezindeki Hz. Peygamber’dir.
c- Hz. Peygamber’in adam gönderdiğini belirten rivayetlerde muskanın onlar tarafından alınıp  getirildiği ve Hz. Peygamber’in rahatladığı geçmektedir. (İbni Ebi Şeybe, 5/435; İbni Hanbel, 4/367; Abdurrezzak, 11/14). Bu, önemli bir çelişki oluşturmaktadır. Madem muska alınıp  kendisine getirildi, o halde ne diye kendisi gitti, sorusu akla gelmektedir.
d-Kendisinin gittiğini belirten rivayetlerin bir kısmında emri üzerine muskanın çıkarıldığı geçerken , bazısında çıkarılmadığı geçmektedir.  Dolayısıyla bu da iki gidişi zorlaştırmaktadır. Çünkü başkaları muskayı getirmişse Hz. Peygamber’in gidip muskayı çıkarmaması telif edilemez bir çelişki oluşturmaktadır.”
Birbiriyle çelişen ve ahad  haber olmaktan öteye geçmeyen bu tür rivayetlere dayanarak Peygamber’in büyülendiğini söylemek açıkça Kur’an’ın söylediklerine, hadis kriterlerine, akla ve tarihi gerçeklere aykırıdır. Onun için muhafazakarlık  ve  rivayet bağnazlığı güdüsüyle bu şeyleri bile bile savunanları anlamak mümkün değildir. Bu rivayetler hicri ilk yüzyıllardan günümüze kadar pek çok alim tarafından eleştirilmiş ve kabul edilemez olduğu belirtilmiştir.
Genel olarak hadis kitaplarına bakış açısının ne olması gerektiğini ve bu tür rivayetleri kabul etmenin ve savunmanın mümkün olmadığını Prof.Dr.Ali Osman Ateş şöyle belirtir:
“Buhari’ye, Müslim’e göre sıhhat açısından farklılık arzeden bu hadislerin sahihliği üzerinde İslam alimlerinin ittifak etmeleri ya da Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde veya Kütübi Sitte’nin içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları sahih kabul etme mecburiyetinde olmaları söz konusu değildir. Bu, Kütübi Sitte’yi ya da Buhari ve Müslim’in Sahih’lerdindeki tüm hadisleri reddetmek, onların hiçbirinin sahih olmadığını ileri sürmek demek de değildir. Ancak ortada Hz.Peygamber’in ismet sıfatına dokunan bir durum söz konusudur ve bu husus bu rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Garanik olayı ya da Selman Rüşdi’nin Şeytan Âyetleri (Satanic Verses) gibi Hz.Peygamber’in ismetine yönelik saldırılara malzeme veren, Kuran’ı Kerim üzerinde şüpheler doğmasına yol açan, ilhad ve küfre, ateizme, İslam’a saldırı için malzeme olan bu tür rivayetleri (Bu konuda bakınız, Turan Dursun, Din Bu, 1/116-118), günümüz müslümanlarının, okuyan-düşünen, araştırıp  mukayese yapan aydınlarının, gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı ve zahmetle tevil ve yorumlar yapmaya çalıştığımız, çoğunda da muhatabı tatmin etmediğimizi gördüğümüz bu tür rivayetlere dayalı bir peygamber imajı sunmaya hakkımız olmadığı açıktır. Bu konuda anlaşılmaz bir muhafazakarlığa da gerek olmadğı kanaatindeyiz. Hz.Peygamber’i ve onun ismetini, Kur’anı Kerim’i ve onun güvenilirliğini mi savunacağız, yoksa bu tür rivayetleri mi? Artık günümüzde müslüman alimlerin buna bir karar vermeleri vaktinin geçmekte olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Bu görüşlerin asla hadis ve  sünneti reddetme anlamına gelmeyeceği açıktır. (...).
Bizim burada işaret etmek istediğimiz nokta, geçmişte Buhari’yi, Müslim’i ya da eserleri Kütübi Sitte içerisinde yer alan Tirmizi, Ebu Davud, Nesai ve İbni Mace’yi tenkit eden bazı İslam alimlerinin bu tenkitlerinde büsbütün haksız olup olmadıkları hususudur. Kur’an’a ve Hz.Peygamber’in ismet sıfatına aykırı düşen bu şekildeki rivayetlerden dolayı Kütübi Sitte müelliflerini tenkit eden bu alimler, fikri ve ilmi açıdan günümüz şartları göz önünde bulundurulduğu taktirde bu tenkiterinde pek de haksız sayılmazlar. Aksine bu konularda titiz davranmalarının  ne kadar yerinde olduğu açıkça ortaya çıkar…”
Sonuç olarak, Muhammed Gazali’nin “Şimdi kime inanalım, Kur’an’a mı, Buhariye mi? Beş para etmez bir yahudinin Resulullah’a sihir yaptığını nakletmiştir”  demesine hak vermemek elde değildir.
Hz.Peygamber’in Büyülendiği İddiası ve Bakara 102. Âyetin Anlamı:
Resulullah’ın sihirle büyülendiğine inananlar rivayeti sahih göstermek için Bakara/102. âyetini de anlayış veya inanışları doğrultusunda  şu şekilde tercüme  ederler ve açıklarlar:
“Şeytanların Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil’de, melek denilen Hârût ve Mârût’a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi "Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme" demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa ALLAH’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın ahiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!” (2 Bakara/102)
Halbuki âyetin doğru çevirisi şöyle olması gerekir: “Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında Şeytanların/Yahudilerin söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir olmadı ama insanlara sihri öğreten şeytanlar/Yahudiler kafir olmuşlardı. Babil’de, melek Hârût ve Mârût’a bir şey indirilmemişti ki ikisi "Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme" desinler ve karı ile kocanın arasını ayıran şeyi insanlar onlardan öğrensinler. Zaten ALLAH’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezler. (Yahudiler) kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın ahirette bir nasibinin olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları/mahvettikleri şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!.”
Zaten bu anlayış, âyetin öteden beri “İnsanlara sihri ve Babil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlar” şeklinde çevrilmesine de aykırıdır. Çünkü bu durumda bir yanda “sihir”, diğer yanda “Hârût ve Mârût’a indirilen” iki şey öğretilmiş olmakta ve bunlar birbirine atfedilmekte/bağlanmaktadır. Bu durumda sihir ve Hârût ve Mârût’a indirilen şeylerin farklı olması, Harut ve Marut’un kimseye bir şey öğretmemesi, insanların karı kocayı birbirinden ayıran şeyi onlardan öğrenmemesi, dolayısıyla öğretecekleri şey konusunda insanları uyarmaması ve küfürden sakındırmaması gerekir ki geleneksel hemen bütün çevirilerde ve tefsirlerde bunun aksi yapılmakta ve hem şeytanların, hem Hârût ve Mârût’un insanlara sihir öğrettiği, fitne oldukları ve insanları sihir konusunda küfürden sakındırdıkları anlatılmaktadır. Onun için âyetin geleneksel anlamda yapılan çevirisi de doğru değildir.
Diğer taraftan, bu anayışla yapılan çeviride mantık tutarsızlığı da bulunmaktadır.Çünkü küfür olduğu ve onu yapanların ahirette paylarının olmadığı/mahvolacağı belirtildiği halde sözde melek olan Harut ve Marut’un sihir öğretirken insanlara “Biz bir fitneyiz, sakın (sihir yaparak) kafir olma” demelerinin hiçbir mantığı yoktur. Hem küfür olduğu söylenecek, hem yapanların kafir olup ahirette mahvolacakları söylenip yasaklanacak, hem de insanlara öğretilecek, bu apaçık bir çelişkidir. Çünkü ister küfür olsun, ister olmasın, öğretilen şey, uygulanmak için öğretilmekte ve öğrenilmektedir. Uygulanmak için öğretilmeyecek ve öğrenilmeyecekse, o zaman neden öğretilsin ve öğrenilsin ki?!
Kaldı ki bu rivayetleri savunmak için argümanlar geliştirilirken, diğer yandan ulema sihir yapmanın ve öğretmenin küfür olduğunu söylediği gibi, sihir yapan kişinin tıpkı  mürted gibi öldürülmesi gerektiğini de söylemektedir. Yani buna göre sözde sakındırmak için de olsa sihir öğreten Harut ve Marut meleklerini öldürmek gerekmektedir. Mesela Ebu Hanife, Malik ve Ahmed b.Hanbel, “Sihir öğrendiği ve yaptığı için sihirbaz tevbe etmesi istenmeden öldürülür. Çünkü kafir olmuştur” derken, Şafiiler ve Zahiriler, “Büyüleyen sözler veya işler küfür ise, sihirbaz mürted kafir olur ve tevbe etmediği taktirde mürted olarak öldürülür, ama bu sözler veya işler küfür değilse sihirbaz sadece isyankar/büyük günah işlemiş olup kafir olmadığı  için öldürülmez” demektedir.
Oysa âyettki “ve mâ yuallimâni min ehadin hatta yekûla innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur” ifadesi, tıpkı “mâ yahrucani ile’l-berdi hatta yemrada” (soğuğa çıkmıyorlar ki hastalansınlar) formunda bir ifade olup söz konusu iki kişinin soğuğa çıkmadıkları için hastalanmalarının da söz konusu olmadığını belirttiği gibi, iddia edilen Harut ve Marut da kimseye bir şey öğretmiyorlar ki ‘biz şöyleyiz, böyleyiz’ demiş olsunlar.
Ama rivayet, Kur’an’ın söylediği doğrultuda anlaşılacağı yerde, din anlayışının altı üstüne getirilerek Kur’an, rivayetin söylediği doğrultuda anlaşılınca,  âyetin çevirisi ve açıklaması da ona göre yapılmaktadır. Yani Kur’an’ın anlamı rivayetlerle  yönlendirilmekte ve onlar Kur’an’a değil, Kur’an rivayetlere uydurulmaktadır. Bütün bunlar yapılırken de ALLAH’ın haram ettiği ve yapanları hem ALLAH’ın hem Peygamber’in kafir saydığı    ve ahirette hiçbir paylarının/kurtuluşun olmadığı bir şeyi değerli meleklerin insanlara nasıl öğretecekleri  hiç  akla getirilmez.
Bakara/102. Âyetle Verilen Mesaj:
 Kur’an’ın Sebe/12-14 âyetlerinden ve Tevrat’ın bu konuda anlattıkların-dan  öğrendiğimize göre muhalif olan yahudiler Hz.Süleyman’ın emrinde esir gibi çalışmış ve O’nun istediği şeyleri yapmışlardır. Onun emrinde esir gibi çalışmak zorlarına gitmiş ve büyük bir imparatorluğa sahip olmasını ALLAH’ın vergisi  olarak değil, şeytanlar ve sihir yolu ile olduğunu, şeytanların da Yahudilerin Babil esareti sırasında Hârût ve Mârût denilen iki melekten (!) sihri öğrendiklerini, çünkü bu iki meleğin insanları sihrin kötülüğünden korumak için onlara sihir öğrettiklerini, bu bilgileri içeren bir kitabın da Hz. Süleyman’ın tahtının altında saklı olduğunu uydurup yaymışlardır.
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesinin öncesinde şehirde Yahudilerin nüfuzu azalmış ve  Arap nüfusun çoğunluğunu oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri dizginleri ellerine almış bulunuyordu. İki kabile de aralarındaki çekişmeyi bitirmesi ve yahudilere karşı destek olması için müslümanların ve ardından Hz.Peygamber’in Medineye hicret etmesini onaylamışlardı. Yahudiler de kitap sahibi olmaları gerekçesiyle Peygamber’in kendilerinden yana tavır takınacağını  düşünerek onunla işbirliğine gitmişlerdi.
Böyle bir ortamda Hz.Peygamber Medine’ye hicret edince oradaki kesimlerle Medine Vesikası olarak bilinen bir savunma ve işbirliği anlaşması imzalamıştır. Yahudiler, Evs ve Hazrec’in dizginleri ellerine aldıklarını  gördükleri için Hz.Peygamber ile böyle bir vesikayı imzalamayı kabullenmişlerdi. Bu anlaşmaya göre Yahudiler, bir problem çıkması durumunda Rasulullah’ın hakemliğini kabul edecek ve düşman saldırısına karşı şehri birlikte savunacaklardı. Ama İslamı kabul eden Evs ve Hacrec kabilelerinin katılmasıyla Müslümanların güçlendiğini ve dizginleri ellerine aldıklarını görünce Yahudiler verdikleri sözü çiğnediler ve yaptıkları anlaşmayı görmezden geldiler. Bir yandan bu şekilde davranırken, diğer yandan da kavimleriyle öğünür, üstün ve seçilmiş bir kavim olduklarını, ALLAH’ın oğulları ve  sevgilileri olduklarını iddia ederek geçmişlerini savunur ve Resulullah’a düşmanlık yapar dururlardı. Nasıl olsa ALLAH bizdendir veya biz onun oğulları ve sevgilileri olduğumuz için Muhammed’i ve onunla beraber olanları eninde sonunda dize getireceklerini düşünürlerdi. Yüce ALLAH, Bakara Sûresi’ndeki bu âyetlerle bu şekilde davranmanın  Yahudilerin genel tavrı olduğunu, nitekim Hz. Süleyman’ı da çekemeyerek ona karşı böyle bir hiyanet içinde olduklarını, ama eninde sonunda hep hezimete uğradıklarını anlatarak Hz.Peygamber’i aydınlatır, teselli eder ve aynı şekilde Yahudilerin yenileceklerini belirtir. Onun için Yahudilerin bu düzmece oyunlarını ve iftiralarını  anlatarak  olumsuz tarihleriyle yüzyüze getirerek uyarır. (Bakınız: 2 Bakara/99-102)
 “Hz.Süleyman’ın putlara taptığı hikayesinin aslı, onun sihirbaz olarak görülmesidir. Yöneticiliğini yaptığı İsrailoğulları onun yönetimi sırasında ülkelerinin siyasette, sanatta, ilimde ve hikmette ulaştığı noktaya sihir sayesinde ulaştığını düşünüyorlardı. Medine Yahudileri “Muhammed’in işine bakın! Doğruyu yanlışı birbirine karıştırıyor, Süleyman’ı peygamberler arasında anıyor. Oysa o, rüzgara binen bir büyücüydü” demişlerdi.”
Yüce ALLAH, Hz.Süleyman’ın boyun eğmeyen ve hakkında iftira ve söylenti yayanlardan uzak olduğunu, Süleyman’ın değil, şeytan işi olan sihri öğreten Yahudilerin kafir olduğunu ve bunların onların yaydıkları şeylere uyduğunu, Babil’de Hârût ve Mârût diye iki meleğin bulunmadığını ve sözde bu iki kişiye böyle bir şeyin inmediğini, bunların da karı kocanın arasını  ayıracak sihri kimseye öğretmediklerini belirtmektedir.
Bilindiği gibi, Kur’an’ın geçmiş toplumlar ve peygamberlerle ilgili anlattığı öyküler/kıssalar, Hz. Peygamber’e, Müslümanlara ve muhaliflerine mesaj vermek içindir. Bakara/102. âyette Hz.Süleyman için iddia edilen sihir olayının doğru olmadığı ve Yahudilerin Hz.Süleyman’a zarar vermek için yaptıkları girişimlerin başarısız kaldığı gibi, Hz. Muhammed’e zarar vermek için yapacakları girişimlerin de başarısız kalacağı mesajı verilmektedir. Hz.Süleyman’ı çekemeyen ve sihir iftiralarıyla komplo kuran Yahudilerin emelleri kursaklarında kaldığı gibi, Hz.Muhammed’e kurdukları komploların da boşa çıkacağı ve emellerinin kursaklarında kalacağı uyarısı yapılmaktadır. Onun için Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını kanıtlamak için delil olarak gösterilen Bakara/102. âyetin anlattığı  öykü, sihir yapıldığını savunanların  lehine değil, aleyhine delildir.


ALINTI