๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Eylül 2010, 14:42:11



Konu Başlığı: Hz. Muhammed in risaletinin evrenselliği 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Eylül 2010, 14:42:11
HZ MUHAMMEDİN RİSALETİNİN EVRENSELLİĞİ 2

"ALLAH'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kilab'ı hak ile indirdik; hainlere taraf olma! Ve ALLAH 'tan bağışlanma iste, çünkü ALLAH, çok affeden, ziyadesiyle merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri savunma: çünkü ALLAH, hainliği meslek edinmiş günahkarları sevmez. Onlar, insanlardan gizler de ALLAH'tan gizleyemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. ALLAH yaptıklarını kuşatıcıdır (O'nun ilminden hiçbir şeyi gizleyemezler). Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü ALLAH'a karşı onları kim savunacak, yahut onlara kim vekil olacak? Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra ALLAH'tan bağışlanma dilerse, ALLAH'ı çok affedici ve merhametli bulacaktır. Kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. ALLAH her şeyi bilicidir, büyük hikmet sahibidir. Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. ALLAH'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. ALLAH sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. ALLAH'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur." (Nisa. 4/105-113).

Bu âyetlere iyice dikkat edersen, ırkçılık, hısımcılık, aşiretçilik, ulusçuluk ve millet ayırımcılığı gibi değerlerin, İslâm hukukundaki adalet terazisinde nasıl eriyip yok olduğunu görebilirsin. Ortada bir tek itibar kalmıştır, o da mutlak insan değeri. O insan değeri ki, ALLAH Kelâmından, yahudi bir adamı beraat ettirip müslüman bir şahsı mahkum eden, peşpeşe dokuz âyetin inmesini gerektiriyor.

3- ALLAH Teâlâ'nın, "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir katip onu aranızda adaletle yazsın... "(Bakara, 2/282) ifadeleriyle başlayan müdayene âyetine bir göz attığımızda bize öyle gelir ki bu âyet, sanki, yazının yaygınlaşıp, hukuk kurallarının olgunlaştığı medeni ve kültürlü bir toplum hakkında inmiştir. "Kitabet" (yazma) kelimesi, yalnızca bu âyette dokuz defa tekerrür etmiştir. Bu âyet, akitleri tevsik hususunda, şekil ve muhtevada günümüze kadar uyulagelen münevver, gelişmiş medeni bir yol çizmiştir.

Hukukî ve tevsiki muhtevasıyla bu âyetin, Arap yarımadasındaki okuma yazması olmayan Arap düşüncesinin ürünlerinden olduğunu farzetsek mantıklı davranmış olur muyuz?.. Şayet bu faraziye doğru olsaydı, Arap damgası, her türlü gelenekleri ve kültür düzeyi ile, bu âyette ortaya çıkardı ve Kitabet' kelimesinin bu âyette dokuz defa değil bir defa dahi geçmesi beklenmezdi. Dahası, bu tevsik esaslarının hiçbirisi anlatılmazdı. Zira, Arapların ekonomik vb. ilişkileri o dönemde, katiplik, şehadet, borcun alacaklı tarafından yazdırılması ve bu konuda velilerin rolünün açıklanması gibi tevsik metodlarına ihtiyaç duymayacak basitlikte idi.

Bu hukukî talimatın, değişik bölge ve yörelerdeki bütün nesillere hitap ettiği açık bir gerçektir. Arap Yarımadasının rolü, bu buyruğu dinlemede diğer insanlarla müşterek olmaktan öteye gitmez. Her ne kadar bu bölge o sırada bunun gereğini ümmiliğin fazlalığı ve hayatın basitliği sebebiyle yerine getirmeye hazır değil idiyse de, yarımadadaki şartlar gelişme ve ilerleme temayülündeydi. Kur'ân'a ait bu hukukun evrenselliğini, yani, çevre, millet, muhit gerçeğinden uzak olduğunu gösteren bu delilden daha üstün bir delil bulabilir misin?..

C- İnsan Ahlâkı
Kur'ân'a göre üstün ahlâk, fazilet ve ahlâk değerleri üzerinde kendilerince araştırma yapan kimselerin benimsediği gibi, muayyen çevre ya da toplulukların ortaklaşa kabul ettiği davranış ve güzel huy ölçülerinin insicam halinde bulunduğu davranış şeklinden ibaret değildir.

Kur'an-ı Kerim'e göre ahlâk ve fazilet, bir taraftan insanın temiz fıtratıyla uyum halinde olan, diğer taraftan fert ve toplum için insan saadetinin esaslarını tesis eden değer hükümlerinin ve davranış metodlarının yekünüdür. Bu sebeple, bu davranış metodlarında bir çevre ile diğeri arasında değişme ve farklılık göremezsin. Zira bunlar, belirli bir çevrenin gelenek ve görenekleri içerisinde neş'et etmemiş, insanın kapsamlı fıtratından beslenip vücut bulmuştur.

Bu göz alıcı gerçeği iyice kavrayabilmek için, tüm felsefe ve ahlâk bilginlerinin hayır-şer ölçüleri ile menfaat-maslahat kavramları için ileri sürdükleri değişik, hatta birbirleriyle çelişen düşünce ve nazariyyelere ve bu nazariyyelerin, yeryüzündeki gelenek, çevre ve toplumların sayısınca nasıl tenakuza düştüklerine bakmamız kafidir... Sonra dönüp İslâm hukukundaki hayır-şer, menfaat-madarrat ölçülerine bakıyoruz ve insanlığın faydasına olan bütün parçaları nasıl biraraya getirip onları faydalılık prensibine göre, dikey sütunları öncelik sırasına göre beş gaye (din, hayat, akıl, nesil ve malı korumak)’den, yatay sütunları ise öncelik sırasına göre düzenlenmiş üç düzeyden (zaruriyyat, haciyyat ve tahsinat) oluşan dakik bir denge ağında nasıl dizdiğine bakıyoruz. (Yani, insanın dünya hayatında beş gayesi bulunmaktadır. Dünyada insan hayatı bu beş şey üzerine kurulmuştur. Şerefli bir hayat, ancak bunlar sayesinde mümkün olur. Bunlar; dîni muhafaza, hayatı muhafaza, aklı muhafaza, nesli muhafaza ve malı muhafazadır. Bu gayeleri gerçekleştirmede muharrik unsurlar, dikkate alınacak ölçüler ise zaruriyyat, haciyyat ve tahsinat kriterleridir.) Ben derim ki: Birbirine mukabil gelen bu iki bakışı incelememiz, İslâm hukukundaki ahlâk ölçüsünün evrenselliğinin boyutunu görebilmek ve diğer ahlâk nazariyyelerinin gelenek, görenek ve toplumlardaki akımlar mahbeslerindeki kısırlığının boyutlarını anlayabilmek için yeterlidir (3).

Kur'an-ı Kerim'deki ahlâk esaslarından birisi de, farklı ırk, neseb ve çevrelerdeki bütün insanları tek bir insan haysiyeti ve hürriyeti ölçüsünde değerlendirmesidir. İnsanlar birbirlerinden ancak değerli ve faydalı çabaları ile ortaya koydukları özel başarıları sayesinde üstün olabilirler. ALLAH (c.c.) buyurur ki: 'Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki, ALLAH yanında en değerli ve en üstün olanınız, takvâca en ileride olanınızdır, "(Hucurat, 49/13}.

Kur'an-ı Kerim'deki bir diğer ahlâk esası ise, çocuklara, ana-babalarına iyi muamele etmelerini ve onlara şefkat ve merhamet kanatlarını germelerini emretmesidir. Taraflar arasındaki görüşte uzaklık veya düşüncede farklılık olsa da. Bu, muayyen bir ırk ya da tabiatı nazar-ı dikkate almayan insanî bir ilkedir. Bunu, toplumun çekirdeğinden (aile) tedrici olarak yükselen insanlık ailesinin güvence altına alınması konusu gerekli kılar. Üstelik o, düşünce veya din ayrılıklarını da dikkate almaz. Bu hususu Cenab-ı Hakk'ın şu beyanında açıkça görüyoruz:

"Biz insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm." (Lokman, 31/14-15).

Kur'an-ı Kerimin tesis ettiği bir başka ahlak ilkesi de şudur: İnsan ancak yapmış olduğu şeylerden hesaba çekilir; başkasının işlediği bir amel yüzünden ya da tabiattaki tezahür ve hâdiselerden herhangi bir şeyle suçlu bulunmaz. Cenabı Hak buyuruyor:

"Her insanın amel deflerini boynuna astık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. "(İsra, 17/13). "Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir elçi göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz' (İsra, 17/15).

Kur'an-ı Kerimin tavsiye etmiş olduğu tüm bu ahlâk esaslarına baktığımızda sadece insan mefhumu görürüz ki, bu mefhum, söz konusu esaslara davette ve bunları emretmede temel öğedir.

II- ÜSLUP BAKIMINDAN KUR'AN'DA İNSANİ TEMAYÜL
Kur'an-ı Kerim, dile getirdiği bütün mevzû ve mefhumlarda, üslûp yönünden, herkese şamil insanî vasıf üzerinde durur. İnsanlara hitap etmede veya olaylara yaklaşım tarzında, okuyucunun düşüncesini herhangi bir çevrenin, ırkın, bölgenin ya da insanlardan muayyen bir topluluğun özelliğine yönlendirmez.

Kur'ân'ın, muhataplarına "ennâs", "Benî Adem" ya da "mü'minûn" gibi kelimeleri kullanarak hitap ettiğini görüyoruz. Bir kerre de olsa, mesela "Arap", "Kureyş" kelimesi vs. gibi muayyen bir gruba mahsus hitap sigası varid olmamıştır. Kur'an'daki hitaplardan birkaç örnek arzedelim:

"Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir" (Hac, 22/1)

"Ey Ademoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. "(A'raf, 7/26)

"Ey Adem oğulları! "Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır" demedim mi? Bunu size peygamberlerim vasıtasıyla açık seçik bildirmedim mi?" (Yasin, 36/60).

Ve ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize ALLAH (cc)'ın (gönderdiği) elçiyim. "(A'raf, 7/158)

Bildiğimiz gibi Kur'ân-ı Kerim, terbiyevi sebeplerden doiayı, tedrici bir şekilde; çeşitli olaylar münasebetiyle ve birtakım sual ve problemlere cevap olarak inmesine rağmen, hükümlerinden hiç birisini bu vâkıa, hâdise ya da problemlere bağlamamıştır. Haklarında veya kendileriyle bağlantılı olarak âyet ve hükümler nâzil olan kimselerin hiçbirisinin ismi kayda geçmemiştir. Âyetler, herhangi bir şahıs ismine bağlanmadan, özel bir hadise ya da problem düzeyine indirgenmeden nâzii olmuştur. Bu durum, Kur'an-ı Kerimin, metod ve muhtevada prensip ve metotlarını beşeriyetin tamamına vaz' eden, hüküm ve nizamlarını bütün insanlığa koyan insancıl bir kitap olarak kalması içindir. Yalnız, Kur'an-ı Kerim'de bu genel kurala uymayan iki istisnai durum vuku bulmuştur.

Birinci Durum: Rasulullah'a "Kahretsin! Bizi bunun için mi topladın?" diyerek eziyet etmesi üzerine Ebu Leheb hakkında inen ve "Ebu Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları onu kurtaramadı.. "(Tebbet, 111/1 -2) şeklinde başlayan kısa suredir.

Bu istisnayı gerektiren sebep şudur: Hâdisenin karakteri, adalet terazisi hesabı aleyhine değerlendirme ve muamelede bulunulursa, Kur'an-ı Kerimin Ehli Beyt tarafını tutmasını ve onlara yumuşak davranıp, şefkat ve merhametle muamelede bulunmasını gerektiriyordu; şayet bu sahnede Ebu Leheb'in (ki bu şahıs Peygamberin akrabasındandır) ismi bizzat zikredilmeseydi, bu durum gerçekleşmiş olurdu. Ancak isminin burada bizzat zikredilmesi bunun aksini, yani, Rasulullah'ın amcası olan Ebu Leheb'in, hakirlikte ve kötülükte, hakla inatlaşan ve batıla uyan kimselere denk olduğunu tescil etmiştir.

Yani, burada Ebu Leheb'in isminin tayin edilmesi, objektiflik ve mutlak adalet mefhumunu pekiştiren bir husustur. İsminin zımmından, çevresel etkilenme, millet ya da topluluğa meyil anlaşılıyor gibiyse de.

İkinci Durum: Arap Yarımadasındaki evlatlık edinme geleneğini ortadan kaldırmayı gerektiren şartlar ve bu meyanda bizzat Zeyd'in isminin zikredilmesini gerektiren hâdisedir. Bu da Cenab-ı Hakk'ın şu âyetinde vuku bulmuştur: "(Habibim!) ALLAH'ın nimet verdiği, senin de kendisine ikram edip (hürriyete kavuşturduğun) kimseye: Eşini yanında tut, ALLAH'tan kork!" diyorsun. Halbuki ALLAH'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkmağa layık olan ALLAH'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince Biz onu sana nikahladık ki, (bundan böyle) evlatlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın. ALLAH'ın emri yerine getirilmiştir. "(Ahzab, 33/37)

Kur'an'daki bu ikinci istisnanın sebebi şudur: ALLAH Teala'nın, evlatlık edinme geleneğinin yaygın olarak cereyan ettiği Medine'de, bu geleneğin iptalinin hemen arefesinde, gerçekleşmesini dilediği hâdise, Rasulullah'ın evlatlık edinip Zeynep radıyallahu anha ile evlendirdiği Zeyd b. Harise'de bir burukluk bıraktı ya da bu özellikte idi. Zira bu iptalin anlamı, kendisiyle Rasulullah arasındaki ev-latlık-babalık bağının kopması demekti. Zeyd (ra)'de hazin bir iz bırakan bu felaket ne kadar da büyüktü!

* * *

Bu veciz araştırmamız sayesinde Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâletinin, yegane kaynağı olan Kur'an'daki evrenselliği meydana çıkmış oldu. Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim'in diğer hüküm ve ilkelerindeki, ifade ve üslubundaki mutlak insani temayül açık bir şekilde görülmüş oldu.

Tüm bunların sonucu olarak anlıyoruz ki,bu Kur'an, ALLAH katından vahiy olarak inmiştir; Kur'an-ı Kerim'in telifinde ya da hükümlerini vaz'etmede hiçbir beşerin veya başkalarının herhangi bir dahli yoktur.

Bu, kısaca, Kur'an'ın i'cazının, yani, Rabbani teşri'ın i'cazının en bariz tezahürlerinden birisidir.

Harnd, her işin başında ve sonunda ALLAH'a mahsustur.



Notlar
1) Hz. Cabir'den rivayet edilen ve müttefekun aleyh olan hadis şu hadistir: "Bana, benden önceki peygamberlerin hiçbirisine verilmeyen beş şey verildi: Bir aylık uzaklıktan düşmanın kalbine korku salmakla desteklendim, yeryüzü bana mescit ve temiz kılındı; ümmetimden herkim (nerede) namaza kavuşursa, namazını (orada) kıtsın, ganimetler bana helal kılındı, oysa benden önceki peygamberlere helal kılınmamıştı, bana şefaat verildi, (benden önceki) peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderilirlerdi, ben ise bütün insanlara gönderildim." (Buhari-Müslim).
2) Hadiseyi ayrıntılı olarak rivayet eden Tirmizi, hadisin ğarib olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu hadisi Muhammed b. İshak da rivayet etmiştir. Hadisi bir başka tarikle Müstedrek'inde rivayet eden Hâkim ise "Bu, Müslim'in şartını taşıyan sahih bir hadistir" demiştir.
3) Bu hususun ayrıntılı izahını bu araştırmanın yazarı Ramazan el-Bûtî'nin (Davabitu'l-Maslaha fi'ş-Şeriati'l-İslamiyye, s.24-61) adlı eserinde bulabilirsiniz.



Prof. Dr.Muhammed Said Ramazan el-Bûtî