๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 08 Ekim 2010, 15:00:36



Konu Başlığı: Efendimizin s.a.s. Peygamberler arasındaki yeri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 08 Ekim 2010, 15:00:36
Peygamberlik ve Efendimizin (s.a.s.) Peygamberler Arasındaki Yeri

Peygamberlik

Peygamberlik, peygamber olmayanların kendi kapasitelerine göre bir peygamberde gördükleri, tecrübe ettikleri, onunla yaşadıkları, ondan duydukları ve ondan aktarılanlar ölçüsünde tanıyabileceği, ama mahiyet ve keyfiyetini peygamber olan zattan başkasının tam manâsıyla idrak etmesinin mümkün olmadığı bir hâl, bir makam, bir rütbe, bir misyondur. Bu hâl, makam, rütbe ve misyonu, ancak ulaşabileceğimiz zahirî malûmat seviyesinde birazcık tanıyabilmek için vahiy, yani Allah ile, mahiyet ve keyfiyetini ancak ona mazhar kılınan zâtın bilebileceği münasebet ve haberleşme tarzı üzerinde düşünmek gerekir.

Cenab-ı Allah (c.c.), bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Kur’an için, “sakîl söz” tabirini kullanır (Müzzemmil, 73/5). “Sakîl” ağır yük demektir ki, Katâde ve Mücahid gibi ilk dönem müfessirleri bu ağırlığı Kur’an’daki emir ve yasakların, haram ve helâllerin önemi ve yerine getirilmelerindeki güçlükle izah ederken, Hüseyin ibn Fazl, “Ancak Allah’ın yardımına, muvaffakiyet vermesine mazhar bir kalbin ve Tevhid’le donatılmış bir nefsin taşıyabileceği bir ağırlık” olarak yorumlar (Kurtubî). Gerçekten de, özellikle Kur’an olarak tecellî eden vahyin ağırlığını anlayabilmek açısından şu âyet çok önemlidir: Bu Kur’an ki, eğer onu bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, Allah’a olan derin saygı ve taziminden dolayı o dağın başını eğip parça parça olduğunu görürdün. İnsanlar için böyle temsillerde bulunuyoruz ki, sistemlice düşünüp gerekli dersi alsınlar (Haşr, 59/21).

Vahiy, Cenab-ı Allah’ın Kelâmî tecellisidir. O’nun İsim ve Sıfatları için derece farkı söz konusu değildir. Dolayısıyla, Kudret tecellisi ne ise, Kelâm tecellisi de odur. O’nun doğrudan, yani sebepler ötesi bir lem’acık Kudret tecellisi nasıl Hz. Musa’nın (a.s.) yıldırım çarpmışçasına cansız gibi bayılıp düşmesine ve yanıbaşındaki dağın toz olmasına yol açmışsa (Bakara, 2/143), Kelâm’ı da aynı tecelli gücüne sahiptir. Ne var ki O, Kelâm tecellisinde her bir peygamberin o tecelliyi alabileceği derecede tenezzülde bulunur; yani bu tenezzül, peygamber olan zâtın kapasitesine göredir. Evet, Hz. Musa (a.s.) peygamberler içinde en büyük beş büyük peygamberden biri olmasına rağmen, bir dağı toz haline getiren Kudret tecellisine dayanamamıştır. Fakat, Cenab-ı Allah’ın Kur’an’ı teşkil eden Kelâm tecellisi, bu Kudret tecellisinden daha az şiddette değildi. Değildi ki, eğer o tecelli herhangi bir dağa olmuş olsaydı, yukarıda meali verilen âyet-i kerimede buyrulduğu üzere, o dağ parça parça olurdu. Kur’an’daki bu tecellinin şiddetine işaret eden bir başka âyette de şöyle denmektedir: O Kur’an ki, eğer İlâhî bir kitapla dağlar yürütülecek veya yeryüzü parça parça edilecek ya da ölüler konuşturulacak olsaydı, bunlar ancak bu Kur’an’la olurdu (Ra’d, 13/31). Demek ki, Kur’an’ı teşkil eden İlâhî tecellinin şiddeti, dağları yürütecek, bunun da ötesinde yeryüzünü parça parça edecek ve ölüleri diriltecek derecededir. İşte bu tecelliye dayanabilecek tek kalb, peygamberliğin sertâcı olan Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.s.) kalbiydi ki, Allah Kur’an’ı O’na gönderdi. Buradan o Zât’ın sahip olduğu manevî-ruhî gücün derecesini az da olsa anlayabiliriz.

İşte, vahye mazhariyetle serfiraz kılınan peygamber, o vahyi alabilecek, onu taşıyabilecek bir manevî-ruhî güç ve kapasiteye sahiptir. Bu gücü ona kazandıran ise, kendisine yaratılıştan bahşedilen donanımın hakkını vermesi, yani Allah ile olan münasebetidir. Nasıl vahyin mahiyet ve keyfiyetini ona mazhar kılınmayanın idrak etmesi mümkün değilse, ona mazhar kılınan peygamberin zihnî-kalbî donanımını, Allah ile olan münasebetini ve bu münasebetin kendisine baştan bahşedilen donanımı işletmesiyle ona kazandırdığı ruhî-manevî gücü, peygamber olmayanın anlaması da aynı şekilde imkân dışıdır. Bu bakımdan, aşağıda temas edileceği üzere, peygamberler arasında da derece farkı bulunduğu için, derecesi itibariyle daha büyük olan bir peygamberin halini, makamını, Allah ile olan münasebetini ve bu münasebetin ona kazandırdıklarını, derecesi onun altındaki peygamberin de tam olarak ihatasının imkânsızlığından bile söz edilebilir.

Peygamberlerin Varlık Sebebi, Husûsiyetleri ve Nebî ile Resûl Farkı
Peygamberlerin varlık sebebi veya peygamberlerin gönderiliş gayesi, insanın yaratılış gayesiyle aynı noktada birleşir. O da, Allah’a kulluktur. Cenâb-ı Hakk (c.c.), Kur’ân-ı Kerîm’de, Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk yapsınlar diye yarattım (Zâriyât, 51/56) buyurarak, bu hususa işaret etmektedir. Bir başka âyet-i kerimede, Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki, ona “Ben’den başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin!” diye vahyetmiş olmayalım (Enbiyâ, 21/25) denilerek, aynı hususa işarette bulunulur.

Sıdk (Doğruluk), emanet (her hususta mutlak manâda emin olmak), tebliğ, fetanet (peygamberî akıl), ismet (günahsızlık) ve aklî-fizikî arızalardan berî olmak gibi altı temel sıfatla mevsuf bulunan peygamberlerin bu ana gönderiliş gayesi çerçevesindeki vazifeleri veya gördükleri fonksiyonlar, Din’i tebliğ (Âhzab, 33/39, Mâide, 5/67), insanlara güzel örnek olmak (En’âm, 6/90, Ahzâb, 33/21), dünya-Âhiret dengesini kurmak (Kasas, 28/77) ve insanların Âhiret’te haklarındaki hüküm dolayısıyla Allah’a itiraz haklarının olmamasının yolunu hazırlamaktır (Nisa, 4/165). (Gülen, Sonsoz Nur 1/ 66-80, 99)

Peygamberliğin Arapça karşılığı nübüvvet olup, bütün peygamberler öncelikle nebîdir. Nebî, Allah’tan vahy alan, ayrıca Allah’ın kendisini hüküm ve ilim ile serfiraz kıldığı seçkin zattır (Âl-i İmran, 3/69; En’âm, 6/89). Nebîler içinde kendilerine Kitap veya Sahifeler verilenler vardır ki, bunlara resûl denir. Resûl olmayan, yani kendilerine Kitap veya Sahifeler verilmeyen nebîler, kendilerinden önce gelen veya kendi zamanlarında yaşayan resûlün çizgisinde Din’in anlaşılıp uygulanması, insanlara anlatılması ve Kitap’la insanlar arasında hükmetme vazifesiyle mükellef kılınmış (Bakara, 2/213; Mâide, 5/44), Allah onlardan, kendi zamanlarında bir resûl gelirse ona mutlaka inanıp destek olacakları sözünü almıştır (Âl-i İmrân, 3/81). Resûller dahil bütün nebîlere, içlerinde Hz. Yahya gibi bazılarına daha sabî iken (Meryem, 19/12), Hz. Yusuf gibi bazılarına gençliklerinin ilk döneminde (Yûsuf, 12/22), Hz. Musa gibi bazılarına ise gençliklerinin ikinci devresinde (Kasas, 28/14) verilen hüküm, Kitab’ı anlama, onu uygulama, onunla hükmetme, uygulayıp hükmetme işinde ve doğru ile yanlışı ayırmada şüpheye düşmeme, dolayısıyla her meselede doğru ve yerinde karar verebilme, üstün idrak ve anlayış gücüdür (Râzî, Kurtubî). Kur’an-ı Kerim, peygamberlere hükümden başka ayrıca hikmet (Âl-i İmrân, 3/81) ve hususî bir ilmin de verildiğini vurgular (Yusuf, 12/22; Enbiyâ, 21/74; Meryem, 19/12). Peygamberlere verilen hüküm nasıl kendisinde asla şüpheye ve nefsânîliğe yer olmayan hüküm ise, onlara verilen ilim de, kendisinde asla cehaletin yeri bulunmayan, eşya ve hadiselerin manâ ve hakikatine nüfuz, insanın iç dünyasını, nefsin hallerini tanıma ve onu terbiye ilmidir (Râzî). Her ne kadar peygamberlik Cenab-ı Allah’ın bir lûtf u ikramı ise de, onda en azından onun derinlikleri, hattâ lâzımı olan hüküm ve ilim, söz konusu âyetlerde (Yusuf, 12/22; Kasas, 28/14) açıkça ifade buyrulduğu üzere, peygamberlerin ihsan sahibi, yani Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmelerinin (Müslim, İman, 1; Tirmizî, İman, 4), yaptıkları her işi mükemmel yapmalarının mükâfatıdır. Dolayısıyla, onlara verilen hüküm ve ilimde, ihsanının, takvasının derecesine göre başka mü’minler de pay sahibi olabilirler (Bakara, 2/269; Mâide, 5/44; En’âm, 6/122; Enfâl, 8/29; Hadîd, 57/28).

Peygamberler Arasında Farklılık ve Onlar Arasında Fark Gözetip Gözetmeme
Mü’min olmanın, yani imanın altı şartından biri, peygamberliğe ve eksiksiz olarak bütün peygamberlere iman etmektir. Hepsine iman etmek manâsında peygamberler arasında ayırım yapılmaz, yapılamaz: (Risalet misyonunun zirvesi) o Resûl, (vahiy yoluyla Kur’an ve Sünnet olarak) kendisine Rabbisinden her ne indirildiyse ona iman etti; mü’minler de (iman ettiler). Her biri, Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti de, “(İnanma hususunda) O’nun resûllerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız” dediler (Bakara, 2/285 [Kurtubî, İbn Kesir]). De ki: “Biz (hiç şirk koşmadan) Allah’a, bize indirilen (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberlere indirilen (Sahifelere ve vahye); ve Musa’ya, İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil’e) ve (bütün) nebîlere Rabbilerinden verilen (ilim, hüküm, hikmet ve peygamberliğe) iman ettik. (İman etmede) hiç birini diğerinden ayırmaz, (hepsine aynı şekilde, aynı derecede iman ederiz). Biz, (ne indirmiş, ne vermişse hepsini kabul ederek) Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş Müslümanlarız.” Kim, İslâm’dan başka bir din arzu eder ve ararsa, (bilsin ki) bu, ondan asla kabûl edilmeyecektir; o, Âhiret’te de kaybedenlerden olacaktır (Âl-i İmrân, 3/84–85). [İbn Kesir]


İman noktasında peygamberler arasında herhangi bir ayırım söz konusu olmamak ve buna izin verilmemekle birlikte, peygamberler nebîler ve resûller olarak ayrıldıkları gibi, aralarında küllî ve hususî faziletlerde farklılıklar, dereceler vardır.

Hz. Allah (c.c.), önce bütün yaratılmışlar içinde Hz. Âdem’i, Hz. Nûh’u, Hz. İbrahim’in Ailesi’ni ve İmrân Ailesi’ni seçmiş, onları her türlü kötü sıfat ve nitelikten tasfiye edip, en güzel vasıflar ve en üstün melekelerle donatmış [Râzî], tasfiyenin de ötesinde onları bizzat süzüp, insanlık içinde tertemiz bir hülâsa kılmış, hattâ onları âdeta bir hülâsa olarak var etmiştir [Elmalılı Hamdı Yazır]. İşte Allah, peygamberliği önce Hz. Âdem ve ondan gelen tertemiz bir kanalda, sonra Hz. Nuh ve ondan yürüyen tertemiz bir kanalda var kılmış, bu kanalı bilâhare Hz. İbrahim, iki oğlu Hz. İsmail ile Hz. İshak, dolayısıyla bu iki peygamberden yürüyen tertemiz iki kolda, bir de Hz. Musa ile Hz. İsa’yı meyve veren İmran Ailesi’nde devam ettirmiştir. Cenab-ı Allah, bu tertemiz kanallar içinde var ettiği resûllerin de bazısını bazısından mutlak fazilette, bazılarını da hususî faziletlerde üstün kılmıştır: O resûller ki, kimisini kimisine üstün kıldık. İçlerinde Allah’ın hususî tarzda konuştuğu vardır; kimisini de Allah, derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya ise, apaçık deliller (mucizeler) verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs’le destekleyip güçlendirdik (Bakara, 2/253).


 Bütün âlimler, Şûrâ Sûresi 13’üncü âyette Şeriat sahibi resûller olarak anılan Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamber Efendimiz’in resûller içinde en büyük ilk beşi teşkil ettiği ve bunların Kur’an’da ülü’l-azm (üstün azim sahibi) diye nitelenen (Ahkâf, 46/35) resûller olduğu konusunda müttefiktir. Yukarıda meali verilen Bakara, 2/253 âyeti ise, resûller arasında husûsî bazı faziletlerdeki üstünlüğe temas etmektedir. Resûller arasında her resûlün içinde görevlendirildiği kavmin karakterinin, ayrıca içinde yaşadığı zamanın ve şartların gerektirdiği irşad görevi çerçevesinde belli hususlarda fazilet ve derece farkı bulunduğunu şu veya bu şekilde ortaya koyan daha pek çok âyet vardır. Meselâ, Allah, Hz. İbrahim’i (a.s.) halîl edinmiş (Nisâ, 4/125), Hz. Musa ile hususî konuşmuş (Nisâ, 4/164), Hz. İsa’yı Kendi’nden bir ruh kılmış (Nisâ, 4/171) ve Rûhu’l-Kudüs’le desteklemiştir (Bakara, 2/253). Bunun gibi, Kur’ân-ı Hakîm, pek çok peygamberi bir arada zikrettiği yerde (En’âm, 6/84–90), Hz. İshak, Yakup, Nuh, Davut, Süleyman, Eyyup, Yusuf, Musa ve Harun’u muhsin, Hz. Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’ı sâlihler olarak anar. Hz. İdris’i sabrı ve sâlih oluşuyla (Enbiyâ, 21/85–86); Hz. Yunus’u Allah’ı çok tesbih eden (Enbiyâ, 21/88; Sâffât, 37/143); Hz. Eyyub’u sabırlı ve evvâb olmasıyla (Sâd, 38/44) zikreder. Kur’an’da iki kardeş peygamberden Hz. İsmail sâlih, sabırlı, sözünde sâdık, Rabbin rızasını kazanmış ve hayırlılardan olarak söz edilirken (Enbiyâ, 21/85–86; Meryem, 19/54–55; Sâd, 38/45), Hz. İshak’tan Din’i uygulamada güç ve basiret sahibi, temizlenmiş, seçilmiş ve hayırlılardan olarak bahsedilir (Sâd, 38/45–47). Bu iki peygamber arasında bir fark daha vardır ki, Kur’an Hz. İsmail’i ğulâm-ı halîm (yumuşak huylu ve sabırlı oğul) olarak öne çıkarırken (Sâffât, 37/101), Hz. İshak’ı ğulâm-ı alîm (çok âlim bir oğul) olarak anar (Hıcr, 15/53). Peygamberler arasında yine dikkat çekici bir farklılık olarak, Hz. Yusuf, bir sûrede ve tam beş âyette muhsin olmakla övülür (Yusuf, 12/22, 36, 56, 78, 90). Yine, Sâffât Sûresi’nde, (37/109, 120, 130) Hz. İbrahim, Hz. Musa ile Hz. Harun ve Hz. İlyas(în)’e sadece “Selâm olsun!” denilerek selâm edilirken, Nûh’a âlemler içinde selâm olsun denir (âyet: 79) ve böylece bütün varlıkların Hz. Nuh’a insanlığın ikinci babası olarak medyuniyeti dile getirilir.

Üç Farklı Özellik

Bu konuda misalleri çoğaltmak mümkün olmakla birlikte, resûller arasında dikkat çekici üç önemli farklılığa daha dikkat çekmek daha önemli görünmektedir. Bunlardan biri, bazı resûllerin risalet misyonları çerçevesinde bazı imtihanlara tâbi tutularak başka önemli görevlere de hazırlanması ve bu görevlerin gerektirdiği makamın kendilerine bahşedilmesidir. Meselâ, Hz. İbrahim (a.s.), ateşe atılma, akrabasından Hz. Lût’un kavminin helâk edilmesi, oğlu Hz. İsmail’i kurban etmesi emri gibi ağır imtihanlardan geçtikten sonra insanlara imam kılınmıştır (Bakara, 2/124). Hz. Davut, hüküm ve kazâ konusundaki imtihanı vermesi üzere insanlar arasında hükmetmek için halifelik (Sâd, 38/26); oğlu Hz. Süleyman ise, tahtı üzerine bir cesedin bırakılmasıyla imtihan edilmesinin ardından, tarihte başka kimseye nasip kılınmayacak meliklikle şereflendirilmiştir (Sâd, 38/35). İlgi çekicidir ki, Kur’an-ı Kerim, bu iki resûlden, yani Hz. Davut ve Hz. Süleyman’dan söz ederken, her ikisine de hüküm ve ilim verildiğini bilhassa anmakta (Enbiyâ, 21/ 79) ve böylece hilâfet ve meliklik için gerekli iki önemli değere dikkat çekmekte, ayrıca, bu her iki resûlün sahip bulundukları yüksek dünyevî makamlara rağmen Allah’a yakın ve O’na çok yalvaran güzel kullar olduklarına vurgu yaparak (Sâd, 38/17, 25, 30, 40), halifelik ve melikliğin ibadet, kulluk, göz yaşı ve evbe ile bir arada yürümesi gerektiğine telmihte bulunmaktadır.

Resûlleri karşılaştırırken dikkat çekici ikinci nokta, misyonları gereği karakterlerinde ve bazı tutumlarında kendini gösteren farklılıklardır. Bir hadis-i şerifte de kendisine dikkat çekilen bu farklılık (İbn Hanbel, 7/ 487 ; Beyhakî, 6/ 321), isyankâr kavimleri hakkında Hz. İbrahim ve Hz. İsa ile, Hz. Nuh ve Hz. Musa’nın yaptığı dualarda ortaya çıkmaktadır. Hz. İbrahim, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların birçoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse o da Sen’in merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Ğafursun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36); Hz. İsa, “Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ve Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin.” şeklinde münacatta bulunurken; Hz. Nuh, “Ya Rabbi, yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nuh, 71/26); Hz. Musa da, “Ey bizim büyük Rabbimiz, mahvet, sil süpür onların (Firavun ve kavminin) servetlerini ve kalplerini şiddetle sık! Belli ki o acı azabı görmedikçe onlar imana gelmeyecekler!” (Yunus, 10/88) diyerek dua etmektedir. Hz. İbrahim ile Hz. İsa’nın, H. Nuh ile Hz. Musa’nın duası birbirine benzerken, Hz. İbrahim ile Hz. İsa’nın birbirine benzer duası arasında bile dikkat çekici bir farklılık olarak, Hz. İbrahim duasını Cenab-ı Allah’ın Ğufran ve Rahmet dergâhına gönderirken, Hz. İsa İzzet ve Hikmet dergâhına göndermektedir.

Resûller arasında göze çarpan bir diğer farklılık, her birinin Cenab-ı Allah ile olan münasebetidir. Konu gereği burada sadece, yukarıda mealini naklettiğimiz duaları birbirine benzeyen Hz. Nuh ile Hz. Musa’nın Allah ile olan münasebeti arasındaki farklılığa kısaca temas edeceğiz.

Hz. Nuh (a.s.), Tufan öncesi kendisinin, anne-babasının ve ailesi içinde mü’min olanların ve erkek-kadın bütün mü’minlerin bağışlanması için dua etmişti (Nuh, 71/28). Tufan başlamadan önce de Cenab-ı Allah (c.c.), ona ailesi içinde mü’min olanları ve diğer mü’minleri gemiye almasını emretti (Hûd, 11/40). Hz. Nuh, oğullarından birinin gemiye binmemiş olduğunu görünce onu gemiye davet etti. O ana kadar, onun mü’min olduğunu düşünüyordu; çünkü inkârına ait bir şeyini ihtimal görmemişti. Ama oğlunun davetine icabet etmeyip, boğulup gittiğini görünce, “Yâ Rab! Oğlum da (mü’min olarak) aileme katılanlardandı. Senin, (mü’min olarak aileme dâhil olanları kurtaracağına dair) va’din de elbette haktır ve Sen hâkimler Hâkimi’sin.” diye inledi. Allah, ona şöyle cevap verdi: “Ey Nuh! O, senin ailenden değildi; çünkü onun bütün hayatı, yanlış inanç, yanlış tavır ve davranış üzerine kuruluydu. O halde, hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın bir meselede Ben’den istekte bulunma. Sana emrim odur ki, sen cahilce bir davranış içinde olamazsın.” (Hûd, 11/46)

Hz. Musa (a.s.), Tur Dağı’nda Cenab-ı Allah’ın Kelâmına mazhar olunca, O’nu görme isteğinde bulundu. Cenab-ı Allah da, Kendisini görmesinin mümkün olmadığını, yanıbaşındaki dağa yapacağı tecellide eğer dağ yerinde kalırsa, Kendisini görebileceğini buyurdu. Ama Cenab-ı Allah’ın bir lem’acık Kudret tecellisi karşısında dağ toz haline gelirken, Hz. Musa da, yıldırım çarpmışçasına yere düşüp bayıldı. Kendine gelince tesbihte bulundu ve tevbe etti. Cenab-ı Allah’ın mukabelesi ise şöyle oldu: “Ey Musa! Ben seni seçtim, seni risaletle ve hitabıma mahzar kılmakla insanlar üzerinde bir mevkie çıkardım. Şimdi sen, (senin için olmayanı talepten vazgeçerek) sana ne vermişsem onu al ve karşılığında şükredenlerden ol!” (A’râf, 7/143–144)

Âyetlerden anlaşıldığı üzere, Cenab-ı Allah’ın Hz. Nuh’a cevabı Allah ile Resûlü arasındaki münasebete has celâl edâlı bir itab ifade ederken, Hz. Musa’ya cevabında ihtar, ama iltifat yüklü bir ihtar söz konusudur. Hz. Nuh niyaz peygamberi olarak görülürken, Cenab-ı Allah ile olan münasebeti içinde Hz. Musa, daha başka pek çok âyetin de ortaya koyduğu üzere (Tâ-Hâ, 20/39–41; Kasas, 28/24), baştan itibaren bir naz peygamberi gibi görülmektedir. Bu hususun misalleri çoksa da, bu kadarla yetineceğiz.

Peygamberler Arasında Peygamber Efendimiz (s.a.s.)
Peygamberler de mânen terakki ederler. Bunu, “Seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı? Elbette senin için her zaman işin sonu başından (bir sonraki an, bir önceki andan) daha hayırlıdır” (Duhâ, 93/7, 4) âyetlerinden açıkça anlıyoruz. Denebilir ki, Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen resûller risalet zincirinin ana halkaları, kol başları olup, “İşte bu seçkin zatlar, Allah’ın hidayet verdiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü!” (En’âm, 6/90) âyetinin de işaret ettiği üzere, her biri, diğerlerinden önde olduğu husûsî fazilet noktasında Peygamber Efendimiz’e, o kendi kemâl arşına ulaşıp da hepsini geride bırakıncaya kadar rehberlik etmiştir.


 Yukarıda isimleri geçen ülü’z-azm resûllerin zikredildiği Şûrâ Sûresi 13’üncü âyette önce Hz. Nuh, ardından Allah Resûlü, sonra da tarih sırasıyla Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa anılmaktadır. Hz. Nuh, tarihte kendisine ilk şeriat verilen resûl olarak önce anılmış, Allah Resûlü hemen ondan sonra zikredilmekle, en büyük bu beş resûlün de en büyüğü olduğu ima edilmiştir. Nitekim benzer bir sıralamanın yapıldığı Ahzab Sûresi 7’nci âyette, önce şeriatları nazara alınmadan umumî olarak peygamberler dendikten sonra Allah Resûlü önce zikredilip, ardından Hz. Nuh ve diğer üç en büyük resûle yer verilmektedir. Ayrıca, Şûrâ Sûresi 13’üncü âyette diğer peygamberlere verilen şeriat için hususiyet kapsamı içinde tavsiye etme/emretme kelimesi kullanılırken, Peygamber Efendimiz’in Şeriatı için vahyetme kelimesi kullanılmış ve böylece onun şeriatının bütün önceki şeriatların esaslarını ihtiva eden evrensel ve kıyamete kadar geçerli bir şeriat olduğu belirtilmiştir.

Allah Resûlü’nün peygamberler arasındaki müstesna yerini tesbit için Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda âyet vardır. Gerçi o muallâ Zât, kendisini diğer peygamberlerle mukayese etmek gibi bir davranışta hiçbir zaman bulunmamış, bunun da ötesinde, peygamberlerin ulaşılamaz büyüklükleri ve günahsızlıkları hakkında ümmetinin zihninde, kalbinde zerrece bir şüphe olmaması için açıklamalar da yapmıştır. Meselâ, bir yahudi Medine çarşısında, “Hz. Musa’yı insanlar üzerine seçen Zât’a yemin olsun!” deyince, Ensâr’dan bir zat, “Rasülullah aleyhissalâtu vesselâm aramızda iken böyle dersin ha!” diyerek adama çıkışmış, durum Peygamber Efendimiz’e aktarılınca, o, erişilmez büyüklüğünü gösteren şu açıklamada bulunmuştur: “Ben, (Sûr’a ikinci defa üfürüldüğünde) başını ilk kaldıran olacağım. O anda, Arş’ın ayaklarından birini tutan Hz. Musa (aleyhisselâm) ile karşılaşırım. Bilemem, o başını benden önce mi kaldırdı, yoksa o, (Sûr’a ikinci üflenişte) Allah’ın çarpılıp yıkılmaktan istisna tuttuklarından mıdır? Kim de, ‘Ben Yünus ibnu Metta’dan daha hayırlıyım (üstünüm) derse, şüphesiz yalan söylemiş olur.” (Tirmizî, Tefsir, [39], 9) Yine, bir kişi kendisine “Ey yaratılmışların en hayırlısı!” diye hitap edince hemen, “Bu söylediğin, İbrahim (aleyhisselâm)’ın vasfıdır!” buyurmuş (Müslim, Fedail, 150), yine bir münasebetle kerem sıfatını en çok Hz. Yusuf’a yakıştırarak, “Kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu kerim, İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup oğlu Yusuf’tur!” demiştir (Buharî, Enbiyâ, 19). Hz. İbrahim’in Cenab-ı Allah’tan kendi kapasitesine göre yakînde zirveye ulaşma talebi konusunda da (Bakara, 2/260) kimsenin zihninde o büyük peygamberin yakîni konusunda şüphe uyanmaması için hemen, “(İbrahim, şüpheden en uzak kişidir.) Biz, şüphe etmeye İbrahim’den daha yakınız!” (Buharî, Enbiyâ, 11; Müslim, İman, 238) açıklamasını yapmıştır.

İnsanlığın İftihar Tablosu, böyle davranıyordu. Ama onun bu tavrı, bizim onun Cenab-ı Allah’ın ilân buyurduğu müstesna büyüklüğünü ifade etmemize mani olmasa gerektir. Bu konuda, müfessirlerin dikkat çektiği hususlardan birkaç tanesini denizde damla mesabesinde olarak nakledeceğiz. Gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerekse eldeki Kitab-ı Mukaddes nüshalarında misyon itibariyle Peygamberimiz’le mukayese edilen Peygamber Hz. Musa olduğu için de (Müzzemmil, 73/15; Tesniye, 18: 17–20), ayrı bir çalışma konusu olan bu hususa girmeyerek, karşılaştırmamızı bu iki müstesnâ resûl çerçevesinde yapacağız.

Hz. Musa (a.s.), kavmiyle Kızıldeniz’e ulaştığında, arkalarından ordularıyla Firavun yetişir. Kavminin, “Eyvah, yakalandık!” telâşı karşısında Hz. Musa, “Asla! Rabbim benimledir, bana (kurtuluş) yolunu gösterecektir!” der (Şuarâ, 26/61-62). Peygamber Efendimiz (s.a.s.), hicret esnasında benzer bir duruma maruz kalır. Yanında Hz. Ebu Bekir (r.a.) olduğu halde Sevr mağarasına sığındığında, kendisini takip eden Mekkeli müşriklerden bir ekip mağara ağzına kadar gelince Hz. Ebu Bekir endişe izhar eder. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ise şöyle der: “Üzülme, Allah bizimledir!” (Tevbe, 9/40). Hz. Musa (a.s.), kendisi adına konuşur, yani “Rabbim benimledir; bana kurtuluş yolunu gösterecektir!” derken, Peygamber Efendimiz, “Allah bizimledir!” diyerek, Hz. Ebu Bekir’i sözüne dahil etmekte, hattâ ümmeti adına konuşmaktadır. Bu, risalet ve liderlik hususlarında Hz. Musa’nın kavminden ayrı tekil konumuna işaret ederken, Efendimiz’in liderliğinin, misyonunun ve İslâm’ın bu konudaki kuralının bütün toplumu kuşattığı ve âdeta toplumla paylaşıldığını gösterir. Bundandır ki Kur’an, modern devletlerin yerine getirdiği kamu görevlerini ortak vazife olarak toplumun kendisine yükler. İslâm’da paylaşma, ortak sorumluluk alma, yardımlaşma ve istişare esastır. Ayrıca, Hz. Musa (a.s.), Cenab-ı Allah’tan “Rabbim” diyerek kendi adına ve O’nun kendisiyle olan hususî münasebeti noktasında söz ederken, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ise, Cenab-ı Allah’ı, O’nunla olan münasebeti noktasında ve bütün isimlerinin manâsını içine alan has ismiyle “Allah” olarak anar. Bu da göstermektedir ki, O’nun Allah ile olan münasebeti evrenseldir ve bütün varlıkları temsil etmektedir. Ayrıca bu, onun misyonunun da evrensel olduğunu gösterir. Yine, Hz. Musa, “Rabbim bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” diyerek, O’ndan beklediği yardımı gelecek zamanla ifade etmiştir. Efendimiz ise, “Allah bizimledir!” diyerek, O’nunla münasebetinin ve O’ndan beklentilerinin, O’na tevekkülünün her zaman için aynı olduğunu ve zamanla kayıtlı bulunmadığını ortaya koymuştur.

Hz. Musa (a.s.) Firavun’a gitme emrini aldığında Cenab-ı Allah’a yaptığı duasında ilk olarak göğsünün genişletilmesini diledi (Tâ Hâ, 20/25). Hz. Musa’nın dua ile istediği bu hususun, İslâmî terminolojideki adıyla inşirâh veya inbisatın Allah Resûlü’ne baştan bahşedildiğini Cenab-ı Allah (c.c.), Resûlü’ne minnet sadedinde zikreder: Biz, senin göğsünü açıp genişletmedik mi? (İnşirâh, 94/1). İnbisat, insanlarla olan münasebetlerde kalbin şer’î sınırlar çerçevesinde herkesi kucaklayabilecek, onları yumuşak söz ve sevimli halleriyle memnun edebilecek bir genişliğe ulaşması, herkese seviyesine göre konuşup davranabilme manâsına gelir. Kişinin Allah ile olan münasebeti açısından ise, Allah’a olan yolculuğun başında korku ile ümidin bir arada bulunduğu bir hâl, yolun sonuna varmışlar için ise İlâhî huzuru, Cenab-ı Allah’ın huzurunda bulunmayı sürekli hissetmekten kaynaklanan ve ister istemez dışarı yansıyan bir itmi’nan halidir. Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.) çevresindeki herkese karşı samimiydi. Küfür, şirk, şahit olduğu günahlar karşısında için için yanıp kavrulsa, herkesin âkıbeti hakkında endişelerle iki büklüm olsa da, yüzünden tebessüm eksik olmaz, herkesi seviyesince konuşup muamele eder ve maruz kaldığı her türlü kötü ve kaba muameleye şikâyetsiz tahammül ederdi. (Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/165)


Sonuç Yerine

Müfessirler tarafından yapılan ve sınırlı bir çalışma çerçevesinde aktarabildiğimiz bu iki karşılaştırma dışında, Peygamber Efendimizin diğer peygamberler arasındaki yerini tesbit için elbette daha pek çok misaller verilebilir. Meselâ, manevî açıdan olduğu kadar, bütün bir hayata ve varlıklara bakan, yani ontolojik veya Allah’ın Rahmâniyetine ayna olması yanıyla da çok önemli manâlar ihtiva eden, Seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik (Enbiyâ, 21/107) âyeti; başka kitaplarda olmayıp sadece Kur’an’da yer alan ve hakkında bir Yahudi’nin Hz. Ömer’e “Kitabınızda bir âyet var ki, o âyet bizim kitabımızda olsaydı, onun indiği günü bayram ilan ederdik” dediği, Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâm’ı beğendim (Mâide, 5/6) âyeti, söz konusu edilebilecek âyetlerden sadece iki tanesidir. Ayrıca, Kur’an’ın diğer kitaplar arasındaki yeri de, Peygamber Efendimiz’in diğer peygamberler arasındaki yerini tesbit bakımından çok önemlidir. Çalışmamızın başında vahyi ele alırken kısaca temas ettiğimiz bu hususa meselâ bir diğer misal olarak, İbrahim Sûresi’nin birinci ve beşinci âyetlerini verebiliriz. Birinci âyette, Bir Kitap ki, insanları Rabbilerinin izniyle karanlıklardan nûra, Azîz Hamîd Olan’ın Yolu’na çıkarasın diye O’nu sana indirmekteyiz denilerek Kur’an vahyinin evrenselliği ifade buyrulurken, beşinci âyette Nitekim Musa’yı da, “Halkını karanlıklardan nûra çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat!” diye âyetlerimizle göndermiştik buyrularak, hem Hz. Musa’nın risaletinin, hem de ona verilen Kitabın bir kavimle sınırlı olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Yine, A’râf Sûresi 154’üncü âyetinde Musa’ya, bir hidâyet rehberi ve bir rahmet olarak Kitab’ı vermiştik denmekte, buna karşılık 157’nci âyette Kur’an hakkında, İşte size Rabbinizden apaçık bir delil, hidayet rehberi ve bir rahmet geldi buyrulmakta, yani hidayet rehberi ve rahmet olmanın Tevrat için bir fonksiyon veya niteleme ifade ettiği, buna karşılık Kur’ân’ın bizatihî hidayet ve rahmet, hidayet ve rahmetin ta kendisi olduğu beyan buyrulmaktadır. Yine, Kur’ân’ın çok yerinde Cenab-ı Allah Peygamber Efendimiz’e, ey Resûl, ey Nebî diye hitapta bulunarak onu misyonuyla anmakta ve böylece “Mutlak zikir kemaline masruftur (bir şey, bir isim veya sıfat kayıtsız olarak anıldığında, onu temsil eden en büyük zata delâlet eder)” kaidesine göre, O’nun nübüvvet ve risaletin en büyük temsilcisi olduğuna işarette bulunmaktadır.


Son sözü İmam Bûsırî’ye bırakalım:
O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır,
Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırır.



Ali Ünal