๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 10 Ekim 2010, 15:59:40



Konu Başlığı: Efendimiz in s.a.s. varlıkla ünsiyeti
Gönderen: Sümeyye üzerinde 10 Ekim 2010, 15:59:40
EFENDİMİZ’İN (S.A.S.) VARLIKLA ÜNSİYETİ

Aslında, imanın da, marifetin de, ilâhî alâkanın da insan ruhuna kazandırdığı biricik hakikat sevgidir. Bunların alıp götürdükleri ise, kinler, nefretler ve zaaflardır.. evet, iman, marifet ve sevgi, insanı bütün varlıkla birleştirir.. ve aynı zamanda onu kesretin
ızdırap ve acılarından kurtararak kendi iç dünyasındaki
yalnızlığın, vahşetini Hak'la beraberliğin iksirleriyle erittirip ona
yaşadığı hayatı kâse kâse bir zevk gibi sunar.

Peygamberler insanlığın yolunu aydınlatmak üzere Allah tarafından görevlendirilmiş üstün meziyetli insanlardır. Geldikleri topluma hayatın nasıl yaşanması gerektiğini öğretir ve kendileri de bizzat yaşayarak topluma örnek olurlar. Efendimiz (s.a.s.) ise son peygamber olması hasebiyle topyekün insanlığa rehber olarak gönderilmiştir. Onun risaleti belli bir toplum, bir zaman ve bir mekânla sınırlı değildir. Dolayısıyla görevi, sadece Araplarla değil, bütün insanlıkla ilgilidir. Belli bir zaman dilimine değil, gönderildiği çağdan itibaren kıyamete kadar gelecek bütün zamanlara hitap etmek, insanlara hayatın nasıl yaşanması gerektiğini öğretmektir. Bu itibarla o, çağlar üstü bir mesaj sunmuş ve her devri kapsayacak biçimde bir hayat tarzı ortaya koymuştur. Biz burada Efendimiz’in hayatından sadece varlıkla ünsiyetini bir kesit olarak alıp, onun nasıl bir düşünce yapısıyla, nasıl bir psikolojiyle varlığa baktığını ve ilişkilerinde nasıl müspet bir insan olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

İnsanın gerek sosyal, gerekse tabii çevresiyle ünsiyet etmesi, uyum göstermesi, aldığı zihin eğitimine, kazandığı bakış açısına, inandığı değerler sistemine bağlıdır. Bediüzzaman Hazretleri bir kâfir ya da fasık ile bir mü’minin bakış açılarını karşılaştırdığı İkinci Söz’de konuyla ilgili şu mütalaayı yapmaktadır: Bir inkârcı ya da fasık gafil nazarında şu dünya, umumi bir mâtemhanedir. Bütün canlılar, ayrılık ve yok olma sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise; ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Mü’min nazarında ise dünya Rahman’ın zikredildiği bir yer, beşer ve hayvanların talimgâhı ve insan ve cinlerin imtihan meydanıdır. Bütün hayvan ve insan ölümleri ise; terhisattır. Hayat vazifesini bitirenler, bu dâr-ı faniden, manen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler. Ta yeni görevlilere yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün hayvan ve insan doğumları ise; askere almak, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün canlılar, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sesler ise, ya vazife başlarkenki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve rahatlama veya çalışma neşesinden neş’et eden nağmelerdir. Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerim’inin ve Mâlik-i Rahim’inin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır.

Bu ikinci bakış açısı mü’minler için tutulması gereken bir yoldur. Yalnız, mü’min olan herkes de varlığa aynı nazarla bakamamaktadır. “Elbette ki bu konuda herkesin duyup zevk etme ufku farklı farklıdır. Çevrelerine basiretleriyle bakabilen ve ihsasları itibarıyla derinleşip mârifet ve ruhanî hazların zirvesine ulaşan hassas ruhlar, sathîler sathîliklerinde emekleye dursunlar, kim bilir ne engin hayâller içinde yüzer durur ve talihlerinin sonsuza açık ufuklarında ne sırça saraylar kurarlar.” (F. Gülen, Bir Bakış Açısı, Sızıntı, Kasım 2004). Dolayısıyla insanları ve diğer varlıkları birer dost, munis birer arkadaş görüp kaynaşmak da var, kendini yok etmeye odaklanmış birer düşman görüp korkmak, uzaklaşmak da. Diğer varlıkları şuursuz, cansız, camid görmek de var, canlı, şuurlu, belli bir vazifeyi eda eden memurlar olarak görmek de. Her iki durum da düşünce ve duygu dünyamızın yapısı ile alakalıdır.

Elbette ki varlıkları, kendi hayatını devam ettirmek için başkasını yok etmeye çalışan nesneler olarak gören kimseyle, bunları, yaşatmak için birbirleriyle yardımlaşan şuurlular olarak gören kimse bir değildir. Onlara sadece maddeci bir nazarla bakıp, anlamsız, gayesiz görenle; “Yeryüzü, gökyüzü ve bu ikisinde olanlar her ne varsa Allah’ı tesbih ederler, O’nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız” (İsra, 17/44) ayetinin penceresinden bakıp da bir serzakirin etrafında zikreden dervişler gibi gören kimsenin zihin dünyası aynı olmayacaktır. Bir mü’min için kâinat, Recâîzâde’nin dediği gibi; “Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”

“Aslında, iman nuruyla bakabilenler için, şu iç içe güzellikler Hakk’ın zatına birer burhan; insan ise, o burhanları gören, duyan, okuyan, seslendiren bir tercümandır. Bütün eşya, onu akıl, şuur, his ve gönlüyle yerli yerinde değerlendiren talihlileri fizik ötesi âlemlerin derinliklerine uyarır; zamanla onların ruhlarına melekûtî sırlar akmaya başlar, zihinleri âdeta bu sırların havzı hâline gelir, kalpleri de tecelli avlama rasathanelerine dönüşür.” (F. Gülen, Müslüman Ufkundan Dünya ve İçindekiler, Sızıntı, Aralık 2003).

Efendimiz (s.a.s.) de varlığa bu zaviyeden bakıyor, münasebetini ona göre kuruyordu. Onun varlığa bu nazarla bakmaması, böyle görmemesi mümkün değildi, zira Kur’ân’ın öğretisi böyledir. Efendimiz (s.a.s.)’in nazarında bütün mahlûkat Allah’ın varlık ve birliğinin şahitleri, yüce Yaratıcının sanat eserleri ve mü’minler için birer tefekkür tablosudur. Onun zihin dünyasını bu yönde inşa eden Kur’ân-ı Kerim idi. Bir gece namazında Efendimiz (s.a.s.)’in ağladığını gören Hz. Bilal (r.a.), neden ağladığını sormuş, Allah Resulü de Âl-i İmran sûresinin son ayetlerinin indiğini beyan etmiş, sonra da “Yazıklar olsun bu ayetleri okuyup da düşünmeyenlere” buyurmuştu (Müttaki, Kenz, I, 570). Böyle buyuran Efendimiz (s.a.s.)’in kendisinin varlıklar üzerinde düşünmemesi elbette düşünülemez. Nitekim teheccüde kalktığında gökyüzüne bakar, Âl-i İmran sûresinin, “Yeryüzünün ve göklerin yaratılışında, gece gündüzün farklı oluşunda akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmran, 3/190) ayetinden itibaren bu son ayetlerini okurdu (Buhari, Teheccüd 6). Gece namazlarında da zaman zaman Âl-i İmran sûresinin son 10 ayetini (190-200. ayetlerini) okuduğu rivayet edilmiştir (Ebu Davud, Salat 26).

İşte burada Peygamber Efendimiz’in hayatından vereceğimiz bazı örnekler, O’nun varlığa bu ikinci zaviyeden nasıl baktığını ve ünsiyet ettiğini göstermektedir.

İnsana Ünsiyet

Allah’ın yarattığı ve vahiyle yücelttiği insan şüphesiz ki kâinattaki varlıkların en değerlisi ve en üstünüdür. Bu yüzden Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) varlıkla ünsiyetinin merkezinde insan vardır. Yani öncelikle insana ünsiyet eder. “Mü’min ülfet eden ve kendisine ülfet edilendir. Ülfet, ünsiyet etmeyende ve kendisiyle ülfet, ünsiyet edilmeyende hayır yoktur” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/335) buyurur. İnsanla ünsiyet tesis etmede ilk basamak gülümsemek, onlarla selamlaşmak ve hal-hatır sormaktır. Ünsiyeti devam ettirmek içinse, sevdiğini söylemek, insanlarda gördüğümüz farklılıklarının farkında olduğumuzu belli etmektir. Bu tutum insani ilişkilerde daha baştan pek çok kapıyı açacaktır. Efendimiz’in bu yönünün farkında olan Mekke müşrikleri hicret öncesinde onu öldürme planları yaparken içlerinden birinin söylediği şu söz bu gerçeği çarpıcı biçimde dile getiriyor: “Muhammed’in (s.a.s.) güler yüzlülüğü ve konuşması meşhurdur. Gider bir kavmi kendine bağlar, sonra bize savaş açarlar.” (Mahmud Es’ad, İslâm Tarihi, s. 527).

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) insanlarla sabah karşılaştığında hal-hatırlarını ve geceyi nasıl geçirdiklerini sorardı (Heysemi, Mecma, 10/143). Selamlaşıp hal hatır sorma, alaka kurmanın en asgari şartı olduğu gibi, ünsiyet etmenin de alametidir. Ama bu, alakanın devam etmesi için yeterli değildir. Bunun şuurunda olan Efendimiz insanlarla aralarındaki alakayı sıcak tutmak için onların iyi özelliklerini öne çıkarır ya da gündelik farklılıklarının farkına vardığını belli ederdi. Böylece onlara iltifat etmiş, ilişkiyi sıcak ve canlı tutmuş olurdu. Bir defasında Hz. Ammar (r.a.) Efendimiz’in (s.a.s.) evine gelir, girmek için izin ister. Efendimiz onun sesini tanır ve ‘İzin verin.’ buyurur. Ammar içeri girdiğinde Efendimiz (s.a.s.) ona, “Merhaba ey tayyib mutayyeb” diye hitap eder. (Aliyyü’l-Muttaki, Kenzü’l-ummâl, 8/526). Bu iki kelime onun hem manen temiz, hem de yıkanıp koku sürünmek suretiyle maddeten temizlendiğini ifade ediyor. Bu hadiseden de anlaşıldığı gibi Efendimiz insanların iyi özelliklerini veya hallerini öne çıkararak onlara iltifatta bulunuyor, gönül alıyordu. Yine Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) sakallarını sarıya veya kırmızıya boyamış kimseleri gördüğünde onlara “Merhaba ey sarıya ve kırmızıya boyananlar” diye hitap ettiğini görüyoruz (Muttaki, Kenz, 6/669). Bu da farklılıkların farkında olduğunu belli etmenin insanlar üzerinde ne derece tesir meydana getirdiğini iyi bildiğini göstermektedir.

Bunun bir örneğini de ilim öğrenen talebeler için yaptığı hitapta görüyoruz. Efendimiz (s.a.s.) öğrencilere hitaben: “Mehaba ey ilim öğrenenler! İlim öğrenenleri melekler kuşatır, kanatlarıyla onlara gölgelik yaparlar. Sonra talep edilen şeye muhabbetlerinden ötürü ta dünya semasına ulaşıncaya kadar üst üste gelirler.” buyurmuştur (Muttaki, Kenz, 10/160). Yine bir defasında ilim öğrenenleri gördüğünde, “Merhaba size ey hikmet pınarları, karanlığın lambaları, elbiseleri eski, kalbi yeni olanlar ve her bir kabilenin reyhanları.” diye hitap etmiştir (Muttaki, Kenz, 10/260). Bu ikinci hadiste Efendimiz’in ilim öğrenenleri tavsif için kullandığı ifadelerin onları ne kadar motive ettiği hususu izahtan varestedir.

Bir başka örneği de, Ezdlileri gördüğünde Allah Resulü’nün onlara yaptığı hitapta görüyoruz. Ezd kabilesinden insanlarla karşılaştığında onlara “Merhaba ey insanlarının yüzleri güzel, kalbleri cesaretli, ağızları temiz, emanete riayetkâr Ezdliler” diye hitap etmiştir (Muttaki, Kenz, 12/85). Bu onlara kuru, laf olsun diye yapılmış bir iltifat olmayıp gerçeği yansıtmaktadır. Bu sözler Ezdlilere iyi hallerinin devamı hususunda müthiş bir motivasyon sağlamakta, ama aynı zamanda başkaları için de hayatta ulaşılması gereken bir hedefi işaret etmektir.

Onun insana gösterdiği ünsiyet, kurduğu münasebet, ruh halinin ne kadar olumlu olduğunun işaretlerini taşımaktadır. İnsanların ruh halleri ve karakterleri farklı; arzu, istek ve emelleri çeşitli, ilgi ve meyilleri değişik olduğundan ünsiyet etmek kolay değildir. Bu farklılıkların her biri insanın önünde bir engel oluşturur ve onu diğer insanlardan uzaklaştırır. Ama Efendimiz bu zorlukları kolayca aşar ve başkalarıyla aralarında çabucak bir alaka peyda eder ve bunu da devam ettirirdi. Zira insanlara peşin fikirlerle, ön yargılarla bakmaz, onları oldukları gibi kabul eder ve onlarla münasebet ağı kurmanın yollarını arardı.

Kabirdekilerle Hasbihal

Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) insanla ünsiyetinin nasıl olduğunu gösteren bir başka tablo ise mezarlıklardan geçerken kabirde yatanlara selam vermesi ve onlarla hasbihal etmesidir. İnsan ölmüşlerle alakanın koptuğunu, onlarla iletişim kurulamayacağını zanneder, ama onların da kendilerine göre bir hayatlarının olduğunu bilen Efendimiz (s.a.s.), kabirlerden geçerken şöyle seslenirdi: “Selam ey mü’minler yurdunun sakinleri! İnşallah biz de size katılacağız.” (Müslim, Cenaiz 102) Hz. Peygamber Bedir kuyusunun yanından geçerken müşriklerin ölülerine, “Ben Rabbimin bana vadettiğini buldum. Siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçekten buldunuz mu?” diye seslenmiştir. Bunun üzerine Hz Peygamber’e “Toprak olmuş kemiklere mi sesleniyorsunuz?” denilince, Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki söylediklerimi onlar sizden daha iyi duyuyor, fakat cevap vermiyorlar.” buyurmuştur (Buhari, Cenaiz 87; Nesai, Cenaiz 117). Uhud’da, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), şehitlerin başında durmuş ve “Şehadet ederim ki, bunlar, Allah katında diridirler. Onları ziyaret edin, onlara selam verin. Allah’a yemin ederim ki, onlar selam verenin selamını alırlar.” açıklamasını yapmıştır. (Heysemi, Mecmauz-zevaid, 3/60). Demek ki kabirde yatanlar ölüdür deyip geçmemek, onlarla tanışıklık edip selamlaşmak, hasbihal etmek gerekiyor.

Diğer Varlıklarla Ünsiyet

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) varlıkla ünsiyetinde her ne kadar insan merkeze alınsa da, maddi-manevi diğer varlıklarla da ünsiyet ettiği, olumlu münasebetler kurduğu görülmektedir. Bu durum onun insan dışındaki varlıklara hitap şeklinde açıkça gözükmektedir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) nazarında insan dışındaki diğer maddi-manevi varlıklar da tıpkı insan gibi telakki edildiğinden onlara şuur sahibi manevi şahsiyetlermiş gibi hitap edilmiştir. Varlığa böyle bir hitap, sözün tesirinin yanında hitap edenin psikolojisinin ne kadar olumlu, düşüncesinin ne kadar duru ve tabii çevreyle uyumunun ne kadar mükemmel olduğunu da gösterir. Kur’ân-ı Kerimde de mevcut olan bu hitap biçimi aynı zamanda bir öğretidir. Mesela, Hz. İbrahim ateşe atıldığında Allah (c.c.) “Ey Ateş! İbrahim’e serin ve selamette ol (onu yakma)” (Enbiya, 21/69) diye hitap etmiştir. Nuh tufanı olduğunda da yine Cenab-ı Hak yere göğe hitap ederek “Ey Yer! Suyunu yut ve Ey Gök! Sen de suyunu tut.” (Hud, 11/44) buyurmuştur. Şu ayetlerde de yine gök cisimleri ile gece ve gündüz tıpkı insanlarmış gibi resmedilmektedir: “Bakın: Gündüzün sinip gizlenen yıldızlara... Dolaşıp dolaşıp yuvalarına, yörüngelerine giren gezegenlere... Geçmeye başladığı dem geceye… Nefes almaya başladığı dem sabaha kasem ederim.” (Tekvir, 81/18) Edebiyatta tecrid veya teşhis adı verilen bu söz sanatının örneklerine Allah Resulü’nün hitap tarzında da sıkça rastlamaktayız.

Güne Merhaba


Efendimiz’in (s.a.s.) manevi varlığı şuurlu bir şahsiyet gibi telakki edip ona hitap etmesinin örneklerinden birini sabah vakti veya yeni gün oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) sabah güneş doğduğunda şöyle derdi: “Merhaba ey yeni gün ve ey yaptıklarımıza şahit olup amellerimizi yazan melek! Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla yazın. Şehadet ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın resulüdür. Ve şehadet ediyorum ki din bütünüyle Allah’ın vasfettiğidir. Yazan da Allah’ın inzal ettiği gibi yazmıştır. Ve şehadet ediyorum ki kıyamet saati gelecektir ve bunda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerde olanları diriltecektir.” (Muttaki, Kenz, 2/632). Bu sözde Efendimiz yeni güne şahsiyet vererek, hem yeni günü, hem de amellerimizi yazan meleği, sabaha mü’min olarak girdiğine, yeni güne mü’min olarak başladığına şahit tutmaktadır. Onun yolunun yolcularından olan Şah-ı Nakşibendî Hazretlerinin de Evrâd-ı Kudsiyye’sinde Efendimiz’i örnek alarak “Merhaba, merhaba ey yeni sabah ve yeni günün mutluluk veren ilk saatleri!” hitabıyla sabah ve mutluluk getiren yeni güne ‘Hoş geldin.’ dediğini görüyoruz.

Kışa Merhaba

Efendimiz’in (s.a.s.) manevi varlıkla ünsiyetinin nasıl olduğunu gösteren diğer bir şey de kış mevsimidir. O, her şeyin olumlu bir yanını görüp onu öne çıkardığı gibi, soğuk olması hasebiyle insanların pek soğuk baktığı kış mevsimini, bir misafirmiş gibi, sıcak bir şekilde karşılar, ona merhaba der ve onun rahmet vesilesi olduğunu ifade ederdi. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde; “Merhaba ey kış! Bu mevsimde rahmet iner. Gece ibadet edenler için kışın gecesi uzun, gündüzünde oruç tutanlar için gündüzü kısadır.” (Muttaki, Kenzü’l-ummâl, 12/322) buyurmuştur. Varlığa böyle bakmak ve böyle bir karşılama yapmak, bunu yapan kimsenin duygu dünyasının ne kadar renkli, düşünce dünyasının ne kadar canlı ve hayal dünyasının ne kadar geniş olduğunu gösterir.

Evdekilere Selam

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yalnız da olsa kendini yalnız hissetmezdi, zira o biliyordu ki, yalnız değildi. Manevî/ ruhanî varlıkla birlikte yaşıyordu. Bu yüzden eve girdiğinde evde insan olmasa bile selam verirdi. Hatta geceleyin geldiğinde uyuyanları uyandırmayacak, uyanık olanın da duyabileceği şekilde selam verdiği rivayet edilmektedir. (Müslim, Eşribe 174). Yine Efendimiz “Kim şeytanın yanında yatmasını ve yemeğinden yemesini istemiyorsa eve girince selam versin, yemeğe başlarken besmele çeksin.” buyurmuştur (Heysemi, Mecma’, VIII, 41). Bu hadiste Efendimiz, insanın yalnız olmadığını, manevî varlıklarla beraber yaşadığını, insanın bunun bilincinde olması gerektiğini, dolayısıyla onlardan melekler ve cinlere selam verilmesini, şeytanların ise insanın yediklerine ortak olmamaları için besmele ile başlanmasını emir ve tavsiye buyuruyor.

Yeni Mahsul Meyveye İltifat

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) varlıkla ünsiyetinin bir başka tezahürü de yeni mahsul meyveleri karşılama biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu da adeta bir seremoniyi hatırlatmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kendisine ilk mahsul meyve ikram edildiğinde onu öper ve “Rabbimiz! Bize turfandasını yedirdiğin gibi sonunu da yedir.” diye dua ederdi. Sonra da onu çocuklardan başlayarak yanındakilere ikram ederdi. (Şâmî, Sübülü’l-hüdâ ve’rreşâd, 7/317-318). Efendimiz’in bu tavrı, varlığa bakış açımızı ve onunla ünsiyetimizin sebebini anlatan şu ifadelerde anlamını bulmaktadır: “Hislerimizin heyecanla köpürdüğü, duyuş ve sezişlerimizin değiştiği, idrak ufkumuzun derinleşip farklılaştığı bu türlü durumlarda çok defa gündelik alâkalardan sıyrılır; bütün bu olup bitenlerin perde arkasına yönelir ve öteleşmenin ruhlarımıza kazandırdığı genişlikle şu her zaman görüp temâşâ ettiğimiz kâinatları, bağrında yaratıldığımız tabiatı, Sevgili’nin kaleminden dökülmüş harfler, kelimeler, şiirler gibi duyar ve mırıldanır; O’nun neyinden dökülen nağmeler gibi dinler ve heyecanlanır; O’nun tığından çıkmış dantelâlar gibi temâşâ eder, hayret ve takdirlerle karşılar; sonra da karşılaştığımız bütün bu şeyleri öper öper başımıza kor, koklar koklar yüzümüze-gözümüze sürer ve bu vuslat koridorunda vuslat demlerine denk unutulmayacak dakikalar yaşarız.” (F. Gülen, Bir Bakış Açısı)

Saça İkramı Tavsiye

Bir hadislerinde aleyhi ekmelü’t-tahâyâ Efendimiz “Kimin saçı varsa ona ikram etsin.”
(Ebu Davud, Teraccül 3) buyurmaktadır. Bu hadiste saç, adeta bir insan gibi telakki edilmiş, bir misafir şahsiyeti verilmiş ve ona ikram edilmesi istenmiştir. Saça, ihtiyacı olan yıkama, temizleme, tarama ve gerektiğinde yağlama yoluyla bakım yapma tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye, yıkama, temizleme, tarama, yağlama gibi manaları verecek lafızlarla ve bir emir kalıbıyla da yapılabilirdi, ama böyle yapılmamış, üslubu çok nezih ve insanın duygularını okşayan bir tonda yapılmıştır. Bu da dilin farklı kullanımlarının insan üzerindeki etkisinin farkında olan Efendimiz’in bunu varlıkla ilişki dünyasına nasıl beliğane yansıttığını göstermektedir.

Hilale Hitap

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in varlıkla ünsiyetinin bir başka tezahürü de yeni hilal göründüğünde ortaya çıkıyor. Peygamberimiz (s.a.s.) yeni hilali gördüğünde onu tıpkı beklediği bir misafirmiş gibi karşılar ve adeta onunla hoşbeş ederdi. “Hilal hayır ve rüşddür” buyuran Efendimiz, “Seni yaratan ve kavislendirene iman ettim.” (Heysemi, Mecma’, 10/142) diye ona hitap ederdi. Bu hitap da gösteriyor ki Efendimiz onunla, karşısında sanki kendisini anlayan bir insan varmış gibi iletişim kuruyor.

Mekânlara Hitap

Fahr-i kâinât Efendimiz coğrafî mekânlarla da ünsiyet eder, onlarla sanki birer dost gibi hitap ederdi. Bunun en bariz örneğini hicret esnasında Mekke’ye yaptığı hitapta görüyoruz. Efendimiz hicret ederken Mekke’ye şöyle seslenmişti: “Ey Mekke! Bütün dünyada en çok sevdiğim yer sensin! Senin evlatların duvarların arasında beni huzur içinde bırakmıyor. Eğer çıkarmasalardı senden çıkmazdım.” (İbn Mâce, Menâsik 103). Âdeta ana kucağından zorunlu olarak ayrılan bir çocuğun duygu ve düşüncelerini yansıtan bu sözler, Efendimiz’in doğduğu ve içinde 53 yıl yaşadığı Mekke’yi tıpkı bir ana kucağı gibi gördüğünü ifade etmektedir.

Allah Resulü’nün coğrafi mekânlara bakışının bir örneğini de Uhud dağını gördüğünde söylediği şu sözlerde görüyoruz: “Uhud bir dağdır. O bizi sever, biz de onu severiz” (Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübrâ, 5/322-323). Bu ifadelerde Uhud savaşında dağın kendisini sevdiği için hamilik yaptığı telmih edilmekte ve bu yüzden bir vefa borcu olarak kendisinin de onu sevdiği bildirilmektedir. Onun yolunun yolcularından birinin, ilişkili olduğu mekânlara vefasına işaret eden şu sözleri ne kadar da anlamlıdır: “Kahve içtiğim bir yerde bir daha oturmamayı o mekana vefasızlık sayarım. Geçtiğim bir yoldan bir daha geçmemeyi vefasızlık sayarım.” (Nuriye Akman, Gurbette Fethullah Gülen, s. 23)

Hatıraya Değer Verme

Varlıkla ünsiyetin bir başka göstergesi de hatırası olan şeylere değer vermektir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) insanların çeşitli münasebetlerle birbirlerine takdim ettikleri hediyelere veya kullandıkları eşyalara da değer atfederdi. Şu hadise Efendimiz’in (s.a.s.) insanlar nazarında hatıra değeri taşıyan şeylere nasıl baktığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır: Bedir savaşında müşrikler safında bulunup, Müslümanlara karşı çarpışan damadı Ebu’l-As esir düşmüştü. Esirler fidye ile esaretten kurtuluyorlardı. Ebu’l-As’ın fidye olarak vereceği parası yoktu. Mekke’de bulunan eşine yani Efendimiz’in (s.a.s.) kerimesi Zeyneb’e (r.a.) haber gönderdi. O da esirler arasında bulunan kocasını kurtarmak için annesi Hz. Hatice’nin (r.a.) kendisine düğün hediyesi olarak taktığı kolyeyi fidye olarak gönderdi. Efendimiz (s.a.s.) o kolyeyi gördüğünde 25 yıllık hatıratı gözünde canlandı. Bu duygulu tablo karşısında gözleri yaşaran Efendimiz (s.a.s.), “Bir annenin hatırasını kızına bırakmak icap etmez mi?” buyurarak kolyeyi iade etti ve Ebu’l-As’ı serbest bıraktı. (Ö. Rıza Doğrul, Asr-ı Saadet, 1/242). Bir başka hadise de, sütannesi Halime’nin kabilesi Huneyn savaşında esir düştüklerinde kendisinden süt emdiği kişi sebebiyle onları serbest bırakmasıdır. Sütkardeşi Şeyma, Evtas savaşında esir düştüğünde de yine eski hatıratı gözünde canlanmış, ganimetlerden hediyeler vererek onu serbest bırakmış, ailesinin yanına göndermiştir.

Yine ciz’u’n-nahl olarak bilinen, Efendimiz’in (s.a.s.) mescitte kendisine dayanarak hutbe irad ettiği hurma kütüğü, minber yapıldıktan sonra mescitten atılacak olması karşısında üzüntüsünden inleyerek ses çıkarması sebebiyle Efendimiz (s.a.s.) onu mescitte bıraktırmıştır. Bu hadise de Efendimiz’in hatırası olan şeyler karşısındaki âlicenaplığını göstermektedir.

Sonuç

Buraya kadar verdiğimiz örnekler gösteriyor ki, Peygamber Efendimiz (s.a.s), varlığa şuursuz cansız nesnelermiş gibi bakmıyor, aksine onları, Allah’ın sanat eserleri, güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının birer tecelligâhı görüyor ve ünsiyet ediyordu. Zaten canlı-cansız bütün varlık da ona “hoşamedi”de bulunmaya can atıyor, O’nun ünsiyet atmosferine girme aşkıyla yanıp tutuşuyordu.


Dr. Muhsin Toprak