Konu Başlığı: Efendimiz in s.a.s. peygamberliğinden önceki hâli Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Ekim 2010, 16:59:08 Efendimiz'in (s.a.s.) Peygamberliğinden Önceki Hâli Bütün nebiler masumdur. Nebiler Serveri ise, masumlar üstü masumdur. Çünkü O, nebilerin sultanı, efendisi ve bütün varlığın yaratılış gayesidir. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik öncesi durumunu ele almadan önce enbiya-ı izâmın peygamberliklerinden önceki durumlarıyla alâkalı genel bir çerçeve arz etmekte fayda mülâhaza ediyoruz. Peygamberlerin İsmeti Peygamberler (aleyhimüsselâm) gerek vahiy sonrası gerekse öncesinde küfür (inkâr) ve şirk günahından masumdurlar. Bu konuda Sünnî1, Mutezilî2 ve Şiî3 ekollerinin ittifakı/icmaı vardır. Peygamberlerin çocukluk, gençlik ve olgunluk zamanları peygamberlik dönemlerinin âdeta basamakları ve merdivenleri mahiyetindedir. Zîrâ halkı Hakka davet eden insanların bi’set sonrasında olduğu gibi, öncesinde de hâlleri tertemiz olmalıdır ki, muhataplarına emniyet ve itimat verebilsin. Risaletin gerektirdiği sıfatlar açısından konuya dikkat çeken Nureddin Sabunî şöyle der: Peygamberi risalete layık kılan sıfatlardan biri, asrında yaşayan insanların en akıllısı olması, diğeri, en güzel ahlâka sahip olmasıdır.4 Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de اَلْمُصْطَفَيْنَ اْلأَخْيَارِ (Sa’d, 38/47) tabiriyle onların bu donanımları dikkatlerimize arz edilir. Bu, “hayırlılar içinden seçilmiş” demektir. Yani peygamberler, daha işin başında, insanların en hayırlılarıdırlar. Fakat en hayırlıların hepsi peygamber değildir; peygamberler, onlar arasında da en mümtaz olanlardan seçilir. Kimi kelâm âlimleri Kur’ân’da peygamberlerle alâkalı olarak yer alan bazı ifadeler için makul bir mahmilin bulunamaması durumunda, ‘bunun bi’setten önce vuku bulmuş olduğuna’ hamledilmesi gereği üzerinde dururlar. Erken dönem Maturîdî kelâmcılarından Fahru’l-İslâm Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî (v.493) bu görüşün doğru olmadığına dikkat çeker ve ‘peygamber, peygamber olarak yaratılır.’5 der. Fıkh-ı Ekber şarihleri de korunma işinin peygamberler için peygamberlikten önce de sonra da sabit olduğunu ifade ederler.6 Biz ikinci görüşün daha ihtiyatlı bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Zîrâ onlar bu dönemde peygamber olmasalar bile birer peygamber adayıdırlar, bu itibarla da yine özel bir inayet altındadırlar. Mantıken de bunun böyle olması gerekir. Çünkü sonradan ümmetlerinin önüne model/rehber şahsiyet olarak çıkarılacak olan bu zevatın geçmişlerinde de bir açık ve falso bulunmamalıdır ki, insanlar, güvenleri zedelenmeden tereddütsüz, itirazsız onlara ittiba edebilsinler. Meselâ, putperest bir babanın ocağında yetişmesine rağmen küçük yaşlarından itibaren Hz. İbrahim (a.s.) gerek babasına gerekse içinde bulunduğu inkârcı topluluğa/kavme karşı tevhid inancı adına sergilemiş olduğu olağanüstü mücadele, peygamberlerin ortamları ne olursa olsun, onların Allah tarafından hususi bir inayet altında tutulup korunduklarını göstermektedir. Ve yine Allah (c.c), Hz. Musa’yı Firavun’un sarayına yerleştirmişti. Ama onun terbiyesini ne annesine ne de Firavun’a bırakmıştı; zihnini ve kalbini yabancı düşünceler etkilemesin diye -“(Ey Musa sevilmen) ve benim gözetimimde yetişmen için sana kendimden bir sevgi bıraktım” (Tâhâ, 20/39) âyetinin şehadetiyle- terbiyesini bizzat Allah kendi nezaretine/gözetimine almıştır. Allah (c.c) bununla bize, Firavun ocağı gibi son derece menfi bir yerde bile –ileride peygamber olarak görevlendireceği bir kulunu- küfür ve günahların tesirinden uzak tutup koruduğunu göstermiştir. Şimdi bunu yapan Allah (c.c), elbette diğer enbiyayı da hususiyle ‘hâtemunnebiyyîn’ olan Peygamberimiz’i nübüvveti öncesinde muhtemel günah risklerine karşı hususi bir koruma altına alacaktır. Peygamberimiz’in Vahye Mazhar Olmazdan Önceki Hâli Yüce Allah, âlemlere rahmet olarak gönderdiği has ve güzide kulu Hz. Muhammed’i (s.a.s) peygamberliği öncesinde de korumuş ve üzerine cahiliye karanlığının düşmesine asla fırsat vermemiştir. Şimdi bu hususu birkaç açıdan değerlendirmeye tâbi tutalım. Tarihin Şahadeti Peygamberliği öncesi hayatında da O’nun (s.a.s) şirki/inkârı çağrıştıran bir sapmaya (dalâlete) düştüğüne tarih şahit olmamıştır. Kaynaklarımızda bunun aksini gösterecek bir delil mevcut değildir. Tam aksine Buhârî ve Müslim’in Sahihleri başta olmak üzere muteber kaynaklarımız Hz. Peygamber’in (s.a.s) vahye mazhar olmadan önce de Nur dağında yer alan Hira mağarasında belli aralıklarla Hak’la halvet için inzivaya çekildiğini (tehannüs) bildirirler.7 Bu bağlamda İbn Hişâm’ın “tehannüs” kelimesine dair yaptığı izah oldukça önemlidir. Zîrâ bu izah Hz. Peygamber’in Hz. İbrahim’in dini üzere ibadet ettiğini söyleyen görüşü öne çıkarmaktadır. İbn Hişâm, Arap dilinde yaygın bir geleneğe göre ث harfi yerine ف harfinin kullanıldığını, yukarıdaki ibarenin de bu türden bir kullanım içerdiğini yani “tehannüs” kelimesiyle “tehannüf”ün kastedildiğini belirtmektedir.8 Tehannüf ise Hanifliğe yani Hz. İbrahim’in dinine uymak demektir.9 Esasında meşhur Hanîflerden Zeyd b. Amr ve Ebu Zerr el-Gifârî’nin cahiliye döneminde de sadece Allah’a secde ettikleri bilinmektedir.10 Nitekim Müslim’in Sahih’inde yer alan bir rivayette Hz. Ebu Zerr’in bisetten önce de namaz kıldığı açıkça ifade olunur. (Muslim, Fedâilu’s-Sahâbe 132) Şimdi Hanîflerin yolu bu ise, Hanîf denince akla ilk gelmesi gereken bir Zat’ın (s.a.s) diğer Hanîflerden farklı bir yol tutması düşünülebilir mi? Allah Rasulü bi’setten önce de zihin ve kalb dünyası pırıl pırıl ve tertemiz bir Hanîf idi. Nitekim Aliyyu’l-Kârî, Fahruddin Razî’nin de iştirak ettiği bu hususu bize şu cümlelerle aktarır: Gerçek şu ki, Hz. Muhammed (s.a.s), Hz. İbrahim (a.s) ve diğer peygamberlerin şeriatından, gizli vahiy ve sadık keşifler yoluyla kendisine zâhir olan (görünen) hak üzere amel ederdi.11 Bediüzzaman Said Nursî de ‘Hz. Peygamber (s.a.s) nübüvvetten evvel nasıl ibadet ederdi?’ şeklinde yöneltilen bir soruya ‘Hz. İbrahim’in (a.s) Arabistan’da çok perdeler altında cereyan eden bakiye-i dini (Hz. İbrahim’in dininden kalan esaslar) ile’ cevabını vermiş ve ardından şu kaydı düşmüştür: ‘Fakat farziyet ve mecburiyet suretiyle değil, belki (doğrusu) ihtiyarıyla ve mendubiyet suretiyle ibadet ederdi.’12 Zihnen korunduğu gibi Allah Resulü kalbinin günahlarla yaralanması gibi durumlardan da -yine hususi bir inayetle- muhafaza edilmişti. O (s.a.s) kendi ifadeleriyle hayatında iki defa düğüne gitmeye niyetlenmiş, ikisinde de Allah, ona bir uyku hâli vermiş ve yolda uyuya kalmıştır.13 Allah Rasulü gitseydi, gözlerinin harama bakması muhtemeldi. Demek ki Allah (c.c.), O’nu muhtemel günah sınırına yanaştırmıyor ve koruyordu. Hâlbuki bu hâdiselerin olduğu sırada O, henüz peygamber olarak görevlendirilmemişti. Bu çerçevede üzerinde durulması gereken diğer bir hâdise de şöyle cereyan etmiştir. Hz. Peygamber, daha çocuktu. Kâbe’nin tamiri işine yardım etmeye çalışmaktaydı. Amcalarına taş ve kerpiç taşıyor ve sırtında taşıdığı taş ve kerpiçler çıplak olan tenini/omzunu acıtıyordu. Bu duruma şahit olan amcası Hz. Abbas (r.a), -taşın omzuna direkt temas etmemesi için- izârını/eteğini kaldırıp omzuna koymasını O’na tavsiye etmişti. O da öyle yapmıştı. (O devirde bu, herkesin gayet normal saydığı bir hareketti.) Hâdisenin devamı İmam Müslim’in Sahîh’inde Cabir b. Abdullah’tan mervi iki rivayetle şöyle anlatılır: Bunlardan birincisi, “… Fakat derhal yere düştü ve gözleri semaya dikildi, sonra kalkarak ‘Elbisemi ver elbisemi!’ dedi, amcası da esvabını (izârını) üzerine bağladı” şeklinde, diğeri “… Bunun üzerine Resûlullah izârını çözerek omzunun üstüne koydu. Fakat (böyle yapmasının ardından) hemen bayılarak düştü, artık o günden sonra bir daha bu hâlde görülmedi”14 şeklindedir. Bu hâdiseler bize açıkça şunu anlatmaktadır: Küçücük bir çocuk da olsa O, Allah’ın hususî terbiyesi altında yetişiyordu ve Allah (c.c), O’nu çocukken dahi günahtan koruyordu.15 Selim Aklın Delâleti Malumdur ki, ele-ayağa bulaşan maddî kirler olduğu gibi mânevî kirler de vardır. Bu cümleden olmak üzere, dalâlet ve bunlardan neşet eden münkerat da zihni ve kalbi saran mânevî kirlerdir. Meseleyi buradan bir noktaya intikal ettirmek istiyoruz: Âyette geçenضَالًّا kelimesi en kötü anlamıyla (yani şirk mânâsıyla) ele alınması durumunda bu bizi, peygamberliği öncesinde ‘Allah Rasulü’nün -hâşâ- kalben/zihnen kirlenmiş birisi olduğu’ sonucuna götürür. Bu ise kabul edilemez bir garabeti oluşturur. Zîrâ insanlığı maruz kaldığı kirlerden temizlemek için (Âl-i İmrân, 3/164; Cum’a, 62/2), o güne kadar kirli yaşamış birisinin görevlendirilebileceğini düşünmek ilâhî hikmetle telif edilemez. Kâinatın rengini değiştirecek bir nurla/ışıkla gönderilen insanın o güne kadar dalâlet karanlığında bırakılacağını düşünmek, başkasının değil, bu ancak aklen malullerin iddiası olabilir. İlm-i kelâm ve fıkhın imamı Ebû Hanife o güne kadar şirk karanlığında kalmak bir yana Allah Rasulü’nün ‘hayatında göz açıp yumma miktarı bir süreyle de (tarfete ayn) olsa şirk içinde bulunmadığını’ açıkça ifade eder.16 Celaleddin es-Suyutî ed-Durru’l-Mensur adlı eserinde Hz. Ali’den (r.a) naklen şöyle bir rivayete yer verir: Hz. Peygamber’e ‘hiç hayatında bir puta ibadet ettin mi? denilince ‘hayır’ dedi. Sonra ‘hayatında hiç şarap içtin mi?’ diye soruldu, ona da ‘hayır’ dedi ve şöyle buyurdu: “Ben iman ve kitabın (tafsilatının) ne olduğunu bilmiyor olduğum zamanda bile daima ‘onların üzerinde olduğu yolun küfür olduğunu’ bildim.” (Suyutî, ed-Durru’l-Mensur, Daru’l-Fikr, Beyrut 1993, VII, 364) Bu çerçevede Nureddin es-Sabunî’nin şu ifadesini de aktarmakta yarar görüyoruz: Hz. Peygamber’in (s.a.s) herhangi bir zaman diliminde bir lahza dahi olsun Haktan, hidayetten sapmış olması caiz olmaz, zîrâ böyle olsaydı, risaleti yüklenmeye layık olmazdı.17 Nasıl ki geleceğin erkân-ı harpleri, daha harp okullarında iken sicilleri itina ile tutulur ve sağa-sola kayıp kaymadığı hassasiyetle takip edilir, evet kırk sene sonra belli bir noktaya getirilecek bir insan -bütün bu kırk sene boyunca, kırmızıya mı boyandı, maviye mi boyandı, turuncuya mı boyandı, pembeye mi boyandı- bütün hâl ve davranışlarında gözetime tâbi tutulur, öyle de Cenâb-ı Hak, beşerî irşad kurmaylarını, ta çocukluklarından itibaren böyle takip eder ve korur.”18 Duhâ Sûresinde Mânâsı Yanlış Algılanan Bir Âyet ve İzahı Geçmişte itibar görmemiş bazı şaz ve cılız yaklaşımların son dönemde bazı zevat tarafından yeniden dillendirildiğine şahit oluyoruz. Taberî’nin tefsiri üzerinden açıkça seslendirilmeye çalışılan husus şudur: Kendisine vahiy gelmezden önceki devrede Allah Rasulü –hâşâ- şirk üzere bulunuyordu. Aslında böylesine yakışıksız ve densiz iddialar üzerinde sözü fazlasıyla uzatmış olduğumuzun farkındayız. Ancak -Allah Rasulü’nün ruhaniyetinden özür dileyerek- Taberî’nin tefsirinde yer alan ifadelerden ne anlaşılması gerektiği üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Taberî’nin وَوَجَدَكَ ضَالًّا kısmıyla ilgili olarak verdiği mânâ şudur: ‘(Allah) seni, bugün bulunduğun durumun dışında bir hâlde buldu.’ Bunun yanında müfessirimiz, bu âyetle şöyle bir mânânın da kast olunduğunu söyleyenlerin olduğunu belirtir: ‘Rabbin seni dalâlet ehli bir kavim içinde buldu ve sana doğru yolu gösterdi.’ Bu iki cümlelik izahın yanında Taberî bir de Süddî’den mervi bir söze yer verir ki o da şöyledir: كان على أمر قومه أربعين عاما "(Nebi), kırk yıl kavminin emri üzere oldu."19 Şimdi metinde geçen cümleleri maddeler hâlinde ele alacağız: 1- Bu âyetle ilgili olarak Taberî’nin bizzat kendi tefsiri olan ‘(Allah) seni, bugün bulunduğun durumun dışında bir hâlde buldu’ şeklindeki cümleye bakalım. Bu cümleden, şaşkın müddeîlerin iddialarını destekleyecek bir anlam çıkmaz. Şöyle ki Hz. Peygamber’in nübüvvetten önceki dirayet, ilim ve imanıyla nübüvvetten sonraki dirayet, ilim ve imanı arasında büyük bir fark vardı. Zîrâ Allah Rasulü vahye mazhariyeti sonrasında bu üç hususta da derin bir ufka/mertebeye ulaşmıştı. 2- ‘Rabbin seni dalâlet ehli bir kavim içinde buldu ve sana doğru yolu gösterdi’ şeklindeki diğer cümleye gelince: Bu müfessirimizin ikincil dereceden قيِلَ kaydıyla aktardığı bir cümledir. Esasında dikkatli bir nazar ve iyi bir niyetle bakıldığında bu cümlenin de ilk cümleden bir farkının olmadığı görülecektir. Zîrâ Peygamberimiz dalâlet ehli bir kavim içinde neş’et etmişti. Ve vahiy gelmezden önce de hak dinin/şer-i şerifin tafsilatından habersiz idi. Allah O’na indirdiği kitapla bilmediklerini bildirerek yürümesi gereken yolu göstermişti. 3- Tefsirde Süddî’ye atfen ‘(Nebi), kırk yıl kavminin emri üzere oldu’ şeklindeki söze gelince: Öncelikli olarak burada Taberî’nin metoduyla ilgili bir hususu hatırlatmakta yarar görüyoruz. Erbabı bilir ki Taberî, tefsirinde işlemekte olduğu mevzuyla alâkalı yakından veya uzaktan ilişkili ne tür haber/bilgi varsa onları sıralar. Bu, Taberî’nin bunları olduğu gibi kabul ettiği anlamına gelmez. Çoğu kere onları kritik de etmez. Nitekim burada da ne senet ne de metin kritiği yapmıştır. O bilgi kabîlinden böyle bir sözün de mevcut olduğunu hatırlatmakla yetinmiştir. Cümlenin ifade ettiği muhtevanın kritiğine gelince: Eğer Süddî kendisine atfolunan bu sözle, ‘Allah Rasulü bi’set öncesinde kavminin içinde bir şekilde varlığını sürdüren bir kısım dinî/tevhidî esaslar üzere yaşadı’ gibi bir anlamı düşünmüşse buna ‘evet’ deriz. Ancak bu sözle ‘Hz. Peygamber, nübüvvet öncesinde kırk yıl kavminde hâkim olan şirk anlayışı üzerine bulundu’ gibi bir mânâyı kastetmişse buna evet demenin mümkün olamayacağı açıktır. Zemahşerî, ‘böyle bir iddiadan Allah’a sığınırız’ der ve şunu ilâve eder: Bu olamaz, çünkü peygamberler –şirk ve inkâr bir yana- gerek nübüvvet sonrasında gerekse öncesinde büyük günahlardan olduğu gibi konumlarını zedeleyici küçük günahlardan da korunmuşlardır.’ O, bunun imkânsızlığına Hz. Yusuf’un ağzından sâdır olan “(Ben) atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz.” (Yusuf, 12/38) âyetini delil olarak serd eder. Ayrıca Zemahşerî, ‘bir peygamberin geçmişinde şirkin/inkârın bulunması, ona, kâfir muhatapları karşısında, bir kusur/eksiklik olarak yeter’ şeklinde bir hatırlatmada daha bulunur.20 Zemahşerî burada oldukça mühim bir noktaya dikkatleri çekmiş olmaktadır. Zîrâ bu durumda Hakk’a davet edilen inkârcı toplum, onun geçmişini yüzüne vurma ve onunla alay etme fırsatı yakalamış olacaktır. İşte bunun içindir ki, Allah (c.c) enbiya-ı izamın hayatında -inkârcıların diline dolayabilecekleri- bir falsoya/olumsuzluğa imkân vermemiştir. Şimdi buraya kadar arz etmeye çalıştığımız bilgilerin ışığında Duhâ Sûresi’nin yedinci âyetine nasıl bir anlam verilmesi gerektiği hususunu toparlayacak olursak; burada dalâl kelimesinin ‘kaybolma’ ve ‘habersiz/bilgisiz olma’ mânâlarından hareketle yapabileceğimiz muhtemel iki tefsir söz konusudur. Birincisi: Bu yaklaşım pek fazla öne çıkarılmamıştır. Fahruddin Razî gibi bazı müfessirlerimizin tevcihlerinden birisi olup şöyledir: Araplar çölde tek olan, âdeta, çölde kaybolmuş ağaca “dâlle” derler. Buna göre Hak Teâlâ sanki ‘o beldeler, sen hâriç, içinde Allah’a iman ve mârifetullah meyvesi taşıyan bir ağacı bulunmayan çöl gibidir. Binaenaleyh sen bu cehalet çölünde yetişen bir ağaç gibisin. Ben seni böylece tek, âdeta yitmiş olarak buldum ve seninle insanları hidayete erdirdim’ murad edilmiştir.21 İkinci olarak ise, bu fiilin ‘kaybolma’ anlamından hareketle şöyle bir mânâya da tefsirlerimizde yer verilmiştir: Allah (c.c.), Peygamberimiz’i, çocukluk yıllarında amcasıyla beraber çıktığı Şam yolunda geceleyin yolunu şaşırıp kaybolduğunda, bir vesileyle takip etmesi gereken yola koymuştur.22 Müfessir ve kelâmcıların çoğunluğu bu âyeti, ilgili fiilin ‘habersiz/bilgisiz olma ve yitik kalma’ anlamlarıyla birlikte ele alarak tefsir etmişlerdir.23 Şimdi Hamdi Yazır’ın, Cumhur-u ulemanın görüşlerini de hulâsa eden enfes yorumuna kısmî bir sadeleştirmeyle yer vermek istiyoruz: Allah Rasulü Allah’ın birliğine inanarak yetişmiş, hiçbir puta secde etmemişti. Ahlâkı temizdi, hiçbir kötü fiil işlememişti. Her hususta güvenilir olarak tanınmıştı. Dolayısıyla gerek şirk dalâleti, gerekse hevâ ve hevese göre amelde bulunma dalâleti O’nun kerim (asil) zatından uzak idi. Yüce Allah O’nu ta başından o gibi sapıklıklardan münezzeh kılmış ve O’na sağlam bir nazar (bakış ve görüş) bahşetmişti… O nübüvvetinden önce de kavminin, Arap müşriklerinin dinlerindeki bozulmayı görmüştü. Karşısında bulunan Yahudîlik ve Hıristiyanlık gibi iki dinin çığırından çıkmış olduğunu da sezmişti. Fakat girilmesi gereken yolun ve mücerret akıl ile idrak edilip kavranması mümkün olmayan Hak dinin ne olması lâzım geleceğini ve dünyayı sarmış olan bunalım içinden nasıl çıkılıp da Hakk’a erileceğini belirlemede mütehayyir idi. Kitap okumasını bilmez, cihana ruh verecek iman ve İslâm’ın tafsilatlı bir surette rükünlerinden, “.. Kuşkusuz sen daha önce bunlardan habersizdin” (Yusuf, 12/3); “Sen bundan önce kitap okuyan ve yazı yazan biri değildin..” (Ankebût, 29/48); “Oysa sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin” (Şûrâ, 42/52) –beyanlarında da belirtildiği üzere- habersiz idi. İşte burada وَوَجَدَكَ ضَالًّا buyrulması peygamberlikten önce ve çocukluk sıralarındaki dalâl (habersizlik ve hayret) hâline işarettir. Yani sen, peygamberlikten önce akılların yol bulamadığı hakikatler ve şer’î kurallardan habersiz ve yol arayan bir yitik hâlinde mütehayyirken (hayret içindeyken) Rabbin seni bulup da فَهَدَى hidayet buyurmadı mı? İndirdiği vahiy ve gönderdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek sana doğru yolu göstermedi mi?24 Allah Rasulü’nün nübüvvet öncesi insanlığın kurtuluşu adına Nur dağında yaşadığı sancılar işte bu kabîl bir düşünceden/idealden ortaya çıkıyordu. O’nda bir gaye ve ideal vardı; o da bu insanlar bu bataklıktan mutlaka kurtarılmalıydı. Ne var ki O’nun sınırı burada bitiyordu. İnsanlığın kurtarılma reçetesi, O’na ve O’nun düşüncesine ait değildi. O reçete doğrudan doğruya vahiy kanalıyla Cenâb-ı Hak’tan gelecekti.25 Bu çerçevede üzerinde durulmasında yarar gördüğümüz bir diğer nokta ise şudur: Bazıları bu âyette geçen ‘iman nedir, bilmezdin’ vurgusunu Peygamberimiz’in bi’set öncesinde imanla tanışık olmadığının delili olarak öne sürebilmekte ve bunu objektif gayret(!) olarak görebilmektedirler. Ne var ki ‘delildir’ diye sarıldıkları bu ifade, ‘kitap nedir, bilmezdin’ cümlesinin ardından getirilmiştir. Bununla Allah (c.c.), peygamberine şunu hatırlatmıştır: ‘Ey Nebi, sen, indirdiğim kitap vasıtasıyla bihakkın bilip tatmış olduğun böylesine derin bir imanı ve onunla alâkalı tafsilatı bundan önce bilmezdin.’ Zaten peygamberlerin nübüvvetlerinden evvel ve sonraki hayatlarında imandaki kuvvet ve ameldeki derinlik bakımından önemli bir farkın bulunduğu/bulunması gerektiği hususunda ulema arasında bir ihtilaf da söz konusu olmamıştır. Tabir yerindeyse bu fark, tomurcuğa durmuş bir fidanla, dal-budak salmış, yaprak ve çiçek açmış bir ağaç arasındaki fark gibidir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) bu âyete hangi sebeple muhatap olduğunu daha iyi anlayabilmek için mevzua bütüncül bir nazarla bakmak gerekir. Rivayetlere göre, Hz. Peygamber’e (s.a.s) gelen vahiy bir müddet kesilmiş, Cibrîl (a.s.) bu süre zarfında görünmemiş, bunun üzerine müşriklerden bazıları, ‘Rabbi Muhammed’e küstü, O’nu terk etti’ iddiasında bulunmuşlardır.26 Resûl-i Ekrem’i üzmek, güya O’nu ye’se düşürmek ve davasından vazgeçirmek için müşriklerin ‘Rabbi O’nu terk etti’ demelerine karşılık Cenâb-ı Allah, “(Ey Rasûlüm!) Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da” (Duhâ, 93/3) mealindeki âyeti indirmiştir. İşte Allah (c.c.) böyle bir şeyin olmadığını/olmayacağını, -o güne kadar rahmet ve inayetiyle O’nu nasıl çepeçevre kuşattığını örnekleriyle hatırlatarak- bildirmiştir. Bu cümleden olmak üzere ‘Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni insanlığın kurtuluşu adına ne yapacağını bilememenin hayreti (mütehayyirliği) içinde yol arayan bir hâlde bulup da sana yürümen gereken yolu göstermedi mi? Seni muhtaç bulup ihtiyaçlarını gidermedi mi?..’ buyurmuştur.27 *Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi Dipnotlar 1. Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 248; Sabunî, el-Bidaye, s. 53; Razî, Kitabu’l-Erbaîn fî Usuliddîn,Daru’l-Ceyl, Beyrut 2004, s. 323; Taftazanî, Şerhu’l-Akâid (Kestelli Şerhi içinde) Salah Bilici Kit., İstanbul tsz., s. 170. Devvanî, Celal, 82. 2. Abdulcebbar, Kadî, el-Muğnî, XV, 303; el-Hayyat, el-İntisar, s. 71-72. 3. Hıllî, İbn Mutahhar, Envâru’l-Melekût, Tahran 1338, s. 195. 4. Sabunî, el-Bidaye, s. 114. 5. Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akâidi, s. 245. 6. Bkz. Aliyyu’l-Karî, Şerhu’l- Fıkhi’l-Ekber, s. 51; Mağnisavî, Ebu’l-Muntehâ, Şerhu’l- Fıkhi’l-Ekber, Daru’n-Nil, İstanbul. 2007, s. 38; Beyadî, İşarâtu’l-Merâm an İbarâti’l-İmâm, s. 327. 7. Bkz. Buharî, Bed’ul-Vahy 3; Müslim, İman 252. Ahmed İbn Hanbel’in Müsnedinde de bu husus yer alır. İbn Hanbel rivayette geçen tehannüs ifadesinin ‘geceleyin yapılan ibadet’ anlamına geldiğini belirtir. Bkz. İbn Hanbel, Müsned, VI, 233. 8. İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîyretu’n-Nebeviyye, (Thk. Mustafa es-Sakâ, İbrâhîm el-Enbârî, Abdulhafîz eş-Şelebî), Dâru İbn Kesîr, Dimaşk 2005, s. 215. 9. Askalânî, Fethu’l-Bârî, I/34. 10. İbn Habîb, Ebû Cafer Muhammed, el-Muhabber, Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Basım yeri yok,1361, s. 171-172. 11. Bkz. Aliyyu’l-Karî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 54. 12. Bkz. Nursi, Mektubat, Şahdamar yay. İstanbul 2006, s. 411. 13. Bkz. Beyhakî, Ahmed b. Huseyn, Delâilu’n-Nubuvve, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 1985, II, 33-34. 14. Müslim, Hayz 240. Ayrıca benzer ifadelerle Buharî de bu olayı nakleder. Bkz. Buharî, Hacc 42. 15. Çünkü Hz. Peygamber gün gelecek dizin üst kısmını örtme vazifesiyle de görevlendirilecekti; insanlık O’ndan hayâ ve edep dersi alacaktı. 16. Bkz. Mağnisâvî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 41. 17. Bkz. Sabunî, el-Munteka Min Ismeti’l-Enbiyâ, s. 274. 18. Gülen, M. F., Sonsuz Nur, I, 466. 19. Bkz. Taberî, İbn Cerîr, Tefsiru’t-Taberî, el-Mektebetu’ş-Şamile (el-İsdaru’s-Sanî) , XXIV, 488. 20. Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 756. 21. Bkz. Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XXIII, 217. Ayrıca bkz. Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VII, 151. 22. Mesela bkz. İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, Kahraman yay., İst. 1985, VIII, 448. 23. Bkz. Maturîdî, Tevilât, X, 560-561; Razî, Mefatih’l-Ğayb, XXIII, 217; Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 756; Taftazanî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 58. 24. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5900. 25. M.F. Gülen, Sonsuz Nur, I, 459. 26. Bkz. Buharî, Tefsiru’l-Kur’ân ( 93) 1. 27. İlgili fiilin ‘yitme’ anlamından hareketle bu âyete şu anlam da verilebilir: “..Rabbin seni (o cahiliye insanları arasında) yitmiş/tek başına kalmış olarak bulup da dosdoğru yola koymadı mı?..” (Duhâ, 93/7) Doç. Dr. Yener Öztürk Konu Başlığı: Ynt: Efendimiz in s.a.s. peygamberliğinden önceki hâli Gönderen: Gülbahar Aktay üzerinde 18 Ocak 2015, 14:34:18 Hz peygamberimiz peygamberlikten öncede dürüst ve güvenilir bir kişiydi. Her zaman sevilirdi.
|