๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 10 Kasım 2010, 18:00:22



Konu Başlığı: Allah Rasûlü nün tefekkür hayatı
Gönderen: Sümeyye üzerinde 10 Kasım 2010, 18:00:22
Allah Rasûlü’nün Tefekkür Hayatı


(http://www.gulehasret.net/wp-content/uploads/2010/06/11061_167761778283_92878323283_3033848_8252352_n.jpg)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek yaşayışı, Rabbimizin kullarında görmeyi murâd ettiği mânevî tekâmül için tefekkürün ne kadar lüzumlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zîrâ O, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde kulluk ve ibâdete devam etmiş, gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyanık kalmış, Allâh’ın zikrinden, tefekkür ve murâkabesinden bir an bile uzaklaşmamıştır.

Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Efendimiz -aleyhissalâtü

vesselâm-’ın gece hayatından bir kesiti şöyle nakleder:

“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam oldu. O, bu hâldeyken Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okumaya geldiğinde Allah Rasûlü’nü perişan bir hâlde buldu. Âlemlerin Efendisi’nin ağladığını görünce:

«–Yâ Rasûlallâh! Sizi bu kadar mahzun ve mağmûm eden hâdise neyin nesidir? Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve şu âyetleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır.

Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve:

Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386)

İşte bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, güller üzerindeki şebnemleri imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Şüphesiz ki O, bu fermân-ı ilâhîye, daha risâlet vazîfesine başlamadan önce bile Hira Mağarası’ndaki inzivâ ve tefekkür hayâtı ile tâbî olmuş durumda idi. O’nun Hira’daki ibâdeti, tefekkür etmek, atası İbrâhim -aleyhisselâm- gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.1 O günlerde olduğu gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha sonraki hayâtında da dâimâ hüzünlü ve tefekkür hâlinde idi. Konuşması zikir, sükûtu tefekkür idi. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardı:

“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ediyorum.)”2

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin…” (Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81)

“Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Ali el-Müttakî, XVI, 121)

Ahmed er-Rifâî -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:

“Tefekkür, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilk amelidir. Nitekim bütün farzlardan önce O’nun ibâdeti Allâh’ın mahlûkâtını ve nîmetlerini tefekkürden ibâretti. Öyleyse siz de tefekküre iyi sarılın ve ibret vesîlesi yapın.”

Velhâsıl, ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Fahr-i Kâinât Efendimiz’e lâyık olabilmek için hayat ve kâinatta sergilenen derin hikmetlere gönül vererek tefekkür iklîminde yaşamaya çalışmamız îcâb etmektedir.

Âmâ Bir Sahâbînin Tefekkür Derinliği

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi altında yetişen sahâbe-i kirâmın hayat ve hâdiselere bakışta sergiledikleri tefekkür inceliği de muhteşemdir. İşte bunlardan biri:

Kadisiye Seferi’ne çıkılacağı zaman, âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- da büyük bir îman heyecanı içinde orduya iştirâk etmek istemişti. Fakat kendisine seferden muaf olduğu söylenince, o mübârek sahâbî büyük bir hüzne gark oldu. Yüksek bir îman ufku ve kulluk şuuru ile durumunu tefekkür edince de, kendisinin harpten muâf olduğunu söyleyenlere, -rivâyete göre- şu muhteşem cevâbı verdi:

“Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Ben âmâ olduğum için düşman kılıçlarını göremem, bu yüzden de cesâretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören İslâm askerlerinin de cesâret, kahramanlık ve heyecanı artar.”

Âmâ sahâbî İbn-i Ümm-i Mektûm’un bu hâli, gözü gören ve gücü yerinde olanlar için ne müthiş bir fiilî nasihattir…

Hayat ve Kâinâtı Tefekkür ile Okumak

Kâinatta hiçbir şey abes yaratılmamıştır. Yaratılışın hikmet ve gâyelerini her zerre lisân-ı hâl denilen, kendine has bir lisân ile beyân etmekte, gönülleri îmâna ve Allah muhabbetine çekmektedir. İşte gerçek tefekkür, bu beyanları lâyıkıyla okuyabilmektir.

Kâinattaki varlıkları, hayat ve hâdiseleri sırf baş gözüyle seyretmek, olgun bir idrâk için kâfî değildir. Seyredişin, bir de zihin ve gönlün müşterek faâliyeti olan tefekkür ile olgunlaştırılarak, ibret nazarıyla temâşâ sûretinde gerçekleştirilmesi îcâb eder. Ancak bu sâyede kâinattaki ilâhî kudret tecellîleri, rûha apayrı bir zindelik, kuvvet ve kemâlât kazandırır.

Aslında hiçbir şey, insanın tefekkür iştiyâkını, Kâinâtın Yaratıcısı’nın varlığına vâkıf olmak ve O’na muhabbet duymak kadar tatmîn edemez. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Kalbler, ancak zikrullâh ile itmi’nâna (hakîkî huzura) erişir.” (er-Ra’d, 28)

Rabbimiz, bu âlemde her şeyi ve her hâdiseyi, belli sebepler etrafında meydana getirmektedir. İlimler de bu sebepleri araştırmakla meşguldür. Fakat Müsebbibü’l-Esbâb, yâni sebeplerin sebebi ise, Cenâb-ı Hak’tır. Bu durumda insan idrâkini, sebepleri var eden Hak Teâlâ’ya ulaştırmayan her türlü ilim ve düşünce eksiktir; çıkmaz sokaklarda yorulmaktan ibârettir.

Boş yorgunluk ve çıkmazlardan kurtulmak için, önce Rabbimizin “oku” emrini ârifâne bir tefekkürle kavramalıdır. Sonra da bu emri hayatın bütün safhalarındaki hâdiselere tatbik etmelidir. Çünkü bu keyfiyet, insanı sebeplerin sebebine ulaştırarak “hikmet”in menbaına nâil eder. İdrâk ve şuurda olgunluk başlar. Akıl ve gönül, Cenâb-ı Hakk’ın her hâdisede ne murâd ettiğini kavrayabilecek bir hâle gelir.

Dolayısıyla, bu âlemde olup biten her şeyi îman penceresinden ibret nazarıyla temâşâ edip rûhu tefekkürle inkişâf ettirmek zarûrîdir. Neticede hâdiselerin özündeki ilâhî murâda dâir hikmet parıltıları, Allâh’ın izniyle damla damla gönle akacaktır.

Hikmetle Derinleşme Yolu: Tasavvuf

Nice âbide şahsiyetler yetiştirmiş olan tasavvufun özü de hakîkatte böyle bir feyz ve rûhâniyeti tahsilden ibârettir. Bu bakımdan tasavvuf, hikmetle derinleşerek Hakk’a doğru mesafe alma yoludur. O aslâ dünyadan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünmek ve ancak belirli bir evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir.

Yani tasavvuf, her şeyden önce mes’ûliyetimizi tefekkür etmektir, kendimizi muhâsebe hâlinde bulunmaktır, idrakte yol kat edebilmektir, iz’anda mesafe alabilmektir.

Kısacası her türlü nefsânî düşüncelerden kurtulmak ve ancak rûhânî tefekkürle derinleşmek ve bu tefekkürle de merhale merhale yücelerek nihayette ebedî mîrâca ermektir.

Böyle bir gönül mîrâcına erenlerden biri olan Hazret-i Mevlânâ, bu hâlin safhalarını ne güzel hulâsa eder:

O, zâhirî ilimlerle dolu olduğu safhayı «hamdım»; kalpte hikmet tecellîlerine nâil olup mâverâî ufuklara açıldığı safhayı «piştim»; kâinat kitabındaki hikmet, esrâr ve hakikatleri okumaya başladığı olgunluk ve vuslat devresini de «yandım» diyerek ifâde etmiştir.

İmâm Gazâlî -kuddise sirruh- da:

“Âriflerden olmak istersen; sükûtun tefekkür, bakışın ibret ve arzun tâat olsun. Zîrâ bu üç haslet, âriflerin alâmetidir.”

Bütün bunlar, tasavvuftaki rûhî olgunluğun gerçekleşmesinde tefekkürün ne kadar mühim bir yeri bulunduğunun çok açık ifâdeleridir. Çünkü mesele, kuru kuruya amel işlemek değil, onu rakik bir gönül, yani kalb-i selîm ölçüleri içerisinde Hakk’a arz eyleyebilmektir. Bu da elbette ki şuurlu bir tefekkür sahibi olmaktan geçer.

Tefekkür-i Mevt

Kalbin dirilişi ve rûhâniyetin inkişâfı, ancak nefsâniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âdetâ bunun usûlünü ifâde sadedinde:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Hakîkaten fânî dünya hayatı, ebedî âhiret hayatı yanında kısacık bir an gibidir. Anlık zevkler uğruna ebedî saâdeti zâyi etmek, ânı sonsuza tercih etmek, hangi aklın kârıdır?

Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın cesetleriyle doludur. Sanki üst üste çakışmış milyonlarca gölge gibi… Onlar da iki kapılı bir hân olan bu cihâna bir kapıdan girdiler, sonra nefsânî veya rûhânî davranış ve hislerle dolu dar bir koridor olan dünyâ hayatını yaşadılar, en nihâyet mezar kapısından geçip ebedî âleme intikâl ettiler. Yarın bizler de aynı durumda olacağız. Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün hepimiz için meçhul bir gün!

İşte tefekkür-i mevt, o meçhul gün gelmeden evvel ölümü çokça hatırlamaktır. Nefsânî taşkınlıklardan uzaklaşarak Rabbimizin huzûruna hazırlanmanın dâimî bir şuur hâline getirilmesidir. Gâye; ölümün ürkütücü manzaralarından kendimizi koruyup, ölümü güzelleştirebilmektir.

Rabbimizin beyânı çok açık ve nettir:

“Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57)

Velhâsıl hayat ve kâinât, ilâhî bir ibret dershânesi… Bizlere düşen de, bu dershânenin ihlâslı ve gayretli bir talebesi olabilmek… Fânî bir misâfirhâne olan dünyâda kalıcı edâsıyla oturma gafletine düşmemek…

İnsan tefekkür-i mevt netîcesinde nefs engelini aşarak âhiret azığını iyi tedârik edebilirse, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve mükemmel olan Allah Teâlâ’ya vuslatın mecbûrî bir şartı olarak addedilir. Böylece, ekseriyetle insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm, vuslat heyecanına dönüşür. Böyle ölümler, tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tâbiriyle “Şeb-i Arûs”, yâni düğün gecesidir…

a

Hâsılı tefekkür, en fazla muhtaç olduğumuz hasletlerden biridir. Rûhumuzun inkişâfı, îmânımızın kuvvet kazanması, ibâdetlerimizin huşû ile edâsı, muâmelâtımızın istikâmet bulması ve gönül ufkumuzun sadece dünyâ planda sıkışıp kalmaması, tefekkür hasletini lâyıkıyla yaşamamıza bağlıdır.

Rabbimiz, şuur ve idrâkimize olgunluk ihsân eylesin! Allah Rasûlü’nün, sahâbe-i kirâm’ın ve evliyâullah’ın tefekkür iklîminden gönüllerimize hisseler ikrâm eylesin! Dünyevî ve nefsânî düşüncelerin kıskacında bunalan gönül ve dimağları, ulvî duygu ve düşüncelerin huzur ve sükûnuna nâil eylesin! Hayat ve hâdiseleri îman ışığıyla ve ibret nazarıyla temâşâ ederek; “Oku” emr-i ilâhîsini ârifâne bir tefekkürle hayatımıza tatbik edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Rabbimiz, bilhassa hulûlüyle müşerref olacağımız Ramazân-ı Şerîf’i, affımıza medâr olacak sâlih amellerle ihyâ ederek, bütün bir ömrümüzü Ramazan feyziyle yaşamamızı nasîb buyursun! Son nefesimizi de ebedî bir bayramın huzur dolu iklîmine vuslat ânı eylesin!

Amin..


Alıntı