๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler(Amel-İbadet-Kulluk) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 27 Ağustos 2010, 12:59:07



Konu Başlığı: Takva kavramı bağlamında gaye
Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Ağustos 2010, 12:59:07
Takva Kavramı Bağlamında Gaye ve Sorumluluk Bilinci


“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” •
Hz. Muhammed (s.a.v.)

     Özet

    Takva, gaye ve sorumluluk sözcüklerini birbirinden bağımsız olarak işlemek hayli zordur. Özellikle dini bir perspektiften bu üç kavram açıklanmaya çalışıldığı takdirde, bunların birbirleriyle ilintili olarak incelenmesi zorunluluğu ortaya çıkacaktır. Zira “takva” hassasiyetine sahip olan birey, olumlu bir gayeye yöneleceği gibi; aynı zamanda, bu gayenin oluşmasında, güçlü bir sorumluluk bilincine sahip olacaktır. Bu üç kavramın buluştuğu ortak nokta “Allah’a iman”dır. Bu imandan yoksun bir gaye ve sorumluluk bilincinde “takva”dan bahsetmek mümkün görünmemektedir. Bu dolayımda, “bir ebediyet niteliğini ve aşkın olan”ı içinde barındırmayan “gaye ve sorumluluk bilinç”inin çeşitli zaaflara maruz kalacağı ve kudretini koruyamayacağını belirtmek yanlış olmayacaktır.

     Giriş

     Korkma, sakınma, korunma.. gibi anlamlara gelen takva, Allah korkusuyla günahtan kaçınmakta, Allah'ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme; Allah'ın himâyesine girmek, emrini tutup azabından korunma anlamında Kur'anî bir terimdir. Yüce Yaratıcı'ya karşı sorumluluk duyarak, her türlü günahlardan kendini korumanın, niyet ve gayreti içinde olmadır. Allah'ın rızasını kazanmak için, O'nun himayesine girerek emirlerine sımsıkı sarılmak ve yasaklarından da sakınmaktır. Bu şekilde titiz davranan insana, 'muttaki' denir. Takvâ terimi, esas itibariyle "herhangi bir şeyi ona zarar verecek şeylerden korumak" mânasına gelen vikaye mastarından türemiş bir isimdir. Lügatte "Nefse zarar verebilecek her şeyden titiz ve ciddi bir şekilde korunmak ve sakınmak" anlamına gelir. Şer'î örfte ise "Kişinin taatte bulunarak nefsini Allah'ın vikayesine koyması ve bu suretle ahirette zarar ve elem verecek şeylerden kendini iyice koruması" diye tanımlanır.

     Kur'ân, takvayı kalbe nisbet ettiği gibi Hz. Peygamber de takvanın kalbde bulunduğuna işaret eder. Bu ise nefsi koruma melekelerinin kalbde bulunduğunun açık bir delilidir. Ayetlerde kalbe nisbet edilen akletmek, anlamak, tefekkür ve tedebbür etmek, vahiy ve ilhama mahal olmak gibi hususiyetlerin genel toplamı, fıtrî takvanın temelini oluşturmaktadır. Bu anlamda bütün insanlarda takva tohumları -başlangıç itibariyle- mevcut demektir. Söz konusu melekeler çalıştırılırsa korunma kabiliyeti gelişecek, aksi halde körelecektir. Muhtelif âyetlerde namaz, oruç ve benzeri ibâdetlerin takvaya ulaştıracağından bahsedilmesi, başta Allah zikri olmak üzere tüm emir ve tavsiyelerin insan gönlünü diri tutmaya yönelik olduğu sonucuna götürür. Hz. Peygamberin günahların kalbi karartacağına dair ihtarı ise Allah'ı unutmanın tabiî bir sonucu olarak emredileni yapmamak ya da yasaklanan hal ve davranışlar içinde bulunmak gibi menfî davranışların takva duyularını iş göremez hale getireceğinin açık bir beyanıdır.

    Temiz bir fıtrat üzerine yaratılan insan, “takva”sını koruduğu nisbette, kalbi temizliğini de korumuş olacaktır. Bu hassasiyetini korumayı başarabilen bireyde, gaye ve sorumluk bilinci gelişecektir. Böylelikle yapması gerekeni “en iyi şekilde” yapan bir birey olması gerektiği düşüncesiyle; kendisiyle barışık, içinde yaşadığı topluma faydalı bir kişilik oluşacaktır. Çünkü, bu bireyin “takva”sı, Allah’a salih bir kul olma sonucunu beraberinde getirerek, ebedi mutluluğa ulaşmak ve faziletli insan olma gayesiyle, büyük bir sorumluluk anlayışıyla hayatını sürdürecektir.

    Kur’an’da, yaratılışın bir gayeye dayandığı gerçeği açık şekilde çeşitli ayetlerde vurgulanmıştır. “Yoksa sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” mealindeki ayette insanın yaratılışın bir gaye ve akibetle ilgili olduğu belirtilirken, “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu inkar edenlerin zannıdır.” ayetinde, gaye bu defa topyekün alemin yaratılışıyla irtibatlandırılmıştır. “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri oyuncak olarak –oyun ve eğlence olsun diye- yaratmadık. Bunları sadece gerçekle yarattık; fakat onların çoğu bilmiyorlar” mealindeki ayette de yaratılış gerçek bir sebep ve hikmete dayandırılmıştır.

     “İslam düşüncesi tarihinde, “gaye” kavramı “gaiyyet” kavramı kapsamında açıklanmış veya daha geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Bu kavramsal ifadeyle, insanın yaradılış gayesi, kozmolojik düzendeki mevcudatın her birsinin hikmete binaen yaratılması gibi anlamlar açıklanmaya çalışılmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in, evrende bir nizamın bulunduğu ve bu nizamın bir gayeye yönelik olduğu, hiçbir şeyin boşa yaratılmayıp bir hikmete dayalı olarak var edildiği, bunun da Allah’ın yaratıkları üzerindeki rahmet ve inayetini belgelediği ifade edilmiştir.”
Alemde mevcut bulunan her varlığın belli bir gayeye yönelik olarak yaratılmış olduğunun bilgisine ulaşan insan, kendisinin de alemlerin Yaratıcı’sına “iyi bir kul olma” gayesiyle yaratılmış olduğu bilinciyle, yüksek bir sorumluluk duygusuna sahip olacaktır. Çünkü insan, Allah’ın şaheseri olarak bir amaç uğruna yaratılmıştır. Dolayısıyla kendi varoluşunun amacını sormak, aramak ve bulmak zorundadır. Bu, insanin kendisine karşı sorumluluğudur.

    İnsan kendisine karşı sorumluluğunun bilincine varırsa, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincine de varacaktır. Bu durum, Kur’an’da “takva” olarak nitelendirilmiştir. Bu bilinç kendisinde yer ettikten sonra insan, diğer insanlara, tabiata ve eşyaya karşı sorumluluğunu da idrak edecektir.

     Kavramların Karşılıklı İlişki İçerisinde Değerlendirilmesi

     Kur’an-i Kerim, kainatta gaiyyete dayalı bir nizamın Allah’ın hikmeti uyarınca hüküm sürdüğünü yalnızca kozmolojik bir hakikati vurgulamak için değil, kainatta belirli bir mevkiye yerleştirilmiş olan insandaki ahlaki şuuru uyandırmak için de zikretmektedir. Buna göre insan, göklerdeki ve yerdeki sayısız nimetin kendi yararı için yaratıldığını düşünüp anlamalı, bu gayeler manzumesi içinde kendisi de yaratılışına uygun bir gayeye yönelmelidir. Bu gaye ise sonsuz inayet karşısında Rabb’ini tanıyıp, O’nun dilediği “hayırlı amelleri işleyerek” O’na şükretmektir.

    “Ben insanları ve cinleri yalnız bana kulluk etmeleri için yarattım.” Kur’ân’ın bu beyanına göre yaratılış gayemiz ibadet, yani kulluktur. Bilinçli olarak yapılan ibadetlerin insanları olgunlaştırdığını söyleyebiliriz. İbadetler, güzel ve faydalı davranışlar ahlak-i haseneye ulaştırmaktadır. Bu iyi ahlak, hayatım tüm anlarını ilgilendirecek şekilde, “kalitelilik” niteliğine sahip olmakla tebarüz eder. Özellikle kişinin ahlaklı olması ve insanlarla olan muamelelerinde onların hukukuna riayet etmesi olgunluğunun işareti olsa gerektir. Peygamberimiz (s.a.v.) de, hep kulluğunu vurgulayarak ümmetine bu konuda yeterli mesajı vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ibadeti, sadece belli zamanlarda yapılan görevler olarak değil, hayatın her lahzasını içine alan bir kulluk ve mes’uliyet anlayışı olarak anlayarak, hayatının tamamını ibadete dönüştürmüştür. Müslüman da, dar çerçevede ibadetlerinde; geniş çerçevede bütün davranışlarında kulluk şuuru içinde olarak ihlas, huşu, huzur, ihsan, hamd, marifetullah gibi kulluğun özünü teşkil eden manevî hasletlerde Peygamber (sav)’e benzemeye çalışmalıdır.

     Allah’a kulluğun, yani ibadetin ifade etmiş olduğu mana, sadece belirli hareketleri yapmanın ötesinde çok daha şümullü olmak zorundadır. İnsanlar bütün hayatlarını sadece belirli hareketleri yaparak geçirmezler. Allah kullarına, hayatlarının büyük kısmını içine alan başka sorumluklar yüklemiştir. Bu çerçevede, Allah rızası için yapılan ve kulluk kapsamına giren her şey “ibadet” olarak nitelendirilebilir. İbadet, maddi manevi bütün hayır çeşitlerini içine alır. Namaz kılmak nasıl bir ibadet ise, fakirlerin ihtiyacını görmek, bir yetimi sevindirmek, anne-babayı, akrabayı ziyaret etmek, hayrı emredip, kötülükten sakındırmak için gayret göstermek de bir ibadettir. Yolda insanlara eziyet veren bir taşı, bir engeli kaldırmak bile güzel niyetle ibadet olur. Ayrıca, insan hayatının her anında “Allah’a kul olma” sorumluluğunu hissetmek ve bunu pratikte “salih amelle” izhar etmek zorundadır.

    “Ölüm sana erişinceye kadar, Rabbine kulluk et!” ayetiyle mücahedenin, yani kulluğun sürekliliği ortaya konmuştur. Mücahede ölüme kadar süren bir kulluk bilinci ve uygulamasıdır. O halde müslüman yaşadığı sürece kulluğa devam etmek suretiyle mücahede içinde olacaktır. Yaratıcı’ya kulluğunu hakkıyla yapan kişiler; nefsinin, yeryüzünün baskılarının, aldatıcı duyguların, engelleyici cazibelerin boyunduruğundan kurtularak gerçek manada hürriyetlerine kavuşurlar. Çünkü “asıl hürriyet, ubudiyettedir.” İnsan, ancak ibadet ve Allah'a yönelmekle üstünlüğünü elde eder ve kendine özgü manevi alanında ilerleyerek yaratılıştaki asıl hedefine ulaşabilir. İbadet, riyasız bir şekilde olursa, insanı nefsi kölelikten ve hayvani benliğinden çıkararak Rabb’ine götürür.

    Yaratılış gayesi kulluk olan insanlar bu gayeyi salih amellerle süsleyecek, hayırlı işlerde bulunarak bu görevi yerine getirmiş olacaklardır. Allah, maddi manevi her iyiliğin ve hayrın karşılıksız kalmayacağını, “Zerre kadar hayır işleyen, onun karşılığını görür. Hayır olarak ne yaparsınız Allah onu bilir.” ve “Hayır olarak kendiniz için önceden ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve mükafatı daha büyük olarak bulursunuz.” gibi ayetlerle belirterek, kullarının daimi bir “hayır meşguliyeti” içerisinde olmasını taleb edip, yaradılış amaçlarına uygun bir hayat idame ettirmelerini emretmiştir. Bu gerçekler müslümanı, vereceği mücahedede güçlü kılacak ve bir takım fedakârlıklara sevk edecektir. Çünkü, hayır adına yapılacak fedakârlıklar karşısında kendisine garanti verilmiş, hatta daha büyük mükafatla karşılanacağı müjdelenmiştir.

    Günümüzde insanların bir kısmı, yaradılış gayelerinden uzaklaşarak, asıl olmayan gayelere girme uğraşısı içinde bir görünüm arzetmekteler. “Dünya meşguliyeti”ni de, Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle ibadet haline dönüştürebilecekken; günlük faaliyetlerinde, O’ndan uzaklaşmayla, asli amaçtan da uzaklaşma görülmektedir. “Allah’a kulluk” vazifesini önceliği haline getirmeyen bireyde, zamanla, çoraklaşma başlayabildiği gibi, hoş hasletlerini de, duraksız meşguliyetlerin tahribiyle yitirebilmektedir. Bunun sonucunda, önce fertte başlayan ahlaki gerileme zamanla, tüm topluma yansımaktadır. Yaratıcı adına bir şeyler yapma hassasiyetini yitiren insanlar, maddi kazanımını kendisi için öncelik haline getirdiği için, bu amaca ulaşmak için her yolu meşru addetmeye başlayacaktır. Bu da toplumsal sorumluluğun önüne geçerek, onulması zor olan tahribatlara yol açabilir. Oysa Allah “Yoksa onlardan rızık ve beni doyurmalarını istemiyorum.” diyerek, insanlardan kulluklarını, yani önce insanlıklarını korumalarını, emretmiştir. Çünkü, yaratılmış varlıkların rızkı ilahi teminat altındadır. Bu teminat elde edilenle geçinmek, kanaatkâr olmak, kendisine verilmiş olan nimetten başkalarını yararlandırmak gibi güzelliklerin temelini oluşturur.

    Kur’an’da insana öğretilen, “yaşam gayesi” insanın çevresiyle olan ilişkilerini de belirler. Bu ilişkiler, toplumsal çevreyle olduğu gibi, coğrafi çevreyle de alakalıdır. İnsan sadece, hemcinslerine değil tüm mahlukata karşı sorumluluğunun bilincinde olmalı ve klasik tabirle “mahlukata halk eden aşkıyla yaklaş”malıdır. Doğanın dengesini etkileyen varlıkların başında şüphesiz ki insan faktörü gelmektedir. Kâinatın küçük bir kopyası olan insan, kendi bedenî ve ruhî yönünü sağlıklı ve dengeli bir biçimde korumaya çalıştığı gibi, sorumlu olduğu dünyanın imarı için de çalışması ve emrine verilen doğanın dengesini bozmamaya özen göstermesi gerekir. Bunu da Yüce Allah'ın kendisine bahşettiği aklı kullanarak bilgi ve olumlu eylemleriyle yapması mümkündür.

    Hayatını Allah'a karşı sorumluluk bilinci altında şekillendirenlerin, zamanla takva duyuları gelişeceğinden böyleleri hak ile batılı kolayca keşfedebilecek ve toplumsal ve coğrafi çevreye karşı sorumluluklarını daha iyi bir şekilde yerine getirebileceklerdir. Zira Hz. Peygamberin ifadesiyle “Allah'ın nuruyla hâdiselere bakan bir kalb gözü/basîret” diğer bir deyimle bir “firâset” oluşacaktır . Nitekim bu durum şöyle Kur’an’da şöyle belirtilmiştir. “Ey iman edenler! Allah'a karşı takva çerçevesinde hareket ederseniz, O size, hakkı batıldan ayırmaya yarayan bir ölçü (furkan) bahşedecek, kötü işlerinizi silip örtecek ve sizi bağışlayacaktır.”

    Kalb, başlangıçta nefsi koruyacak takva melekeleriyle donatılmıştır. Bu melekeler Allah'a karşı sorumluluk bilinci içerisinde yapılan davranışlarla geliştirilebileceği gibi bunun tam tersi ameller sebebiyle de köreltilebilecektir. Kişinin felahı ya da hüsranı buna bağlıdır. Her insan, doğuştan Allahü Teâlâ'ya aynı uzaklıktadır. Ancak kendi amelleri (çalışmaları) neticesinde değeri artar veya eksilir. Kur'ân; insanın mevki, sınıf, zenginlik, ırk, iklim, bölge farkından kaynaklanan üstünlüklerini tamamıyla siler. Onların yerine, yegâne değer ölçüsü olarak insanın kendi niyet, gayret ve çalışmasının ürünü üstünlükleri, esas ölçü olarak alır. Kur'ân “Allah katında en değerli ve şerefli insan, takvası en ileri olandır.” prensibini yaratılış kanunu olarak açıklar. Allah katında insanlar arasındaki eşitlik takva ile değişir ve o üstünlük ölçüsü olur. Kul, yalnız şahsî gayret ve çalışmaları ile yücelmektedir: “Takva sahiplerini Allah, kendi başarıları ( iman ve ibadeti ) sebebiyle kurtuluşa çıkarır...”

    Kur'an'da Allah'a karşı takvâlı olunmasını telkin eden âyetler bir anlamda kullara Allah'ı hatırlatarak, “kendinizi savunmak için hesap gününde Allah'ın huzuruna hazırlıklı gelin” temel mesajını ihtiva eden hatırlatmalardır denilebilir. Bu ise “kulluk şuuru”nun sürekli canlı tutulması anlamına gelmektedir. Esasen böyle bir anlayış, takva kelimesini, esas anlamı olan “tehlikeye karşı kendini koruma” mânasıyla da örtüşmektedir. Zira kulluğunun şuurunda olan ve Allah'a gereği gibi inanan kimse, Allah'ın azabından ve gazabından kendisini korumak için ve daha ötede cennete ve rızây-ı ilâhiye kavuşmaktan mahrum kalmamak için hayatını Allah'ın çizdiği hudutlar çerçevesinde sürdürecektir. "Korku" ve "yasaklardan kaçınma", kulluk şuurunun tabiî bir sonucudur.

    Kur’an’da, üzerinde sıkça durulan “takva” kavramının muhteviyatı oldukça geniştir. Takva kelimesi, insan hayatının bütününü içine aldığı gibi, kendisine ve çevresine karşı sorumluluklarını da insana hatırlatmaktadır. İnsan oğlunun yeryüzündeki yaşam serüveninde ilişki içinde olabileceği ortam ve varlıklara karşı görev ve sorumlulukları, kendisine dinler vasıtasıyla hatırlatılarak, var oluş amacına uygun davranmasına yardımcı olunmuştur. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’de de, insanın dünya hayatındaki yaşam süresinde, kendisinin muhatab olacağı varlıklara karşı görev ve sorumlulukları, o varlıklar ya da ortamlara dikkati çekilerek hatırlatılmıştır. Öncelikle insanın yeryüzüne halife olarak gönderildiğine dikkat çekilerek, konumu belirlenmiştir. İnsan yer yüzüne, Allah tarafından yeryüzüne sahip çıkacak, mülkiyeti kendisine emanet edilmiş bir varlık olarak gönderilmiştir. Halife sıfatıyla, yeryüzüne gönderilen insan olmak demek, halifetullah konumunun gerektirdiği mes’uliyetin şuurunda olmak demektir. Yeryüzü kendisine emanet edilerek ona sahip çıkacak olan insan; bu görev ve sorumluluğunu Allah’ın kulu olarak, O’nunla ilişkisini sürdürmek suretiyle gerçekleştirecektir. Aksi takdirde, Allah’tan kopuk bir hayatta insan kendi heva ve arzusuna uyacak, sorumluluk bilincini yitirecektir.

     Genel anlamıyla dinin; insanın düşünce ve inanca dayalı değerlendirmelerini içeren zihinsel fonksiyonlarını, her türlü tavır ve davranışlarını ve insanların diğer insanlarla ilişkilerini ve kurumsal yönünü ifade eden, sosyal yapısını belirleyen ve disiplin altına alan bir sistem olduğu söylenebilir. Kur’an’a göre din, insanın her türlü inancını, düşüncesini, tavır ve davranışını ifade eden yaşam tarzı ve yaşamda izlediği yoldur. İslâm dini insanların hayrını, iyiliğini sağlayıp zararlarına olanı defetmeyi esas alır. Bu husus bütün dinî hükümlerde ana gayedir. Bu gaye, her insana bir takım sorumluluklar yükleyerek, ferdi ve toplumsal düzenin sağlanmasını hedefler. İslam dininin, insanlığa va’zettiği bu gaye, sorumluluk bilinci olarak tezahür eder.

     Sorumluluk yapılan işin sonuçlarından doğrudan etki altında olma bilinci ya da sonuçları üstlenme bilincidir. Bir işi istenen nicelikte ve nitelikte yapma zorunluluğuna sorumluluk denir. Ayrıca sorumluluk "başkalarının haklarına saygılı olmak ve kendi davranışlarının sonuçlarını yüklenmek" şeklinde tanımlanabilir. Sorumluluk, en nihayetinde, kişinin, hakkı, hak sahibine teslim etmesidir. Bu, fazilet sahibi insan olmak demektir. Sorumluluk duygusu ve bilinci, insanı ahlâken yüceltir. Ahlâken yücelmek özgürleşmektir.

     İnsanın bütünüyle kendine kavuşmasının önündeki engelleri ortadan kaldırabilmesinin şartı ve imkânı budur. İnsanın en önemli güvenlik kaynağıdır ahlâk. Ahlâken yücelmeyi öngörmek ve bu öngörüyle bağıntılı bir hayat örgüsü kurmak, insanlığımızı güvence altına almak demektir. Bu güvencenin doğuracağı emniyet duygusu, hayatı güzelleştirerek; yaşamaktan, insan olmaktan zevk almayı, bir sonuç olarak bize verecektir. Böylesi bir bütünlük, insanlık idealidir. Sorumluluk, doğrudan manevî yapımızdan doğan bir bilinçtir. Sorumluluğun kökleştiği yer olan manevî yapımızla, sahip olduğumuz sorumluluk bilinci arasında bir sebep sonuç ilişkisi vardır. Maneviyat, insanı insan yapan temeldir.
Sorumluluk bilinci gelişmiş bir insan, emaneti zayi etmeyen insandır. Emanet ile, sorumluluk bilinci ile iç içedir. “Emin olma” hasletini, hayatının her alanına, yansıtma takdirinde bulanabilmiş, her insan, iyi bir sorumluluk bilincine sahiptir. Emin olmak, ehil olmak demektir. Ehil olan ise her şeyi “itkan ile” (en güzel şekilde) yapma özelliğine sahiptir. Bu haslet, böylece, ferdi ve ictimaai sorumluluk hassasiyetini geliştirir. Emaneti zayi eden, güven duygusunu zedeleyendir. Güven duygusunun zedelenmesi, bir yerde hayatın ortadan kalkması demektir.

     İnsan yetiştirme konusu İslam'ın büyük önem verdiği bir konudur. Çünkü Yüce Allah, dünya düzenini insanın inisiyatifine vermiştir. Kul-ilah ilişkilerinin, insanlar arası ilişkilerin, insanların dünyadaki canlı-cansız bütün varlıklarla ilişkilerinin vs. düzene sokulması hep insanın gereği gibi yetiştirilmesine bağlıdır. İnsanın yetiştirilmesinin temelinde ise sorumluluk bilinci vardır. Sorumluluk bilinci insanın kendi kendini kontrol etmesini sağlar. Dünyevi ceza ve korkutma ise sadece gözetlenebilen fiillerini kontrol etmesini sağlayabilir. Sorumluluk bilincini kazandıran en önemli unsur ise Allah ve ahiret inancıdır. Çünkü Allah ve ahiret inancına sahip ve bu inancı kalbine tam olarak yerleştirmiş olan kimse hiçbir hareketinin dikkatten kaçmadığını, yaptığı her şeyden mutlaka hesaba çekileceğini bilir. Bu yüzden İslam'ın eğitim sisteminde Allah ve ahiret inancı insan yetiştirmenin temelini oluşturmaktadır.

     Toplum içinde sorumluluk bilinci gelişmiş insanların sayısının çokluğu önemlidir. Çünkü sıklıkla sorumluluk sahibi insanlar, kendilerine verilen görevleri başarıyla tamamlarlar. Buna karşılık sorumsuz (konumu itibarıyla hesap sorulamayan ya da hesap sorulmayı umursamayan) insanlar, yaptıkları eylemlerin sonuçlarına bakmazlar. Örneğin, sorumluluk sahibi bir sürücü, alkollü araç kullanmaz; çünkü bunun sonucunda bir kaza yapabileceğini, kendine ve başkalarına zarar verebileceğini bilir. Sorumluluk sahibi insanların, kurallara ya da cezalara ihtiyacı yoktur. Onlar kurallar ya da cezalar olmasa da, yaptıkları eylemlerin sonuçlarının bilincinde olduklarından ideal davranışı gösterirler. Sorumluluk bilincine sahip olmak, sağlam bir inanca sahip olmakla mümkündür. Allah’a iman etmek, kişiyi sorumluluk bilincine davet eden bir karardır. Bu karar kişiyi özgürleştirir. Özgürlük kişinin kendine ulaşmasıdır. Kişi, özgürlüğünü hissettiği düzeye, taşıdığı canın kıymeti, mahiyeti ve nerden ve neden gelip kendisini bulduğuna dair bir bilgiye ulaşarak varır. Kişinin özgürlüğünü hissettiği düzey, kişinin bütünüyle kendisi olduğu yerdir.

     Bu yer ona, hayat bahşeden tarafından sunulmuştur. Kişinin bu yeri özenle koruması, özgürlüğüne, kendiliğine sahip çıkması demektir. Burada bütünüyle kendisi olan bu kendiliğin, Allah tarafından kendisine bütünüyle bahşedildiği bilgisine ulaşan kişi, bu bilgisinin gereğini yerine getirmelidir. Bu gerek, kişinin başkaları nezdinde özgürlüğe açılan bir kapı olmasıdır. İşte bu kapının adı sorumluluk ve buna bağlı olarak, ahlâk ve adalettir. Kişiyi özgürlüğünden edecek her şey, varoluş gerekçesine bir müdahaledir. İnsan, bir hayat sahibi olduğumuzu idrak ederek ve bu idraki üzerine titreyerek kendi özgürlüğünü korumuş olur.

     İnsan, kainatta sayıları yüz binleri bulan canlılar aleminin en güzel ve en mükemmeli, yaratılmışların en üstünü, alemlerin özü, kainatın sırrıdır. İyi ve kötü işler yapmaya müsait olarak yaratılmış olan insan; görme, işitme, bilme ve kudret gibi konularda sınırlı, yaptığı ve yapacağı konularda ise sorumlu varlıktır. İnsan çok değerli bir varlıktır. Bu değerlilik onun aynı zamanda yüklendiği büyük sorumluluktan kaynaklanır ve bu onun sorumluluklarının üstesinden gelebilme yeteneğini gösterir. “Ben bir bireyim, ne yapabilirim ki!” cümlesi sorumluluk bilincinin acziyetini gösteren klişe ifadelerdendir. Bir damla yağmurun denize faydası vardır. Herkesin ve her şeyin değeri ayrıdır. Gelecek, her insanın kendi kudretince görevini yerine getirmesine bağlıdır. İnsanın küçük sanılan katkıları sonuca biçim verebilir. Onun olumlu veya olumsuz düşünmesi bile pek çok etkilere neden olur.
İnsanın en büyük arzusu mutlu olmak, barış ve güven içinde yaşamaktır.

     Bu isteğin gerçekleşmesi, insanın Allah'a ve yaratılanlara karşı görevlerini sorumluluk bilinci içinde yapmasına bağlıdır. Yani herkesin üzerine düşen görevi en güzel şekilde, samimi olarak ve severek yerine getirmesi; kişi ve toplumların huzur ve güven içinde yaşamasını sağlar. Kur'an-ı Kerim'de, Allah “Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” “Sizi boş yere yarattığımızı ve gerçekten huzurumuza geri getirmeyeceğimizi mi sandınız?” “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır.” buyurmaktadır.

     Ayrıca, “Kim zerre mîktarı hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” gibi ilahi hitaba muhatab olan insandan öncelikli olarak istenen, sağlıklı bir sorumluluk bilincine sahip olmak; kul olarak, ilahi emir ve yasaklara tabi olarak, kaliteli bir kişilik elde etmesidir. Bu bilinç, ailede, okulda ve diğer toplumsal katmanlarda, kişilerin gönüllerine yerleştirildiğinde, şikayet edilen yanlışlıkların büyük bir bölümü sona erecek, kaliteli hizmet ortaya konacak, kişilerin birbirine güveni artacak ve böylece birbirini seven insanların oluşturduğu mutlu toplum meydana gelecektir. Yani hakiki birlik ve dirlik, kişilere sorumluluk duygusunun aşılanmasıyla, toplumda gözle görünür hale gelecektir.

    İnsanın sorumluluğu kendinden başlar, ailesine, çocuklarına, yakınlarına, komşularına, milletine, hatta insanlığa doğru devam eder. Herkes bu sıralama doğrultusunda, yani merkezden muhite doğru görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür. Allah bir ayetinde bu hususu bize şöyle bildirmektedir. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” Allah Teala bu ayette herkesin, önce kendi nefis muhasebesini yapmasını, varsa kötü davranışlarını terkedip iyiye dönüştürmesini, daha sonra da eşine, çocuklarına, yakınlarına, toplumuna.. yararlı davranışlarda bulunması için öğüt vermesini, bu konuda her türlü tedbiri almasını emrediyor ve yükümlülüklerini böylece yerine getirenlerin daha dünyada iken cennete girmeyi hakketmiş olacaklarını bildiriyor.

    Anlatılacak, şu hikâye, sorumluluk konusunda, söylenebilecek son söz olarak dikkate değerdir: Serin bir bahar günü bir çiftçi tarlasını sürüyordu. Bu arada yerde sırtüstü yatmakta olan bir serçe görmüş, tarlasını sürmeyi bırakmıştı. Eğilip serçeye bakmış ve sormuş: “Neden böyle sırtüstü yatıyorsun?” Serçe çiftçiye: “Bugün gökyüzünün yere düşeceğini işittim.” diye cevap vermiş.

    Bunun üzerine yaşlı çiftçi gülmüş ve “Sanırım minik bacaklarınla gökyüzünü tutmaya çalışıyorsun, değil mi?” deyince, minik serçe şöyle karşılık vermiş: “Herkes yalnızca elinden geleni yapar. Kâinatta herkesin ve her şeyin yeri ayrı. Sen de buradaysan senin de yerin ve değerin var. Sana düşen yerini ve değerini bulmaya ve anlamaya çalışmaktır.”


ALINTI


Konu Başlığı: Ynt: Takva kavramı bağlamında gaye
Gönderen: Ceren üzerinde 19 Şubat 2017, 20:39:43
Esselamu aleykum.rabbim bizleri onun yolunda giden ve onun emrine uyup takva ehli olan ve iman icinde takva icinde gayret eden kullardan olalim insallah...