๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler(Amel-İbadet-Kulluk) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 18:03:17



Konu Başlığı: Gökyüzü ve yeryüzünün nuru dua
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 18:03:17
Gökyüzü ve Yeryüzünün Nuru: Dua

Duâ kelimesi sözlükte, seslenme (nida), isimlendirme ve bir şeyi sevk etme anlamlarındadır.
Arap dilinde, uzaktakine seslenmek için nidâ, yakındakine seslenmek için ise duâ kullanılmıştır. Cenab-ı Hakk’a seslenme, ondan bir şeyler istemeyi ifade etmek için “duâ” kelimesi daha uygundur. Zira Cenab-ı Hakk, “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana duâ edenin duâsına icabet ederim” (Bakara suresi, 2/186) buyurarak, kullarına yakın olduğunu, kısık bir sesle seslenseler (duâ) de onları duyacağını bildirmiştir. Duâ, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah-u Teâlâ’ya yönelme, kulluk, yardım isteme, istek, söz, seslenme (nida) ve isimlendirme” gibi farklı anlamlarda kullanılmıştır. (Ebu’l-Bekâ, s. 447) Duâ terimini, bu makalede konunun ele alınışına esas teşkil edecek şekilde şöyle tanımlamak mümkündür: “Duâ; bir çağrı, bir yakarış ve küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar ötesine bir yöneliş, bir talep, bir niyaz ve bir iç dökmedir. Duâ, bir kulluk şuuruyla Hakk’a yönelip, tevazu ve mahviyet içinde, acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın lisanıyla O’na arzıhâlde bulunmaktır” (Gülen, “Duâ”, s. 251).

Duâ, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin temel konularından birisidir. İslâm âlimleri, duânın faydaları, önemi, faziletli duâlar ve hangi duânın ne zaman okunacağı gibi hususlar üzerinde durmuşlar, bu konularla ilgili bir çok eser telif etmişlerdir. Bazı mutasavvıflar, duânın hikmetleri ve sırlarından bahsetmişlerdir. Asrımızın büyük mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur adlı külliyatında duânın hem kabul şartları gibi konulara temas etmiş hem de mahiyeti/hakikati ve sırlarına ilişkin açıklamalar yapmıştır. Duânın kabulü ve sırlarına ilişkin görüşleri başka bir makale çalışmasına bırakılarak, duânın mahiyeti ve çeşitlerine ilişkin tespitleri bu makalede ele alınmaya çalışılacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri, en sıkıntılı zamanlarında bile duâya vakit ayırmış, evrad-ü ezkarını asla ihmal etmemiştir. Risaleler’in bir çok yerinde duânın ehemmiyeti üzerinde durmuş, talebelerini özellikle cemaat halinde duâ okumaya teşvik etmiştir. Duânın topluca yapılmasını “küllî duâ” diye nitelendirmiştir. Onun “küllî duâ”ya ilişkin görüşleri de ayrıca üzerinde durulmaya değer önemdedir. Bir çok risalede duâ konusuna temas etmiş, 23. Söz’ün Birinci Mebhası’nın 5. noktası ve 24. Mektub’un Birinci Zeyl’inde ise duânın mahiyeti ve hikmetlerini tafsilatlı bir şekilde anlatmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, duâyı yalnızca bir yakarış olarak değerlendirmemiş, duâ ile tefekkür ederek, dini hakikatleri anlama ve tespitte duâlardan yararlanmıştır. 3. Şu’a olan Münâcât risalesini, tesbih, tahmid, senâ ve duâ ile ilgili yaklaşık 700 âyet-i kerimeden istifade ederek yazmıştır (Fihrist Risalesi). Bu münâcât onun duâ ile tefekkürü nasıl mezc ettiğinin harikulade bir örneğidir. Dine inanmayan bir kısım kimselerin Münâcât Risalesi’nin telifi sebebiyle telaşlanıp, bu risalenin neşrini engellemeye çalıştıklarını söyleyerek, inanç esaslarının ispatında duânın ne kadar tesirli olabileceğini göstermiştir (EL: s. 1860). Münâcât Risalesi’nin telif sebebini, risalenin girişinde “Bu Risale-i Münâcât, hem vücûb-u vücud, hem vahdet, hem ehadiyet, hem haşmet-i rububiyet, hem azamet-i kudret, hem vüs’at-i rahmet, hem umumiyet-i hâkimiyet, hem ihata-i ilim, hem şümul-ü hikmet gibi en mühim esasat-ı imaniyeyi hârika bir îcaz içinde fevkalâde bir kat’iyet ve hâlisiyet ve yakîniyet ile ispat eder. Haşre işârâtı ve bilhassa âhirdeki şiddetli işârâtı çok kuvvetlidir” şeklinde ifade eder. Yalnızca Münâcât Risalesi’ni telifle yetinmemiş, bu risaleyi kendisi de sık sık tefekkür maksadıyla okumuştur. Duâ ile yaptığı bu tefekkür ona yeni hakikatler ilham etmiştir: “Evet, şimdi Siracü’n-Nur başındaki Münâcât’ı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm.” (EL. s. 1860). Dini hakikatleri tam anlayabilmek ve hissedebilmek için ülfetten kurtulmak gerektiğini ise şöyle ifade eder: “İşte, kardeşlerim, hakikaten bugün, Siracü’n-Nur’un başındaki Münâcât’ı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için, birden o münâcâtın hakikatlerine karşı, güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi, birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemâl-i şevkle tam istifade edip okudum. Pek harika gördüm” (EL. s. 1860). Haşrin ispatında zikrettiği delillerden birisi de Peygamber-i Zîşan -aleyhi ekmelü’t-tehâya ve’s-selâm- Efendimiz’in duâsıdır. Haşir Risalesi’nin 5. Hakikatin’de “Resul-i Ekrem -aleyhissalâtü vesselâm-, nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duâsıyla o saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennetin vesile-i îcadıdır” diyerek, haşri onun duâsıyla irtibatlandırır.

Duânın tevhid delili olması, kâinattaki canlı cansız bütün varlıkların duâ ettiklerinin ispat edilmesiyle yakından alakalıdır. Bediüzzaman’a göre duâ bütün varlık âlemini kuşatmış fıtrî bir kanun gibidir. Varlıkların bütünü dikkate alınarak duânın tabakalarını basitten mürekkebe doğru şöyle sıralar: “Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan budur ki: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duâdır: (1) Ya istidat lisanıyladır-bütün nebâtat ve hayvânâtın duâları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlak’tan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. (2) Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır-bütün zîhayatların, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için duâlarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevâd-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar. (3) Veya lisan-ı ıztırariyle bir duâdır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat’î bir iltica ile duâ eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmi’ne teveccüh eder. Bu üç nevi duâ, bir mâni olmazsa, daima makbuldür. (4) Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kâlîdir. Meselâ, esbaba teşebbüs, bir duâ -yı fiilîdir… İkinci kısım, lisanla, kalble duâ etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir (23. Söz, 1. Mebhas).

1. Varlık Âleminin Duâsı: İstidat Lisanıyla Duâ
Canlı ve cansız bütün varlıklar Cenab-ı Hakk’ı tesbih ederler. “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih ve tenzih eder. Hâkimiyet O’nundur. Bütün hamdler ve övgüler O’na mahsustur. O her şeye kadîrdir” (Tegâbûn Suresi, 64/1). Şuursuz varlıklar, Cenab-ı hakk’ı hem tesbih ederler hem de O’na duâ ederler. “Baksana göklerde olan, yerde olan herkes, kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler. Onlardan her biri kendi duâsını ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilir” (Nur sûresi, 24/41) Hatta bir başka âyet-i kerimede, canlı cansız bütün varlıkların Cenab-ı Hakk’a secde halinde ibadet ettikleri bildirilmiştir: “Görmez (bilmez) misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da bir çoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar” (Hac sûresi, 22/18). Son iki âyet-i kerimede doğrudan Peygamber Efendimize -sallallahu aleyhi ve sellem- hitap edilmiştir. Bu hitap şeklinden onun bu varlıkların duâ ve secdelerini gördüğü/bildiği anlaşılmaktadır. Böylece Cenab-ı Hak, her varlığın sadece Allah’a secde ettiğine Peygambermiz’i -sallallahu aleyhi ve sellem- şahit etmiştir (İbn Arabî, s. 48).

Bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz –sallallahu aleyhi ve selem-, “Duâ, müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur” buyurmuşlardır (Hâkim, I, 492). Duânın, göklerin ve yeryüzünün nuru olması, bütün varlıkların duâyla bir ilişkisi bulunduğunu göstermesi açısından manidar bir teşbihtir. Varlıklar, kendileri duâ ettikleri gibi yapılan duâlardan da etkilenmektedirler. Bediüzzaman, bu hakikatı “bütün mahlûkat, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın duâsına iştirak ederek “Evet ya Rabbenâ! İstediğini ver; biz de onun istediğini istiyoruz” diyorlar” (11. Şu’a, 7. Mesele) sözleriyle ifade etmiştir. Nitekim kâinatın insanla alakası âyet-i kerimede “Onların perişan hallerine gök de ağlamadı, yer de ağlamadı” (Duhân, 44/29) şeklinde dile getirilmiştir.

Duânın ilk basamağı “Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin, lisan-ı istidatla hissedilen istidadî duâlarıdır. Evet, herşey Cenab-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a duâ eder” (MN. s. 1362) Aslında bütün varlık, istidât, kabiliyet veya fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O’na duâ ederler. O da bunların hepsine, belli bir hikmet çerçevesinde cevap verir ve her sesi duyup ona icabet ettiğini herkese ve her şeye duyurur (Gülen, “Duâ”, s. 252). Bediüzzaman Hazretleri, bütün varlıkların istidat lisanıyla tesbih ve duâ ettiklerini kalbine Farsça olarak gelen bir şiirde şöyle ifade eder: “Çünkü, bütün eşya Lâ ilâhe illâ Hû deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar. Vakit-be-vakit, lisan-ı istidat ile, Cenâb-ı Hak’tan hukuk-u hayatını “Yâ Hak” deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da, hayata mazhariyetleri lisanıyla “Yâ Hayy” ismini zikrediyorlar” (17. Söz, 2. Makam). Bu nev’i duâda “bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fâtır-ı Hakîm’e duâ ederler ki, “Senin nukûş-u esmânı mufassal göstermek için bize neşvünemâ ver. Küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir” (24. Mektup, 1. Zeyl) diye duâ ederler. Bitkilerin istidat lisanıyla duâlarını ise şöyle tasvir eder: “Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hal ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîmden sual ediyorlar, duâ ediyorlar ki, “Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver” derler. Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî duâlarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi)” (24. Söz, 4. Dal).

İstidat lisanıyla yapılan duâlardan birisi de sebeplerin bir araya gelerek müssebbeb olan neticenin yaratılması için sebeplerin Hâlik’ı olan Cenab-ı Hakk’a yaptıkları duâdır. Ona göre “Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır” (23. Söz, Birinci Mebhas). Bu konuyu başka bir yerde şöyle açıklar: “Esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duâdır. Yani, esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer; ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâlden duâ eder, isterler. Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duâdır ki, “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız” derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab bir nevi duâdır”. (24. Mektup, Birinci Zeyl).

Fizikçiler, sebebi, “bir olayın meydana gelmesi için gerekli doğrudan şart” şeklinde tanımlamışlardır. Ancak unutulmamaması gerekir ki, sebep de bir olaydır (Bolay, s. 17). Bu durumda onun meydana gelmesi için de sebepler gerekmektedir ki bu durumda her halükarda bir ilk Yaratıcı’nın varlığı kabul edilmek zorunda kalınır. Kâinatı yaratan bir yaratıcının var olduğu kabul edilince O’nun varlığın her kademesindeki yaratılışı başka şeylere bıraktığını varsaymak O’nun ilim ve kudretini itham etmek anlamı taşır. Şüphesiz ki en büyük şeyle en küçük şeyin yaratıcısı aynı Zat’tır. Zira büyük olsun küçük olsun her şey kâinatta cari İlahi kanunlara tabi oldukları gibi bazen küçük bir şey büyüklerden çok daha sanatlı ve harika olabilmektedir.

Cenab-ı Hakk’ın izzet ve azameti basit işlerde Kudret-i ilahiyenin mübaşeretinin görünmesini dilemediği için sebepleri bir perde yapmıştır. İlaçlar hastalıkların iyileşmesi için gerçek sebepler değildir. Cenab-ı Hak, o ilaçla şifa arasında bir iktiran (örtüşme) hasıl etmiştir. Gerçekte şifayı veren Hazreti Şâfî’dir (Gülen, 2002, s. 132). Sebeplerin de gerçekte duâ ettiklerini kabul ettiğimizde en küçük bir şeyden en büyüğe kadar her şeyin Allah’tan istenmesi ve O’na yalvarılması gerektiği ortaya çıkar. Bu hakikati idrak edemeyen felsefecilere ve onlardan etkilenenlere hayatının muhasebesini yaptığı İhtiyarlar Risalesi’nin 11. Rica’sında şöyle seslenir: “En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazan san’at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı maddiyeye taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vâciptir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi herşeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde herşeyin miktarı taayyün ediyor. Ve madem, bilmüşahede, her vakit hiçten, nihayetsiz suhûletle, nihayetsiz san’atlı masnular vücuda geliyor… Elbette, bilmüşahede görülen harikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor. Elhasıl, herşeyin nihayet derecede hem san’atlı, hem suhuletli vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir. Yoksa, yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtinâ dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.
Varlığı yaratırken potansiyel olarak tabiatına koyduğu istidata uygun rızıkları ona vermesi Cenab-ı Hakk’ın adalet ve hikmetini gösterir: “Her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekasının bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adalet elini gösterir. Hem istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ıztırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor” (10. Söz, 3. Hakikat). İstidat lisanıyla yapılan duâların makbul olmasının sebeplerinden birisi de bu tür duâları yapan varlıkların teslimiyetidir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, “Demek Cenâb-ı Hakk’a itimat edip Süleyman Aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Hak’tan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir” (20. Söz) diyerek istidat diliyle yapılan duâların makbuliyetini, isteyenlerin teslimiyetine bağlar.
 

Burhan Kutluboğa