๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler(Amel-İbadet-Kulluk) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 18:06:08



Konu Başlığı: Gökyüzü ve yeryüzünün nuru dua 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 18:06:08
Gökyüzü ve Yeryüzünün Nuru: Dua 2

2. Canlı Varlıkların Duâsı: İhtiyaç Lisanıyla Duâ

Bütün canlı varlıkların hayatlarını devam ettirebilmek için rızka ihtiyacı vardır. Canlıların rızk talepleri fıtrî ihtiyaç lisanıyla yapılan bir duâdır. Canlı varlıkların rızıklarının verilmesinin duâ olduğunu ve bu tür duâların kabul edilmesinin sebeplerini şöyle açıklar: “(İkinci tür duâ) İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki, bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan hâcetlerini ve matlaplarını ummadıkları yerden, vakt-i münasipte onlara vermek için, Hâlık-ı Rahîm’den bir nevi duâdır. Çünkü, iktidar ve ihtiyarları haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasipte onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, duâ neticesidir. Elhasıl, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye çıkan, bir duâdır. Esbab olanlar, müsebbebâtı Allah’tan isterler. (24. Mektup, Birinci Zeyl). Tohumlar, istidat lisanıyla büyümek, ağaç ve çicek olmak istediği gibi ağaçlar ve diğer bitkiler de ihtiyaç lisanıyla hayatlarını devam ettirmek için gerekli şeyleri isterler. “Nebatat ve eşcarın, bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları” duâlar “ihtiyacî duâlardır” (MN. s. 1362). Keza başka bir yerde hayvanlar ve nebatlara bakıldığında “Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden mânevî ve kerîmâne bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostâne bir mükâleme ve duâlarına rahîmâne bir mukabele görünüyor” (4. Şu’a) diyerek, Cenab-ı Hakk’ın istidat ve ihtiyaç diliyle yapılan duâları nasıl kabul ettiğini anlatır.

Fatiha suresindeki “İyyake na’büdü ve iyyake neste’în” (Yalnızca sana ibadet eder yalnızca senden yardım dileriz) âyetini izah ederken kendisiyle birlikte kâinattaki bütün varlıkların duâ ettiklerini müşahede ettiğini söyler ve bunun hikmetini şöyle açıklar: “Evvelâ: Biz gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde, dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallâkıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkârâne, müdebbirâne bir rububiyet-i mutlaka, hadsiz zîhayatların istiânelerine ve fiilen ve hâlen ve kâlen istimdatlarına ve duâlarına kemâl-i hikmet ve inayetle imdat ve her birine fiilen cevap vermek tezahürü içinde bir ulûhiyet-i mutlaka, bir mâbudiyet-i âmmenin tecelliyatı, umum mahlûkatın, hususan zîhayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve iman gözü gördüğü gibi, bütün semâvî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.

Saniyen: “na’büdü” nûn’unun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten herbiri ve umumu, beraber, çeşit çeşit, fıtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meşgul olmaları, şeksiz, bedahetle bir mâbudiyete karşı şâkirâne bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddesin mevcudiyetine hadsiz ve şüphesiz bir şehadettir. Ve “neste’în” nûn’unun remziyle, mezkûr üç cemaatin, yani mecmû-u kâinattan tâ bir cesetteki zerrelerin cemaatinden her bir taifenin, her bir ferdin fiilî ve halî istianeleri ve duâları var. Ve onların muavenetlerine koşan ve duâlarına kabul ile cevap veren bir şefkatli Müdebbire, şüphesiz şehadet eder. Meselâ, Yirmi Üçüncü Sözün dediği gibi, zemindeki umum mahlûkatın üç nevi duâları pek harika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-i Rahîm ve Mucîbe kat’î şehadet eder.

Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, her biri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlıkın’dan isteyip duâları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matluplarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün duâlarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acip ve şuursuz mahlûkatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîm’e zâhir şehadet eder” (15. Şu’a, 2. Kelime).

3. Şuurlu Varlıkların Cebri Duâları: Zorda Kalanların Duâsı

İhtiyaç dairesinde zîşuurların ıztırar derecesindeki duâları makbuldür. Çaresizlerin ve zorda kalanların duâsının makbul olduğu naslarda bildirilmiştir. Çaresiz/muztar denilince ilk akla gelen, kurtuluş çaresi olmayan, sebepler açısından kurtulma imkanı bulunmayanlardır. Halbuki Bediüzzaman bu kavramın çerçevesini genişletmiş, olumlu çaresizlikleri de bu kavramın içinde değerlendirmiştir. İnsanın yapabileceği her şeyi yaptığı halde beşeri ölçüler içinde ulaşamadığı ulaşması imkansız maksatları bazen Cenab-ı Hakk, mümin olsun kafir olsun beşere ilham ve ihsan etmiştir. Sebeplerin sukût ettiği noktada Allah-ü Teâlâ, istenilen maksadı umulmadık bir şekilde lütfetmiştir. Bu gibi durumlarda insan elini kaldırıp duâ etmese bile içinde bulunduğu durumda çaresizliğini hissetmesi en tesirli bir duâ yerine geçer ve maksadı kendisine musahhar edilir. Nitekim bu hususta Bediüzzaman Hazretleri “Arkadaş! Bilhassa muztar olanların duâlarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duâların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye musahhar ve muti olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir mâsumun duâsı hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek duâlara cevap veren Zat, bütün mahlûkata hâkimdir. Öyleyse, bütün mahlûkata dahi Hâlık’tır” der (MN. s. 1308).

Zorda kalanın duâsının kabul edilmesinin yanında bir şeyi ısrarla isteyen ve istediği şeye çok önem veren kişilerin duâlarının kabul edileceği de hadis-i şeriflerde bildirilmiştir (Taberânî, II, 817). Duâ eden kişinin isteğini canı gönülden istemesi ve ona olan ihtiyacını derinden hissetmesi duânın kabulünü kolaylaştırmaktadır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, duâ ile talep edilen, “eğer ıztırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebettar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmışsa veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür” diyerek, bu tür duâların kabul edileceğini ifade etmiştir. Hatta ona göre, “Terakkiyât-ı beşeriyenin kısm-ı âzamı ve keşfiyatları, bir nevi duâ neticesidir. Havârık-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler, mânevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidatla istenilmiş, onlara verilmiştir. Lisan-ı istidatla ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan duâlar dahi, bir mâni olmazsa ve şerâit dahilinde ise, daima makbuldürler” (24. Mektup,1. Zeyl).

4. Şuurlu Varlıkların İradi Duâları: Maruf Duâ


Şuurlu varlıkların duâlarını Bediüzzaman, iki kısma ayırır. Birinci kısım, fiil ve hal ile yapılan duâdır. İkinci kısım ise kalp ve söz ile yapılan duâdır. Birinci kısım duâyı yukarıda zikri geçen duâlarla birlikte değerlendirerek, bu tür duâların genelde kabul edildiğini söyler. Zira sebeplerin bir araya gelmesi ve hal ve fiille yapılan duâlar “Cevâd-ı Mutlak’ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır” (23. Söz, Birinci Mebhas) diyerek, bu tür duâların kabul edilmesinin gerçek sebebinin, duânın Cenab-ı Hakk’ın belirli bir isim veya isimlerine bakması olduğunu ifade eder.

a. Fiil ve hal ile yapılan duâ

Fiil ve hal ile yapılan duâlar makbuldür. Zira fiilî duâ, işin gerçekleşmesi için bir arada bulunması gereken sebepleri yerine getirmektir. Sebeplerin bir araya gelmesi yukarıda istidat lisanıyla yapılan duâda olduğu gibi ekseriyet itibarıyla makbul bir duâdır. Sebeplerin iradî olarak bir araya getirilmesi için yapılan çalışmaları Bediüzzaman, “fiilî duâ” diye nitelendirmektedir: “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi duâ-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir” der (23. Söz, 3. Nokta; MN, s. 1396). Bediüzzaman’a göre sebepler, Cenab-ı Hakk’ın kâinattaki isim ve sıfatlarının tecellileri; sebeplerin tabi olduğu kanunlar da o isim ve sıfatların ünvanlarıdırlar. Sebepleri yerine getirme Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına müracaat etme anlamı taşıdığı için makbuldür. Nitekim çift sürmenin rahmet hazinelerinin kapısını çalmak anlamına geldiğini, “Çift sürmek fiilî bir duâdır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı sabanla çalar” (24. Mektup, 1. Zeyl) sözleriyle ifade eder.

Hal diliyle yapılan duâ da fiilî duânın bir nev’idir. İnsan fiilî duâda olduğu gibi müşahhas bir işi yerine getirmemiş de olsa hal dili çoğu zaman insanın iç dünyasını yansıtan bir ayna; çaresizliğin davranışlara yansımasıdır. Mesela hasta insanların hastalık esnasındaki çaresizlikleri hal diliyle yapılmış bir duâdır. Hastalar Risalesi’nin 12. devasında “Hem hastalık, insandaki aczini, zaafını ihsas eder. O aczin lisanıyla ve zaafın diliyle, hâlen ve kâlen bir duâ ettirir” der ve hastanın hal diliyle yaptığı duânın samimi olduğu için makbul olacağını söyler. İhtiyaç lisanıyla yapılan duâlarla hal diliyle yapılan duâlar birbirine benzer. Canlı varlıkların ihtiyaç halini almamış, istekleri ve arzuları da hal diliyle yapılmış bir duâdır. Mesela insanın midesi hal diliyle canlılığını devam ettirmek ister, onu bu duâsına Cenab-ı Hakk, lezzetli, harikulade yiyecekler yaratarak fiilen cevap verir (11. Şua, 8. Mesele). Duâlar bazen âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerden alınan mübarek kudsi kelimelerle yapılabileceği gibi bazen “O’nun kapısına yönelerek, ruh dünyamızı şerh eder, içimizi O’na döker ve “huzurun edebi” diyerek ağzımızı sımsıkı kapatarak sükût murakabesi” ile de gerçekleştirilebilir. Bu tür duâ da hal diliyle yapılmış bir duânın makbuliyetini içinde taşır. Hatta “bazılarınca böyle bir hâl –ihlâs ve samimiyetin derecesi ölçüsünde– en belâgatlı sözlerden daha beliğ ve en yüksek ifadeleri aşkın bir beyan ve bir arzıhâl sayılır”. Allah, gizli-açık her hâlimizi bildiğine göre, duâda sözden daha ziyade öz önemlidir. “Bu itibarla, istek ve dileklerimizi huzur mülâhazasına bağlayarak, sessizlikle seslendirmek, hususiyle de o seviyenin insanları için ayn-ı edebdir. İster gayb telâkkisi, ister huzur mülâhazası, bize bizden daha yakın olan Rabbimiz: “Siz bana duâ edin ki, Ben de icabet edip karşılık vereyim” buyurarak, bizi duâya teşvik etmekte ve duâ etmemeyi anlamsız bir istiğna ve bir kopukluk saymaktadır” (Gülen, “Duâ”, s. 251, 52).

Allah’ın veli kullarının hal ve davranışlarının insanları etkilemesi hal diliyle yapılmış duâlardandır. Zira gerçekte hidayeti veren yalnızca Allah’tır:“Velîlerin himmetleri, imdatları, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duâdır. Hâdî, Muğîs, Muîn, ancak Allah’tır” (MN, s. 1365). O Allah dostunun hali insanları irşad için Cenab-ı Hakk’a yapılmış bir duâdır. Hal ve fiille yapılan duâlar, fıtrî ve samimiyetle yapıldıkları için daha makbul olduklarından sözlü duâ sayılan sözlü tebliğ ve irşaddan daha etkilidirler.

Duâ yalnızca inanan insanlara mahsus değildir. Kâinattaki bütün varlıklar duâ ettikleri gibi mümin kafir bütün insanlar da iradî gayr-ı iradî duâ etmektedirler. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri “İnsanda öyle bir lâtife, öyle bir hâlet vardır ki, o lâtife lisanıyla her ne sual edilirse -velev ki fâsık da olsun- Cenab-ı Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim” sözleriyle ifade eder (MN, s. 1365, 66). Manevi keşifler duâ ile gerçekleştiği gibi maddi keşif ve icatların altında da bir nevi duânın bulunduğunu söyler. Mesela yüz binlerce harikaları ihtiva eden hava zerrelerindeki ilahi kanunu Allah Teâlâ, insanların istifadesine sunmak için, onların fiilî duâlarına karşılık ilham ederek radyo dalgalarının havada intikalini keşfetmelerini sağlamıştır. İnsanlar, bu keşfin dayandığı hava zerresindeki mucizelere, ilahi kanunlara dikkat etmeden radyoyu filan, elektriği falan keşfetti diye aciz insanlara olağanüstü kuvvetler atfetmektedirler. İnsanların radyoyu keşfetmek için yaptığı çalışmalar bir nevi fiilî duâ hükmüne geçmiş, Cenab-ı Hak, bu konuda çalışan insanlara, insanoğlunun faydalanması için, bazı şeyleri ilham ederek bu keşfi yapmalarını temin etmiştir. Bediüzzaman, bu meseleyi şöyle izah eder: “Cenab-ı Hak bu kâinatı, insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir; ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini duâ-yı fiilî olan telâhuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükretmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nevinden, âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp, sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o harikaları unutturup, yalnız ince bir perdesini gösterip, şuursuz tesadüfe, tabiata ve câmid maddelere havale edip, ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır”. (EL. s. 1862)

b. Kalp ve sözle yapılan duâ

Sözlü duâ, dille yapılabileceği gibi kalple yönelme ve niyetle de gerçekleşir. Bediüzzaman’a göre şuurlu varlıkların kalp ve dille yaptıkları duâların yanı sıra diğer bazı canlıların ses çıkararak yaptıkları yakarışlar da kavlî/sözlü duâdır: “Savt ve sadâlı hayvanatın, meselâ acıktıkları zaman kendi hususî lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî duâlardandır” (MN. s. 1362). Kalbî ve lisanî duâların, istenilen matluba göre değişen bir çok çeşidi vardır. Tevbe ve istiğfar günahların bağışlanması için Cenab-ı Hakk’tan af talebidir; korunma/istiaze, kötülerden ve kötülüklerden O’na sığınma talebidir; münâcât, sıkıntı ve kederden kurtulmak için O’ndan necat/kurtuluş talebidir; ezkâr, O’nun isim ve sıfatlarını anarak, duânın esası olan huzurda olma ve murakabe duygusunun insanın gönlüne yerleştirilmesidir; nihayet gizli-açık, küçük-büyük her hacetimizi Ondan isteme duânın değişik şekilleri ve dereceleridirler.
Cenab-ı Hakk, kullarının duâlarına fiilen cevap verip istediklerini onlara ikram ettiği gibi bazen veli kullarına ilhamlarla cevap verir. Bediüzzaman Hazretleri, “İbâdının duâlarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir. Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır” (7. Şua) diyerek, ilhamın hikmetlerinden birisinin de duâlara karşılık vermek olduğunu söyler.

Sonuç Yerine  

Kâinatta her şeyin Cenab-ı Hakk’ı tesbih ettiğini, O’na hamd ile yakardığını “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm, Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü senâ ederim” (3. Şu’a) şeklinde duâ üslubuyla ifade eder. Kâinatta her varlık Cenab-ı Hakk’ı tesbih ettikleri gibi kendi mahiyetlerine uygun bir şekilde O’na duâ ederler. Zira her şey varoluşunu ve varlıklarının devamını Hay ve Kayyum olan Allah Teâlâ’ya borçludur. Eşyanın varlığını devam ettirebilmek için ihtiyaç duyduğu şeyleri onlara veren ise kuşkusuz Hak Teâlâ’dır. Varlıklar, ihtiyaç duydukları şeyleri O Zat-ı Kerim’e ya istidat lisanıyla ya ihtiyaç lisanıyla ya hal ve fiilleriyle ya da sözleriyle bildirirler. Eşya ile Yaratıcı Zat arasındaki alakanın duâ eksenli bu açıklaması bir anda her şeyi anlamlı kılmakta, adeta hadis-i şerifte bildirildiği gibi duâ, bütün kâinatı aynı anda nurlandırmaktadır.

Teberrüken Münâcât Risalesi’nin bitiş duâsıyla makaleyi bitirelim: “Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, yâ Halıkî ve yâ Halık-ı Külli Şey, Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nûr’a musahhar yap. Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Mûsa Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nûr’a kalbleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste mes’ut kıl. Âmin, âmin, âmin…”.



İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR
* Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, I-II, Nesil yayınları, İstanbul 2001.
* Bebek, Adil, Din ve Düşünce Açısından Duâ, İstanbul 1998.
* Bolay, Süleyman Hayri, E: Boutroux’da Zorunsuzluk Doktrini, İstanbul 1989.
* Ebu’l-Bekâ, el-Külliyât, Beyrut 1993.
----, “Duâ Zamanı”, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, ss. 132-155, İstanbul 2004.
* Huxley, Aldous, Kalıcı Felsefe, çev. Latif Boyacı, İstanbul 2003.
* Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, Beyrut ts.
* İbn Arabî, İlâhî Aşk, çev. Mahmut Kanık, İstanbul 1988.
* Taberânî, Kitâbu’d-Duâ, I-III, Beyrut 1987.
 

Burhan Kutluboğa