๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Kuran-ı Kerim) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 28 Eylül 2010, 17:03:35



Konu Başlığı: Nur eyeti hakkında bazı mülahazalar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 28 Eylül 2010, 17:03:35
Nur Ayeti Hakkında Bazı Mülahazalar

  Nur Ayeti

Kur’ân-ı Kerim’de en dikkat çeken ayetlerden biri “Nur Ayeti”dir. İmam Gazali, bu ayetle ilgili olarak “Mişkatû’l-Envâr” adıyla müstakil bir eser yazar. Said Nursi, bu ayetten mülhem olarak tefsirine “Risale-i Nur” adını verir ve tefsirinde sıkça bu ayetin ışığında temsiller kullanır. Nur sûresi, bu sûredeki otuzbeşinci ayetten ismini almıştır. Bu ayet, Allah'ın göklerin ve yerin nuru olduğunu bildirmekte, O’nun nurunu bir temsil ile açıklamaktadır. Sadece meale bakmakla, hatta bazı tefsirlere müracaatla bu ayetin ne demek istediğini anlamak gerçekten zordur. Önce ayetin meâlini verelim:

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Nurunun meseli şuna benzer: İçinde lamba olan bir mişkat var. Lamba bir cam içinde. O cam, sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan tutuşturulur. Bir zeytinden ki, ne şarkîdir, ne de garbî. Onun yağı, neredeyse ateş dokunmadan ışık verir. Nur üstüne nur. Allah nuruna dilediğini hidayet buyurur. Ve insanlar için meseller getirir. Allah her şeyi bilendir.”



Her türlü aydınlık ve parıltı için “nur” denildiğini görürüz. “Nur” kelimesi, karanlığın zıddı bir mânâ taşır. Karanlık farklı farklı olduğu gibi, nur dahi farklı farklıdır. Meselâ, yokluk bir karanlıktır, küfür bir başka karanlık. Evham bir karanlıktır, cehalet başka bir karanlık. Diğer taraftan, varlık bir nurdur, iman bir başka nur. Hakikat bir nurdur, ilim bir başka nur.
Nur, “bizatihi zahir, ligayrihi muzhirdir.” Yani, nur hem kendini, hem de başkalarını gösterir. Meselâ, güneşin ışığı hem güneşi, hem diğer varlıkları gösterir. Göz nuru bizi eşyaya muhatap eder. Akıl nuru ise, bizi eşyanın hakikatına ulaştırır.


Gerçek Nur


Nur ayetiyle ilgili olarak önce Allah’a “Nur” denilmesini ele almak istiyoruz. “Allah’a ‘Nur’ denilmesi hakiki midir, yoksa mecazi midir?” sorusu ihtilaflı bir meseledir. Gazali’ye göre gerçek nur Allah’tır. Bu kelimenin başkaları hakkında kullanımı mecazîdir. Allah lizatihi ve bizatihi nurdur. Bütün nurlar O’ndan gelir. Bu nurlar, Allah tarafından onlara emanet ve ödünç olarak verilmiştir.

En’âm sûresinin ilk ayetinde yer alan “Allah zulümatı (karanlıkları) ve nuru yaptı” ifadesinden hareketle, bazıları Allah’a “Nur” denilmesini mecaz olarak değerlendirirler. Çünkü burada Cenâb-ı Hak’tan doğrudan “nur” olarak değil, “nuru yapan”
şeklinde bahsedilmektedir.

M. Hamdi Yazır, Gazali’nin Mişkât’ından iktibas ettiği cümlelerden sonra “Gazali’nin bu nurlu sözleri hoştur” diye söze başlar, ardından Allah hakkında “nur” denilmesinin mecaz olduğunu söyler.

Kanaatimizce, isimde müşareket mahiyette aynı olmayı gerektirmediğinden, Cenâb-ı Hak için “Nur” ismini hakikat olarak kabulde bir beis olmasa gerektir. Nitekim, ekser alimler “Samed", “Kuddüs” gibi Allah’ın zatına mahsus isimlerin insanlar için kullanılmasını uygun görmezken, “Kerim”, “Cemil” gibi isimlerin kullanılmasını caiz görmüşlerdir. Meselâ, “Allah cömerttir” deriz. “Cömert” kelimesini insanlar için de kullanıyor olmamız, Allah hakkında kullanmamıza engel değildir. Zira, biliriz ki gerçek cömert Allah’tır; kendi hazinesinden verir, hem herkese verir. “Cömert” dediğimiz insanlar ise Allah’ın hazinesinden verir, hem de çok az kimseye verirler. Bunu, güneşten aldığı ışığı yansıtan aynaların durumuna benzetebiliriz. Gerçi aynalarda bir parlaklık vardır. Fakat bu parlaklık kendilerinden olmayıp gökteki güneştendir.

Sözün burasında “cömertlik” örneğini biraz daha açarak varlıklardaki bütün özelliklere aynı tarzda bakabiliriz. Meselâ, bütün güzellere güzellik O’nun “Cemil” isminden, bütün canlılara hayat O’nun “Muhyi” isminden, her canlıya rızık O’nun “Rezzâk” isminden, bütün hastalara şifa O’nun “Şâfi” isminden, bütün varlıklara yol göstermek O’nun “Hâdi” isminden, bütün varlıklara beka O’nun “Bâki” isminden... gelmektedir. Bediüzzamanın ifadesiyle “Maddî ve manevî, cevherî- arazî her bir şeyin, her bir insanın hakikatı (İlahî) birer ismin nuruna dayanır.” Sözgelimi, demirin maddesi onun cevheri, sertliği ve rengi ise birer arazıdır. Demirin var olması Cenâb-ı Hakkın “Hâlık” ismini, sertliği “Kavî” ismini, rengi ise “Mülevvin” ismini gösterir.


Varlık Nuru

Zifiri karanlığın hâkim olduğu bir gecede, kendimizi yüksek bir dağın zirvesinde kabul edelim. Gökyüzünü kara bulutlar kaplamış olsun. Ne yerden bir ışık, ne de gökten en ufak bir parıltının geldiği böyle bir ortamda, elimizin ucunu bile göremeyecek, âdeta yoklukla burun buruna geleceğiz. Güneşin doğmasıyla ise rahat bir nefes alacak, “Oh, dünya varmış!” diyeceğiz. Çünkü güneşin ışığıyla, etrafımızdaki her şey bize arz-ı didar edecek, rengârenk bir âlem önümüze açılacaktır.

Allah’ın ilminde ezelden beri var olan eşyanın, O’nun dilemesiyle var olmasına bu misalin dürbünüyle bakabiliriz. Zira, O’nun ilmi ezel ve ebedi kuşatmıştır. Hiçbir şey O’nun ilminin dışına çıkamaz. İsmail Hakkı Bursevî’nin de dediği gibi, Cenâb-ı Hak eşyayı hem yoklukta, hem varlıkta görür. Çünkü eşya her ne kadar önce hadd-i zatında yok ise de, ilm-i ilâhîde mevcuttur.

“Allah, göklerin ve yerin nurudur” ifadesi, ilk olarak bu yaratma mânâsını hatıra getirmektedir. Çünkü nur, biraz önce de işaret edildiği gibi “bizatihi zahir, ligayrihi muzhirdir.” Görülmemenin aslı yokluk olduğu gibi, zuhurun aslı da vücud, yani var olmaktır. Allahu Tealâ, bizatihi Mevcud, maadası için Mucid’dir. (O’nun varlığı kendindendir. Fakat her varlık O’nun var etmesiyle vardır.) Hamdi Yazır’ın ifadesiye, “bütün âlemi meydana koyan, kainatı gösteren, hakikatı bildiren, gözleri, gönülleri şenlendiren O’dur. O olmasa idi hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neş’e duyulmazdı.”

Akan bir nehrin üzerindeki kabarcıklar, güneşten gelen nurlarla parlar. Sönenlerin yerine gelen kabarcıklarda da aynı parlama eseri görülür. Onlardaki bu parlaklık gökteki güneşten geldiği gibi, zaman nehrinde akıp giden evrendeki tüm varlıklar ezelî ve ebedî olan Allah’ın nuruna mazhariyetle varlık nimetini tadarlar.

“Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetinin üstte bildirilen “onları yokluktan varlığa çıkaran, gözlere gösterendir” mânâsının yanında, şu gibi mânâlarına da dikkat çekilmiştir:

-Allah göklerin ve yerin münevviri, yani nurlandırıcısıdır. Semayı meleklerle, arzı peygamberlerle aydınlatmıştır.

-Allah, göklerin ve yerin müdebbiri, yani mutasarrıfıdır.

-Allah, göklerde ve yerde olanlara hidayet eder, yol gösterir. Göklerde ve yerdekiler, O’nun nuruyla yol bulurlar, iş yaparlar.

Râzî, ayetin sonundaki “Allah nuruna dilediğini hidayet buyurur” karinesinden hareketle “Allah, göklerde ve yerde olanlara hidayet eder, yol gösterir” mânâsını tercih eder. Bu mânâ, İbn Abbas’tan da nakledilmektedir.

Dikkat edilirse, verilen bu mânâlar, yapılan farklı yorumlar “nur” kelimesinin farklı şeylerdeki görünümüyle ilgilidir. Çünkü, nur ile aydınlatılır, nur ile görülür, nur ile yol gösterilir.


Temsilden Hakikata

Nur ayetinde, Allah Tealâ’nın göklerin ve yerin nuru olduğu ifade edildikten sonra, bir temsil getirilmiştir. Bu temsilde geçen “mişkat, misbâh, zücace, mübarek zeytin ağacı ve bu ağacın yağının safiliği”, hepsi de nurun ziyade parlaklığını ifade etmekte kullanılmıştır. Çünkü mişkat, içine lamba konan küçük hücre demektir. Kapalı pencere misali, etrafı camekanla çevrili dar bir alanı ifade eder. Böyle dar bir alanda lambanın ışığı daha etkilidir, dağılmaz. Geniş alanda ise ışık, dağılır, kaybolur. Lambanın cam içinde oluşu, gücüne güç katar. Normal benzinle uçak benzini arasındaki kalite farkı misali, bu lamba özel bir yağla yanmaktadır. Bu yağ “ne şarkî ne de garbîdir.” Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, cihet şaibelerinden âri, yani bildiğimiz dünya zeytinlerinden değil, lâmekânî (mekanı olmayan) bir zeytindir.”

Eskiden lambalar, zeytinden elde edilen yağla yakılırdı. Bir tepenin eteğinde olan zeytin ağacına, eğer sabah güneşi alıyorsa “şarkî”, akşam güneşi alıyorsa “garbî” denilir. Sahradaki zeytin ağacı ise gün boyu güneş alacağından, böyleleri ne şarkî ne de garbî olup, yağı daha safi, daha kaliteli olacağı açıktır.

Bu mesel ile anlatılan ilâhî nurun ne olduğu farklı şekillerde yorumlanmıştır. Ancak, kanaatimizce yorumlardaki farklılık tezâdî bir ihtilaf olmayıp tenevvü’ ihtilafı kabilindendir. Ayetin bütün bu mânâlara şümûlü olması Kur’ân’ın i’cazının ve icâzının bir gereğidir.

Bu cümleden olarak, doğrudan “Allah'ın nuru”, “Hz. Peygamber”, “Kur’ân”, “iman nuru” şeklinde yorumlar söz konusudur. Ayrıca, “ilim ve marifet nuru” şeklinde de yorumlar vardır. Cenâb-ı Hak Kur’ân’dan Nur olarak bahsetmiş; keza, Hz. Peygamberi “sirac-ı münir” (nur saçan bir lamba) olarak nitelemiştir. İmanın, ilim ve marifetin de birer nur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, küfür zulmetiyle her şey karanlıklar içinde görülürken, iman nuruyla kainat nurlanır, munis bir şekil alır. Keza, cehalet karanlığıyla bir kitaba bakan kişi hiçbir mânâya muhatap olamazken, ilim nuruyla bakınca, o kitabı baştan sona engin ve zengin mânâlarla dopdolu görür.



Doç. Dr. Şadi Eren