๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Kuran-ı Kerim) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 16 Ekim 2010, 15:35:40



Konu Başlığı: Kurânı yepyeni bir imanla okuma
Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Ekim 2010, 15:35:40
Kur'ân'ı Yepyeni Bir İmanla Okuma


Bu ay içerisinde okuduğum ilk eser, Türkiye’den âlim ve mütefekkir Üstad Fethullah Gülen’in “Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar” kitabı oldu.

Gülen’in fikirlerini ilk defa iki yıl önce Türkiye’de Arapça olarak yayımlanan, oldukça doyurucu ve ilmî seviyesi de yüksek Hira Dergisi’nde okumaya başlamıştım. Daha sonra Hira’daki bu makaleleri, Gülen’in 757 sayfalık oldukça hacimli bir eseri olan, Orhan Muhammed Ali Bey’in Türkçeden Arapçaya tercüme ettiği “İnsanlığın İftihar Tablosu Sonsuz Nur” kitabı takip etti.

İştiyakla okuduğum Sonsuz Nur, beni derinden etkiledi. Kendimi bir anda yepyeni bir siyer kitabıyla karşı karşıya buldum. Öyle ki bu kitap, gerek klâsik dönemde yazılan, gerekse 19. asrın sonlarından günümüze kadar olan süreçte telif edilen eserlerin hiçbirine benzemiyordu. Eserde, Siyer-i Nebi’ye benzersiz bir yaklaşım, olayları derinlemesine inceleme, konu ve çıkarılacak ibretlerin mükemmel tahlilleri, meselelerin okuyucuya oldukça ikna edici bir yöntemle takdimi ve hem akıl hem de kalbin kolayca kabul edip alacağı bir üslûp gördüm.

Muhammed Fethullah Gülen, Türkçeden Arapçaya tercümesini yine Orhan Muhammed Ali’nin yaptığı, önsözünü Edib İbrahim Debbağ’ın yazdığı “Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar” isimli eserinide, öteden beri İslâmî sahada görülmemiş, oldukça orijinal bir metodla ele almış. Nitekim Kitabın takdiminde Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. hocalarından Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın da belirttiği gibi: “Bu eser, Kur’ân’ın anlaşılması yani tefsiriyle ilgili bir eser. Sûre ve âyet sırası gözetilerek, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerinin ilham ettiği nükteleri, incelikleri ortaya koyuyor. Daha ilk nazarda, muhterem müellifin klâsik tefsir kitaplarına vukufu, onlara istinat ettiği belli oluyor. Fakat kendisini gösteren hemen bir başka özelliği de tefsir ilminin ölçülerine aykırı olmaksızın yeni açılımlar, sızıntılar ve pırıltılar ihtiva etmesidir.”

Prof. Dr. Yıldırım’ın da belirttiği gibi, ben de bu ilham ve inceliklerin, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini sevmesi dolayısıyla ona lütfettiği birer fütuhat-ı İlâhiye olduğuna inanıyorum. Ve gerçekten şunu açıkça ifade etmeliyim ki, eser oldukça orijinal ve akımların, ekollerin oldukça fazla olduğu bu sahadaki diğer eserlerden tamamen farklıdır.

Üstad Muhammed Fethullah, eserinin önsözünde şöyle demektedir: “Sonsuzun, kelime ve harfler dünyasında parıldayan ışığıdır Kur’ân. İns ü cinnin duygu, düşünce ve his atlasında melekûtun sesi-soluğudur Kur’ân. Gün gelip de o, en müstesna bir sadef içinde inciye dönüşünce, işte o zaman, söz sarraflarının gözleri de, sararıp solmayan ve renk atmayan bir güzellikle buluştu.”

Bildiğim kadarıyla bu asırda, Arap müelliflerin hâricinde Kur’ân tefsiri yazan üç âlim vardır. Onlar da Pakistan’da Ebu’l-A’la el-Mevdûdî, İran’da Muhammed Hüseyin Tabatabâî ve Türkiye’de de Said Nursî’dir. Bunların üçü de 20. asırda Arap müelliflerin dışında tefsir yazmış kimselerdir. Şu küçük ayrıntıyı da hemen belirtmek gerekir ki, bunlardan Mevdûdî, eserini Urduca yazmış olup, Tefhîmu’l-Kurân adıyla neşretmiştir. Tabatabâî eserini Arapça yazmıştır, sonradan Farsça ve İngilizceye tercüme edilmiş eserin adı el-Mîzan fî Tefsîri’l-Kur’ân’dır. Bediüzzaman ise eserini Arapça yazmıştır, sonradan Türkçeye tercüme edilen eserin adı, İşârâtü’l-İ’caz Fî Mezânni’l-İ'câz’dır. Bu sonuncusuyla ilgili olarak geçen Ramazan ayında gazetedeki köşemde yazmıştım.

Konuyla ilgili ikinci mülâhazam ise, ilk iki müfessirin Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını baştan sona tefsir yapmış olmasına rağmen, Bediüzzaman’ınki, oldukça özet bir tefsirdir. Ancak son derece akıcı, derin ve titiz yazılmış bir eserdir. Tabiî, bunlar içinde yaşadığımız asırda telif edilenlerdir. Geçmiş asırlarda Arapların dışında tefsir yazanlara baktığımızda bunlar arasında Taberî, Beyzavî, Kuşeyrî, Zemahşerî, Razi ve daha pek çok müellifi görürüz.

Ancak içinde yaşadığımız zaman diliminde Türkiye’de ikinci bir müfessiri görüyoruz ki, o da, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerinin tefsirini içeren, “Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar” adlı (Advâ Kur’âniyye fî Semai’l-Vicdan adıyla Arapça’ya tercüme edilen) eseriyle Muhammed Fethullah Gülen’dir. Gülen’i diğerlerinden ayıran en bariz nokta, onun Üstad Bediüzzaman’ın fikirleriyle derin bir şekilde irtibatlı olması ve Bediüzzaman’nın metodolojisini kullanarak, Kur’ân’ı tefekkür ve tahlil etmesi, geçmişi, günümüzü ve geleceği, derin bir bakış açısıyla incelemesidir.
Gülen’in eseri bildiğimiz klâsik anlamda bir tefsir olmasa da, aslında o, Yüce Beyan’ın âyetlerini derinlemesine incelemiş, daha önce kimsenin ulaşamadığı neticelere ulaşmıştır. O da bu zâtta, derin bir tefekkür, keskin bir bakış açısı, berrak bir vicdan rikkati ve basiret keskinliği olduğunu apaçık göstermektedir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Gülen, Kur’ân-ı Kerîm’i yeni bir imanî okuyuşla okumuştur. Ancak onun Kur’ân’ı bu yeni okuma şekli, Kur’ân’ın ruhundan uzak bazı muasır mütefekkirlerin iddia ettikleri bir okuma şekli de değildir.

Meselâ Gülen bu açıdan Kasas Suresi وَابْتَغِ ف۪يمَا اٰتَاكَ اللّٰهُ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا "Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma..." 77. âyetini şöyle yorumlamaktadır:

“Bu âyet-i kerime öteden beri çokları tarafından sürekli dünyayı talep etmek şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki azıcık Arap dili kaidelerine muttali olanlar hemen bu yanlışlığı anlayacaklardır. Evet, âyet siyak ve sibak münasebeti içinde ele alındığında ortaya şöyle bir mânâ çıkacaktır: وَابْتَغِ ف۪يمَا اٰتَاكَ اللّٰهُ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ “Allah’ın sana verdiği her şeyle ahiretin arkasında ol, onu yakın takibe al.” Burada اِبْتَغِ fiili, talepten içeri bir talep mânâsına gelir ki, Allah’ın insana ihsan ettiği akıl, kalb, his, şuur, idrak, sıhhat, mal-menal, çoluk-çocuk vs. hatta bi’l-kuvve, bi’l-istidat verdiği şeylerle ahiret yurdunu talepler ötesi bir taleple iste, dile demektir. Ardından وَلاَ تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Dünyadan da nasibini unutma.” diyerek meseleyi dengelemektedir. Evet, yarınlar ve yarınlardan sonrası sürekli takibe alınacak, dünyaya ait şeyler de kat’iyen unutulmayacaktır. Bunun ötesinde âyete başka bir mânâ verilecek olursa yani başta işaret ettiğimiz gibi, âyetin sadece bu ikinci kısmını ele alıp, milleti dünya ehli olmaya, dünyayı hayatın yörüngesi ve gayesi hâline getirmeye çağrılırsa, çok ciddî bir yanlışın içine düşülmüş olur.”

Gülen âyetten ikinci bir mânâ çıkararak da şöyle devam ettiriyor yorumunu: “Âyete bir değişik açıdan şöyle de yaklaşılabilir: Dünyaya, dünyanın kıymeti kadar, ahirete de ahiretin değeri kadar talip olun. Bu da bir esas olabilir. Öyleyse Kur’ân bu âyetiyle insanın eline bir ölçü veriyor ve onu bu ölçüyü değerlendirmeye çağırıyor. Evet, âyet böyle anlaşılmalıdır; zîrâ dünya itminana ermiş ruhlar için bir Arafat’tır. Dünyada geçen zaman da, bayrama nispeten Arefe günü gibidir. Gerçek bayrama gelince, o daha ötede, ötelerin de ötesindedir. Bu itibarla denge çok iyi kurulmalı ve Arafat dolu dolu yaşanmalıdır. Hac esnasında Arafat’ı kaçıran insanlar, onu bir yıl sonra tekrar yakalayabilir. Fakat dünya-âhiret teşbihi içinde verdiğimiz Arafat bir kere idrak edilir ve fevt edilince de bütün bütün kaçırılmış olur.”
Müellifin âyetleri tefsirdeki yöntemi ve aydınlatıcı derin imanî solukları, فَإِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ "(O hâlde) bir işten boşalınca hemen (başka) bir işe koyul." (İnşirah, 94/7) âyetinin tefsirinde daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Müellif bu âyet-i kerimeden bir hareket felsefesi ve hayat kanunu çıkararak diyor ki:

“Bu âyet-i kerime, Müslüman’a önemli bir hareket felsefesi ve bir hayat düsturu sunuyor. Evet, mü’min her zaman hareket hâlinde olmalıdır. Çalışırken hareket, dinlenirken de hareket.. bir diğer ifadeyle o, mesaisini öyle tanzim etmelidir ki, hayatında boşluğa hiç yer kalmamalıdır. Gerçi mukteza-i beşeriyet olarak dinlenmeye ihtiyaç duyduğunda o da dinlenecektir; ama böyle bir dinlenme de yine aktif dinlenme şeklinde gerçekleşmelidir. Meselâ, dimağı okuma ve yazma ile meşgul olan ve yorulan biri, dinlenirken yan gelip yatabileceği gibi, pekâlâ meşguliyet değiştirerek dinlenebilir; Kur’ân okuyabilir, namaz kılabilir, kültürfizik yapabilir, musâhabe ve mülâtefede bulunabilir ve hâkeza. Bunlarla yorulduğunda da döner tekrar kitap mütalâasına başlar.

Hâsılı, sürekli hareket, sürekli iş çizgisini bir meşgaleyi bırakıp diğerine geçmek suretiyle değiştirme.. böylece ‘Çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma’ metoduyla hareket etme mü’mince bir davranış olsa gerek.”

Yine Bakara Sûresi’nin başındaki ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ ف۪يهِ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ "İşte o kitap, onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için ayn-ı hidayet bir yol göstericidir." (Bakara, 2/2) âyetini yorumlarken diyor ki: “Bu âyet-i kerimedeki هُدًى mânâ-i masdarîdir. Bu ise, ‘Fert hidayeti bulma adına kendi çabası, gayreti olmaksızın hidayete eremez ve onunla hedeflenen noktaya ulaşamaz.’ mânâsını taşır. Diğer bir ifadeyle, tenvin de nazara alınarak, içinde şüphenin şemmesi olmayan bu kitapta müttakilere, aşkın bir hidayet-i rabbaniye vardır.. muttakilere vardır, zîrâ onlar reyb ü şüpheden ârî oldukları gibi hem şeriat-ı garranın emirlerini yerine getirme konusunda, hem de şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine riayet bakımından hazır ve hakkı kabule teşne, dahası ön yargılı olmadıklarından böyle bir hidayetten istifade de ancak onlara müyesserdir.”

Müellif açıklamalarına devam ederek diyor ki: “Ancak sayfanın sonundaki اُولٰئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ cümlesindeki هُدًى hâsıl-ı bi’l-masdardır. Yâni Allah’ın, kullarını hidayete mazhar etme adına yarattığı illet-mâlul münasebeti söz konusu olmaksızın dilediği kullarına bahşettiği ve هُدًى ile ifade edilen vâki bir hidayettir. Buna ulaşabilmenin, bu kapıyı aralayabilmenin yolu ise, لِلْمُتَّق۪ينَ kaydından anladığımız kadarıyla, takva dairesi içinde bulunmaktır. Böyle bir takvanın ilk mertebesi iman ve mârifet, son mertebesi ise Cenâb-ı Hakk’ın rıdvanına ulaşmaktır. Fezlekedeki tasrihe göre de, takvayı bu seviyede temsil edenler ancak kurtuluşa ereceklerdir.”

Yine Nûr Sûresi’nin 35. âyetinin yorumunda اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلأَرْضِ "Allah semavat ve arzın nurudur." müellif, oldukça derin ve etkileyici bir üslûpla, bu âyet-i kerimedeki imanî boyutun şerhini ve âyetteki gizli ve nükteli mânâyı belirtiyor ve diyor ki:

“Varlığı gün yüzüne çıkaran, kâinatın bu yüzünü-öbür yüzünü ortaya çıkaran; onu temâşâ edilen bir meşher ve okunan bir kitap hâline getiren, gözlere ışık, gönüllere inşirah veren mânâlarla vicdanlarımızı besleyen O’dur. O’nun nurunun olmadığı yerde göz görmez, basiret idrak etmez; ilimler evhama, hakikatler farazî şeylere karışır ve mevcudat mânâsı anlaşılmayan bir kaosa dönüşür; ne dimağlarda oturmuş bir ilim felsefesi, ne de sinelerde bir mârifet ziyası hâsıl olur.

Âfâk ve enfüsün birleşik noktasında ilimden imana, imandan mârifete, mârifetten daha derin bir kulluk şuuruna ulaşmak ancak göklerin ve yerin veya göktekilerin ve yerdekilerin nuru ya da münevviri bulunan Hz. Münevvirü’l-Envâr ile mümkün olacaktır.”

Müellif âyetin tefsirini devamla kâinatın hareket felsefesini ve hayat kanununu buradan çıkararak diyor ki: “Gökte güneş veya güneşler, yerde renkler ve güzellikler, gönüllerde basiret, idrak ve bu çekirdekler üzerinde neşv ü nema bulan mârifet, muhabbet ve aşk u şevkler; dimağda düşünme, muhakeme, mantık ve değişik istidlâl yollarıyla hakikate ermeler, hep bu nur sayesinde gerçekleşmektedir.”

Yine müellif, Fussilet Sûresi’nin 53. سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي اْلاٰفَاقِ وَف۪ي أَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ "Evet, Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?" ayetinin yorumunu yaparken, burada öncelikle, Allah’ın varlık ve birliğine ait âyetlerin, Kur’ân’ın hakkaniyetini gösteren delillerin peşi peşine ortaya çıkacağına, âfâk ve enfüs armonisinin sürekli Hakk’ı ilâm ve ilan edeceğine işaret edilerek, mudayaka içinde bulunan mü’minlere hem harem içindeki sinelerin hem de harem haricindeki gönüllerin açılacağını; hem kendi iç dünyalarının hem de kâinat ve bütün şuûnun inkişaf edeceğini; hem Cezîretü’l-Arab’ın hem de uzak ülkelerin fethedileceğini; fethedilip İslâm nurunun şarka-garba yayılacağını ve dört bir yanda Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açacağı müjdesini verdiğini; aynı zamanda Mekke atmosferinin dışında onlara daha rahat iklimlerin yollarının gösterilmekte olduğunu belirtiyor.

Yine müellif bu âyetten çıkarılması ve alınması gereken derslere dikkat çekerek, bu âyetteki üslûbun, bize çok geniş bir tefekkür ufku açtığını ve hakikati gözetleme imkânları hazırladığını söylüyor. Bunlar da bilindiği üzere, hakikati ispat konusunda ortaya konulan delillerin iki kategoride ele alındığı, bunun da insanın dışında, kâinat ve hâdiselerle alâkalı veya hâriçten alınan delillerin objektif değerlendirilmesinden ibaret saydığımız âfâkî delillerle; şahsın kendi iç dünyasıyla alâkalı görüş, duyuş, seziş ve sübjektif değerlendirmelerinden ibaret olan enfüsî delillerdir.

Müellifin bütün yazılarını Türkçe kaleme aldığı gerçeğini hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Ancak onun, Arap dilini çok iyi bildiği, okuduğu, bütün incelikleriyle onu anladığı ve İslâm ilim ve kültür mirası üzerinde geniş bir vukufunun olduğu, her hâlinden belli oluyor. Onun ufuk açıcı, yol gösterici ve yol işareti olarak ortaya koyduğu bu büyük feyzin kaynağı, onun sahip olduğu derin ve aydınlatıcı Kur’ân anlayışı ve Kur’ân gölgesinde geçirdiği bereketli senelerdir. Son zamanlarda elime geçen Kalbin Zümrüt Tepeleri, İrşad Ekseni ve Kırık Mızrap'tan Arapçaya tercüme edilen eserleri de göstermektedir ki, fikrî bakımdan doyurucu olan, vicdanı aydınlatan ve ruha canlılık veren bu eserler, Türkiye’nin hayat bahşedici soluklarından meydana gelmiş olup, gerçekten hayat bahşeden birer Kur’ân esintisidir.

Muhterem Gülen, Haşr Sûresi رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذ۪ينَ سَبَقُونَا بِالْإ۪يمَانِ وَلَا تَجْعَلْ ف۪ي قُلُوبِنَا غِلّاً لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا “Rabbimiz, bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi yarlığa ve iman edenlere karşı kalblerimizde hiçbir kin bırakma.” 10. âyetini tefsir ederken de şu yorumu yapmaktadır:

“Evvelâ şunu çok iyi tespit etmek gerekir ki; kalbten gıll ü gışşın çıkartılmasının asıl yeri ahirettir, Cennet’tir. Eğer, insanın imtihan edilmesinde birer esas olan bu duygular daha dünyada iken insanın içinden çıkartılsaydı, o, fıtrat itibarıyla bir melek olurdu. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, bu dünyada insanı hem iyiye hem de kötüye açık bir mahiyette yaratmıştır. Bu itibarla farzımuhal dünyada insanın kalbinden gıll ü gış gibi duygular çıkartılacak olsa dahi, onun mahiyetindeki bu duygular, tıpkı tırnağın ve kılların yeniden çıkması gibi, bir gün yeniden ortaya çıkacaklardır. Bu sebeple âyet-i kerime, إِنْزِعْ “sök, at, çıkar” mânâlarına gelen fiil-i emr sigası yerine, fâil-i hakikî olan Allah’a yönelerek: ‘Rabbimiz, iman edenlere karşı kalblerimizde hiçbir kin bırakma!’ diyor. Öyleyse bu çerçevede insana düşen, fiilî ve kavlî dua yaparak kalbine yerleşmiş bulunan ve birer mânevî diken sayılan bu duyguları söküp atmaya çalışmaktır. Herhâlde bu sayede o, fena duygulardan arınıp Cennet’e ehil hâle gelecek ve Cenâb-ı Hak da onu rıdvanına mazhar edecektir.”

Bu âyetten çıkarttığı son derece aydınlatıcı yorumlarına devam ederek Gülen şöyle demektedir: “Ayrıca bu âyet-i kerimede, biraz da selef-i salihîne karşı bakış açımızı gözden geçirme adına sanki bir mesaj verilmektedir. Yani tâbiînin sahabeyi, tebe-i tâbiînin tâbiîni kabullenmesi gibi, geçmişte dinî hayatımız, duygu ve düşüncemiz, akidemiz; hatta tefsir, kelâm, fıkıh anlayışımız adına bizlere büyük bir miras bırakmış o aksiyon, o kelâm ve kalem erbabına saygılı davranmaya davet etmektedir.”

Bu bakış açısı, müellifi şu âyetlere daha derin bir bakış açısıyla yeniden bakmaya götürmüş ve bu âyetlerden de şu anlam tabakalarını çıkarmasını sağlamıştır:

“Aslında إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ “Mü’minler başka değil kardeştirler.” (Hucurat 49/10) fehvâsı, اَلْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ “Mü’min ve mü’minat biribirlerinin dostu ve yardımcılarıdır.” (Tevbe 9/71) misdakınca, aralarındaki iman bağının ve İslâmî irtibatın gereği onların birbirlerini sevmelerini ve hususiyle seleflerine saygılı olmalarını; hattâ muhtemel bir kısım kusurları söz konusu ise, onları da görmezlikten gelerek gelmiş-geçmiş o insanlar için dua dua yalvarmalı ve kat’iyen o zatlara karşı kin, adavet ve düşmanlık duymamalıdırlar. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) intisap iddiasında bulunanlar وَتَعَاوَنُوا عَلٰى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى وَلاَ تَعَاوَنُوا عَلٰى اْلإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ “Sizler iyilik etme ve fenalıklardan sakınma konusunda biribirinizle yardımlaşın; (sakın) günah işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinize destek olmayın.” (Mâide 5/2) mantûkunca hep iyilik düşünmeli, iyilik konuşmalı ve iyilikle oturup kalkmalıdırlar.”

İşte bu oldukça şeffaf bakış açısı, Gülen’in bütün eserlerinde açıkça müşâhede edilen ana bir karakterdir. Bu da aslında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin oldukça mükemmel bir nüve olarak ortaya koyduğu bakış açısının ona bir yansımasıdır ki, Gülen, iman ve Kur’ân yolunda, işte bu mükemmel metot doğrultusunda hareket etmektedir. İşte bu hareket ve metot, hiçbir mübalağa etmeksizin belirtmem gerekir ki, bütün İslâm âlemindeki benzer hareketlerden oldukça farklı ve son derece yerinde, her türlü ifrat ve tefritlerden uzak bir özelliğe sahiptir. Aslında Risale-i Nur’un gerek Türkiye gerekse diğer İslâm beldelerindeki başarısı da onun bu özelliğinden ileri gelmektedir.

Üstad Gülen’e göre din, hayatın asıl ruhudur, Allah’ın adının yüceltilmesi de, vazifelerin en kutsalıdır. Dolayısıyla Allah’ın rızasını kazanmak bütün gayelerin üstünde tutulmalı temel ölçüsüyle ömür bu uğurda tüketilmeli ki, Cenâb-ı Hakk’ın inayeti, koruması ve vekaleti celbedilebilsin. Bu derecedeki bir iman, teslim ve tevekkülün, mü’minleri Nemrutların ateşinden koruyacağını, bu çeşit çetin durumlar karşısında dahi mü’minlerin fevkalâde bir kalb huzuru içinde olacaklarını, hatta imanlarıyla o ateşi bile berd ü selâma çevireceklerini beyan eder.

Onun bu oldukça derin muhtevalı âyet yorumlarını Âl-i İmrân Sûresinde şu âyetin tefsirinde de görüyoruz.

“Sonra o kederin arkasından Allah size bir güven indirdi ki (bu güvenin yol açtığı) uyuklama hâli bir kısmınızı kaplıyordu. Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da Allah’a karşı haksız yere cahiliye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar. ‘Bu işten bize ne?!’ diyorlardı. De ki: ‘İş (zafer, yardım, her şeyin karar ve buyruğu) tamamen Allah’a aittir.’ Onlar, sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar. ‘Bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik.’ diyorlar. Şöyle de: ‘Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi. Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalblerinizdekileri temizlemek için (böyle yaptı). Allah, içinizde ne varsa hepsini bilir.’” (Âl-i İmrân 3/154)

Bu her tarafı aydınlatacak olan imanın nurlarıyla dolu bir ruhla hâdiseleri değerlendiren Gülen, bu âyetin, mü’minlerin üzerindeki derin etkisini, oldukça açık bir şekilde ortaya koyarak: “Risale-i Nur talebeleri saldırılara maruz kaldığında Üstad Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine, dostlarına hep bu mealini verdiğimiz âyet-i kerimeyi nazara verir. Şimdi, Bediüzzaman’ın bu dersini almış birisi nazarıyla, âyetin mealini bir kere daha okuyalım ve almamız gerekli dersi alalım.” hususuna vurgu yapar.

Yukarıdaki âyetin mânâsı üzerinde daha da derinleşerek şöyle devam eder: “Onların böyle sekîne ve itminan içinde cereyan eden hayatlarına mukabil diğer bir zümre vardır ki bunlar aynı zeminde olmalarına rağmen, aynı atmosferi paylaşamadıklarından ötürü, nefislerinin derdine düşecek; duygularında ve düşüncelerindeki tereddütler, hayatlarına utandıran zikzaklar hâlinde aksedecek; ne itminan, ne uyku, ne de rahat yüzü görmeyecek ve cahiliye kafasıyla terk edildikleri, ortada kaldıkları mülâhazalarıyla gelgitler yaşayacak ve inansalar bile, Allah hakkında dahi suizanda bulunacaklardır ki, وَطَآئِفَةٌ قَدْ أَهَمَّتْهُمْ أَنْفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِ “Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da Allah’a karşı haksız yere cahiliye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar.” ferman-ı sübhanisi, bu bulanık duyguların yeis, inkisar ve kararsızlıklarını sergilemektedir.”

Yine Gülen Âl-i İmrân Sûresi إِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِأُولِي اْلَألْبَابِ "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler (ve deliller) vardır.” 190. âyetinin tefsirinde, Müslümanların şu anki dünyada karşı karşıya bulundukları bir gerçeğe açıkça vurgu yapar ve der ki:

“Bizim en büyük eksikliğimiz de işte böyle bir kapsamlı tefekkür!. Evet, imanımızı yenileyecek, bizi daima canlı tutacak olan bir tefekkür.. nasıl alışmamış vücuda bir damla soğuk su verdiğinizde şok tesir yapar; öyle de bizler daima, imanımızda şok tesiri yapacak şeyler bulmalı, onları mirsad-ı tefekkür yaparak, hakikî müessir, eşyanın hakikî sahibi ve mâliki olan Allah’ın esmâ ve sıfatlarının cilvelerini müşâhede etmeliyiz. Böyle bir ameliyenin vicdanlarımızda doğuracağı nur ile ve hep O’nun rızası dairesinde, dünya hayatındaki sayılı günlerimizi geçirme gayreti içinde olacağız.”

Devamında Gülen şu hususu da belirtir: “Ne var ki, yerleri ve gökleri ve ikisi arasındaki her şeyi sarıp kuşatan ruhu-mânâyı, sesi-soluğu, rengi-deseni, şiveyi-neşveyi duyup anlamak, anlayıp değerlendirmek de herkese müyesser değil; bu engin, rengin ve zengin armoniyi kavrayıp yorumlamak için, yanlışlıklara şartlanmamış, hissîlik ve nefsanîliklerle balans ayarı bozulmamış entelektüel akla (ulü’l-elbâb) ihtiyaç var.. gökleri ve arzı, mekân mefhumunun hatırlattığı bütün özellikleriyle; onlarda yaratılan şeyleri irade, ihtiyar ve hususî tevcih isteyen bütün yönleriyle, tenasüb-i illiyet prensibinden hareketle, bütün bunlara tam ve kâmil illet olabilecek bir Kudret-i Kâmile’yi kavrayabilme mantık, muhakeme, tahlil ve terkibine yetebilecek “ulü’l-elbâb”a ihtiyaç...”

Gülen, bazı kesimlerin bu derin imanî bakış açısıyla hâdiselere bakamamalarının sebeplerini de şöyle açıklıyor: “Fıtrî olarak, her insan ruhu ve aklı bunu kavramaya müsait olarak yaratılmıştır, ama kibir, haddini bilmezlik, bakış zaviyesi yanlışlığı gibi hususlar hedefi net görmeye mâni şeylerdir. İnsan allâme de olsa, bunlardan kurtulamayınca yanlış kararlardan da kurtulamaz.”

Müellifin şu cümleleri beni derin düşüncelere çekti: “Bize düşen, hayatımızın geri kalan günlerini, böyle nuranî bir aydınlıkta, derin bir tefekkür ve teemmülle, Allah rızası istikametinde geçirmektir.”

Öyle inanıyorum ki, Muhterem Gülen hepimizi, bizatihi böyle bir teemmüle, nefsimizi kötülüklerden arındırarak yüceltmeye, Allah rızası istikametinde bir hayat geçirmeye ve böylece rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan Sonsuz Kudret’in rahmet kanatları altına girmeye davet ediyor. Zaten gerek günümüzde gerekse bütün zaman dilimlerinde, insanlığın elinden tutup hayrın, faziletin, emniyet ve esenliğin yolunu gösteren yetkin kişiler olan “ulü’l-elbab” asıl ihtiyacımız olduğu gibi, böyle gerçek bir çağrı da muhtaç olduğumuz şeydir.

Benim, gerek Müellif Gülen’in, gerekse Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin, sözü edilen bu ulü’l-elbabtan olup, Cenâb-ı Hakk’ın günümüzde en fazla muhtaç olduğumuz üstün özellikler ve yüce vasıflarla donattığı kimselerden olduklarında en küçük bir şüphem yoktur.

Nitekim yine Gülen: “Eğer Allah’ın insanlardan bir kıs- mının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü fesada uğrar (ve altüst olurdu). Ne var ki Allah bütün âlemlere (hususiyle de insanlığa) karşı lütuf ve kerem sahibidir.” (Bakara 2/251) âyetinde, insanı derinden etkileyecek ve dikkatleri çekecek derin bir tahlil yaparak diyor ki:

“Allah’ın (c.c.) buradaki tevcihi, pek çok hususa dikkatlerimizi çekmenin yanında tıpkı hayvanlarda olduğu gibi, insanlık âleminde de ekolojik denge benzeri belli bir mizan ve ölçü konulduğunu ve her şeyin, herkesin zapturapt altına alındığını belirtiyor. İşte, netice itibarıyla böyle bir dengenin sağlanması için, insanlık hesabına, insanlığa ait bir yola bizleri hidayet ediyor ve bu hususla alâkalı olarak içlerimizde mücadele etme gerilimini yaratıyor. Zira bu neticenin tahakkuku sebepler çerçevesinde ancak insan eliyle ve beşer müdahalesiyle gerçekleşebilecektir. Aksi hâlde, âyette de belirtildiği gibi, yeryüzü yaşanmaz bir hâle gelebilir.”

Muhterem Müellif, âyet-i kerimedeki fesat kavramını ve bunun sebeplerini belirttikten sonra, bozgunculuğa karşı alınması gereken tedbirleri, çok mükemmel bir şekilde tespit edip ortaya koyuyor. Öyle inanıyorum ki aslında Gülen bununla, yeryüzünde bozgunculuğun bütün çeşitleriyle ortadan kaldırılıp, sulhun bütün yönleriyle yerleştirilmesi noktasında yerinde bir plân ortaya koyuyor.

İşte siz de gördünüz nasıl da Muhterem Fethullah Gülen, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâ denizine, derin imanî tefekkürüyle dalarak bizlere onun inci ve mücevherlerinden takdim ediyor!



Abdulkadir İdrisi