๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Kuran-ı Kerim) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 14:32:30



Konu Başlığı: Kurân mûsikisindeki icaz
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 14:32:30
Kur'ân Mûsikisindeki İ'caz: Ses - Manâ Uyumu

İ'câz kelimesi lügatte, “âciz bırakmak” anlamına gelir (İ. Manzur 1990, 5: 369; el-İsfahanî 1992, 547). Bir şeyin benzerini yapmaktan âciz bırakan şeye de “mu'cize” denir (Müslim 1999, 18). Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in en büyük ve ebedî mu'cizesidir.

Bütün peygamberler ilâhî bir vazife ile Allah tarafından gönderilmiş ve mu’cize ile teyit edilmişlerdir. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir: “Gönderilen her peygambere nübüvvetini teyit eden mucizeler verilmiştir. Bana verilen ise, Allah'ın gönderdiği vahiydir. Onun için kıyamet günü ümmetimin sayıca diğer peygamberlerin ümmetinden çok olmasını ümit ediyorum.” (Buharî, “Fedailü'l-Kur’ân”, 1).

Geçmiş peygamberlerin mucizeleri, sadece o devirde yaşayanlar ve orada hazır bulunanlar tarafından müşahede edilebilirdi. Kısaca ifade etmek gerekirse, onların mucizeleri sürekli değil, geçici ve hissî idi. Meselâ, sihrin revaçta olduğu ve ünlü sihirbazların yaşadıkları bir devirde, Hz. Musa'ya sihirli bir âsâ verilmiş, bununla sihirbazlar mağlup edilmiştir. Tıbbın ilerlediği bir zamanda gelen Hz. İsa'ya ise bu alanda büyük mucizeler verilmiş ve O (a.s.), anadan doğma kör, dilsiz ve sağır olan hastaları iyileştirmiş, ölüleri diriltmiştir. Önceki peygamberlerin getirmiş oldukları hissi mucizeleri vefatlarından sonra varlık âleminden silinmişlerdir. Onların varlıkları ancak Kur’ân-ı Kerim'in haber vermesiyle bilinmektedir (Zerkanî 1980, 2: 336).

Hz. Muhammed (s.a.s.)'in mucizesi ise bütün insan fakültelerine hitap ediyordu ve kalıcı idi. Onun zamanında Arap dili ve belâgatı en yüksek dereceye ulaşmış, âdeta altın çağını yaşıyordu. İşte böyle bir devirde sunulan en büyük mu’cize, hiç şüphesiz ki, belâgat ve fesahatin en büyük timsali olan ve taklidi mümkün bulunmayan Kur’ân-ı Kerim'in ümmi nebî Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahyedilmesi olmuştur. Kur’ân, Yüce Allah'ın ezelî kelâmıdır. Onun bir benzerini getirmek mümkün değildir.

Bir Arap şairi ne güzel der:

Önceki peygamberlerin getirdikleri mucizeleri yok olup gitti.

(Ey Muhammed!) Senin getirdiğin kitap kıyamete kadar yok olmayacaktır.
Çünkü zaman uzadıkça onun âyet-i kerimeleri yenilenmektedir.
Eski(mez)lik asaleti onun âyetlerini süslemektedir
(Sabunî, 136-137).

Peygamber Efendimiz tebliğ vazifesine başlayınca, Araplar ondan risalet ve nübüvvet görevi ile görevlendirilmiş bir kişi olduğuna dair deliller istediler. Peygamberimiz onlara Allah Tealâ'nın şu âyetleriyle cevap verdi:

“Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine ok unan bir Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır.” (Ankebût, 29/50-51).

Cenab-ı Hakk'ın, Resûlünün peygamberliğinin doğruluğuna ve onun ancak bir mübelliğ olduğuna dair Kur’ân'da bu âyetlerle vermiş olduğu teminata rağmen onlar, inatlarında ve inkârlarında ısrar ettiler ve ondan yüz çevirerek:

“Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, 'İşittik, işittik! İstesek biz de aynısını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır'.” (Enfâl, 8/31) dediler. Müşriklerin inkârcı tutumları karşısında Yüce Allah (c.c.), Peygamberinin haklılığını ve Kitabının eşsizliğini ispat için onlara meydan okuyarak şöyle buyurdu: “Doğru (sözlü) iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.” (Tûr, 52/34). Allah, onlara bu hususta uzunca mühlet verdi, yapamadılar. Sonra, asılsız uydurma şeyler dahi olsa tesir ve belâgat bakımından on sûrenin benzerini yapmalarını onlardan istedi: “Yoksa, 'O'nu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru (sözlü) iseniz Allah'tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!'” (Hûd, 11/13) Bunu da yapamayınca, bu defa Kur’ân'ın benzeri kısa bir sûre getirmelerini istedi:

“Yoksa 'O'nu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru (sözlü) iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!'” (Yûnus, 10/38) Bunu, daha sonra Bakara sûresi, 23. âyetinde de tekrar etti. Bütün gayret ve çabalarına rağmen Kur’ân'ın kısa bir sûresinin dahi bir benzerini getiremediler. Bundan sonra da ortaya çıkan acziyetlerini Yüce Allah şöyle ilân etti:

“De ki: 'Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’ân'ın bir benzerini meydana getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini meydana getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar).'” (İsrâ, 17/88)

Kur’ân'ın açıkça meydan okuyuşu karşısında onların kin ve nefretleri galeyana geldi ve Kur’ân'ın bir benzerini yapmak için bir hayli uğraşıp didindiler. Çalışmalarının en ufak bir semeresini alamadıklarını görünce de şaşkına döndüler, Kur’ân'ın -hâşâ- bir “sihir”, veya “kehanet” veyahut da “şiir” olduğunu söylemeye cüret ettiler (Zuhruf, 43/30; Sâffât, 37/36). Kur’ân'ın bir benzerini ortaya koyamayınca, artık Müslümanlarla alay etmeye, onlara hakaret etmeye başladılar. Müslümanlara eziyet etme yolunu da denedikten sonra kılıca sarıldılar ve neticede de Hz. Peygamber Efendimiz'i asıl vatanı Mekke'den hicret etmek zorunda bıraktılar (Karaçam 1990, 116).

Kur’ân pek çok yönden mu'cizdir. Yani onun i’cazını sadece dili, üslubu ve fesahatinde aramak hatalıdır. Kur’ân 23 senede inmiş olmasına rağmen sanki bir defada inmiş gibi insicam ortaya koyması, ihtiva ettiği ilimler, geçmiş ve geleceğe dair verdiği gaybî haberler ve her asırda beşerin bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir nitelikte olması, onun i'caz yönlerinden bazılarıdır.


Kur’ân'da Lâfız, Manâ ve Ses Uyumu

Bazı İslâm âlimleri Kur’ân'ın mu’cizevi yönlerini iki yüze kadar çıkarmaktadır. İşte Kur’ân'ın mucizevi yönlerinden biri de âyetlerdeki kullanılan lafız, mana ve ses arasındaki uyumdur. Yani Yüce Allah, âyetlerde kullandığı lafızları öyle mükemmeldir ki, bu lafızların anlattığı manâ ile sesin bir uyum içinde olduğunu görmekteyiz. Biz burada Kur’ân'ın lâfız, mana ve ses uyumu açısından i'cazını örneklerle açıklamaya çalışacağız.

Örnek 1:

“Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir.” (En'âm, 6/125).

Bu âyette Yüce Allah, doğru yola iletmek istediği kimsenin gönlünü İslâm'a açacağını, saptırmak istediğinin gönlünü de göğe doğru çıkmak isteyen insanın göğsünün daralması gibi daraltıp sıkacağını bildirmektedir.

Bu âyette bir fizik yasasına işaret vardır. Yüce Allah: “Allah, kimi saptırmak isterse, onun gönlünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.” buyuruyor. Âyet, mü'minle kâfirin ruh halini belirtmek için verdiği örnekle göğe yükselen insanın göğsünün daralacağına, tıkanacağına, o adamın güçlük çekeceğine işaret etmiştir.

Bilindiği üzere yükseğe çıktıkça hava basıncı düşer nefes almak güçleşir. Nefes alması güçleştikçe göğsü daralıp sıkılmaya başlayan insan, boğulacak gibi olur. Her yüz metre yükseldikçe basınç bir derece azalır (Ganong 1996, 2: 841; Komisyon 1986, 2: 809-810). 15-16 bin metre yükselince özel cihazlar olmadığı takdirde insan nefes alamaz, havasızlıktan boğularak ölür.

İşte hava basıncını ölçen aletlerin bulunmadığı bir zamanda inen Kur’ân, göğe yükselen insanın göğsünün daralıp tıkanacağını söylemekle bu fizik kanununa da işaret etmiş olmaktadır. Hiç kuşkusuz bu ifade, bir Kur’ân mu’cizesidir. Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere “yessa'adü” kelimesinin seçilmesi de fevkalâde dikkat çekicidir. Bu kelimeyi telâffuz ederken âdeta boğaz tıkanmakta, nefes daralmaktadır. Seçilen kelime, aynı zamanda delâlet ettiği anlamı yansıtmaktadır. Yani manâ ile lâfız tam bir uyum içindedir; lâfız manânın tam kalıbıdır.

Örnek 2:

“(Ey Habibim!) De ki: ' İnsanlardan ve cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların İlâhı, insanların Melik'i ve insanların Rabbi olan Allah'a sığınırım.'” (Nâs, 114/1-6).

Bu sûrede cinlerden ve insanlardan, gizlice insana sokulup ona fısıltı ile kötü düşünceler telkin eden şeytanın ve şeytan gibi kimselerin şerrinden Allah'a sığınılması emredilmektedir. Şeytanın vesvesesi anlatılırken seçilen kelimeler vesveseyi, gizlice söylenenleri âdeta tasvir etmektedir. Sûreyi tecvid kaidelerine göre düzgün bir tarzda okuduğumuzda; Kul e'ûzü bi-rabbi'n-nâsi meliki'n-nâsi ilâhi'n-nâsi min-şerri'l-vesvâsi'l-hannâsi ellezî yüvesvisü fî sudûri'n-nâsi mine'l-cinneti ve'n-nâs. kulağımıza sürekli bir fısıltı sesi gelmektedir. Yani sûre boyu kelimelerinin sonunda, bazılarının hem sonunda hem ortasında (s)lerden kulağa bir fısıltı yankılanmaktadır. İşte böylece Kur’ân, kullandığı lafızlar ile ses tonları arasındaki uyumla bir bütünlük arz etmektedir.

Örnek 3:

“Onlar, mü'minlerle kâfirler arasında bocalayıp dururlar; ne onlara bağlanırlar ne de bunlara. Her kimi de Allah şaşırtırsa sen ona hiçbir yol bulamazsın.” (Nisâ, 4/143).

Bu âyette münafıkların durumu anlatılmaktadır. Onlar, iman ile küfür arasında kararsız bir şekilde ve sürekli tereddüt içinde devamlı zikzak çizmekte, mü'minlerle kâfirler arasında gidip gelmektedirler. Ne mü’minlere katılırlar, ne de kâfirlere, ikisi arasında bocalar dururlar, çünkü onları Allah şaşırtmıştır. Allah'ın şaşırttığına da artık yol bulunmaz. Münafıkların bu mütereddit durumlarını anlatmak için seçilen "müzebzebîne" kelimesi telaffuz edilirken ses de gidip gelmektedir. Âdeta onların bu durumları seçilen kelimedeki sesin gidip gelmesiyle ifade edilmektedir. Zıp burada zıp oradadırlar.

Örnek 4:

“İçlerinden biri: 'Yusuf'u öldürmeyin, onu bir kuyunun deriliklerine bırakın. Böyle yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur' dedi.” (Yusuf, 12/10).


Hz. Yusuf'u (a.s.) kıskançlıklarından dolayı kardeşleri öldürmek isterler. Böylelikle babalarının teveccühünü kendilerine çevirmek düşüncesindeydiler. Yusuf'un kardeşleri onu öldürmeye karar verdiklerinde içlerinden biri, “Yusuf'u öldürmeyin; onu derin bir kuyunun dibine atın!” teklifinde bulundu. Bu teklifi kabul eden diğer kardeşleri onu kuyuya attılar. İşte bu âyette Hz. Yusuf'un derin kuyunun dibine atılması anlatırken "gayâbeti'l-cübb" terkibi kullanılmıştır. Bu lafızda ğayâbe kelimesi bir boşluk hissi verirken, cübb kelimesi ise suya atılan bir şeyin çıkardığı sesi vermektedir.

Örnek 5:

“Gök yarıldığı zaman.”(İnşikak, 84/1)

Bu âyette kıyametin kopması anında göğün yarılacağından bahsedilmektedir. Yarılmayı ifade ederken kullanılan "inşakkat" kelimesinin telâffuzunda çıkan ses, o yarılmayı insanın kulaklarında açık bir şekilde çınlatmaktadır.

Yine, “Sonra yeryüzünü öyle bir yardık ki.”
(Abese, 80/26) âyetinde ise, Yüce Allah, hayvanların ve insanların istifade etmesi için gökten yağmur yağdırdığını ve yeryüzünü göz göz yardığını ve orada ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdiğini anlatmaktadır. İşte Yüce Allah, yeryüzünü göz göz yardığını anlatırken kullandığı "şakaknâ" ve "şakka" kelimelerinin telâffuzunda çıkan şâk, şâk sesi o yarılışı insanın zihninde canlandırmaktadır.

Örnek 6:

“Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiği zaman.”
(Tekvîr, 81/5).

Bu âyette kıyamet günü vahşi hayvanların toplanacağı ve bir araya getirileceğinden bahsedilmektedir. Vahşî hayvanlar için kullanılan vühûş kelimesi gibi, onların bir araya toplanacağını ifade eden “huşirat
” kelimesinin telaffuzunda âdeta o hayvanların çıkardığı acayip sesleri ve bir arada toplanma seslerini duymaktayız. Huşirat kelimesi bir kıraata göre, huşşirat'tır(Zemahşerî, 4: 707). Bu kıraata göre kelimenin telâffuzundan çıkan ses manâyı daha yoğun çağrıştırmaktadır.

Örnek 7:

“Gürültü koparacak olan: Nedir o gürültü koparacak olan? O gürültü koparacak olanın ne olduğunu sen bilir misin?” (Karia, 101/1-3).

Bu âyetlerde kıyametin kopması anı anlatılmakta ve o günün dehşeti çok canlı bir şekilde vurgulanmaktadır. Kıyametin kopması anında büyük bir gürültünün kopacağı ve o gürültünün insanları dehşete düşüreceği ifade ediliyor. İşte bu âyetlerde o dehşetli gürültüyü anlatmak için seçilen “el-kari'atü ” kelimesini telaffuz ederken o gürültüyü andıran bir ses çıkmaktadır.

Yüce Allah, bu sûreye sanki bir bomba gibi ses çıkaran tek bir kelimeyle: el-Kâria ile başlıyor. Maksat, ifadesi ve tonuyla o korkunç ve dehşet verici manâyı vermektir. Arkasından gelen soru dehşeti daha da artırmaktadır. “Nedir o gürültü koparacak olan?” Bu soru, hâdiseye daha bir giriftlik, daha bir dehşet ve korkunçluk vermektedir. Nihayet verilen cevap yine meseleyi bilinmezliğe sürüklemekte; “O gürültü koparacak olanın ne olduğunu sen bilir misin?” Mesele, düşünüp idrak edebileceğinin üstündedir diyerek insanı daha da korkutup dikkatini çektikten sonra gelen âyetlerde neler olacağı açıklanmaktadır (Kutup, 16: 335).

Bu ifadenin bir benzeri de Hâkka Sûresi'nde geçmektedir. Zira Yüce Allah (c.c.), yine kıyameti anlatırken bu sefer de “el-Hâkka ” kelimesini kullanmıştır. El-Hâkka, kıyamettir. Bu lafzın seçilmesinin tasvir bakımından büyük hikmeti vardır. Zira bu kelime, tıpkı büyük bir ağırlığı kaldırıp sonra yerine bırakmayı çağrıştırmaktadır. Hâ'nın elif harfiyle yukarı çekilmesi, ağırlığı yukarı kaldırmak gibidir. Ondan sonra şiddetle kaf ve kafa bağlı olan sakin tâ ağırlığın yerine bırakılmasıdır. Hâ, elifle yukarı kaldırılıyor, kâf’a vurunca tak diye yerine oturuyor. Sonundaki durmayı temin eden yuvarlak tâ ise ağırlığın iyice yerleştiğini gösteriyor. Kur’ân kelimelerinin ve cümlelerinin ses tonu, manâyı tasvir etmekte ve manânın hisse tesirinde büyük rol oynamaktadır (Kutup, Kur’ân'da Kıyamet Sahneleri, 309).

Yine o günün dehşetini anlatırken: “Kulakları sağır eden o ses geldiğinde.” (Abese, 80/33) âyetinde o dehşetli sesi ifade etmek için kullanılan "es-sâhha" kelimesi de buna benzer bir lafız, mana ve ses uyumunu bize göstermektedir. Zira es-Sâhha, telaffuzuyla sert, tesirli, insanın kulağını tırmalayan bir sese sahiptir. Ağızdan çıkınca havayı yara yara şiddetli bir gürültü ile kulağa gelmektedir (Kutup, Kur’ân'da…, 83).

Örnek 8:

Ölüm anında insanın yaşadığı dehşeti anlatan şu âyetlerde ifade edilmek istenen mana ile kullanılan lafızlar arasında büyük bir uyum vardır.
“Dikkat edin; can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman: 'Çare bulacak yok mudur?' denir. Artık ayrılık vaktinin geldiğini sanır. Bacaklar birbirine dolaşır. O gün sevk Rabbinin huzurunadır.” (Kıyame, 75/26-30). Âyetlerde, insanın eceli gelip de Azrail canı alacağı zaman insanın canı boğaza kadar çekilip köprücük kemiğine dayanınca, o anda insanın çektiği ızdırap ve sıkıntı anlatılmaktadır (Zühaylî, 29: 272-273). İşte âyetlerde bu manzarayı tasvir eden lafızları okurken âdeta o manzarayı insan yaşıyormuş gibi olmaktadır.

Âyetler, bunu bize gözümüz önünde cereyan eder bir vaziyette, şu anda can boğazdan çıkıyormuşçasına o korkulu titreyiş halini canlandırmaktadır. Âyetlerde geçen kafın telaffuzu ile can çekişen bir insanın hali tasvir edilmektedir. Bu hususu biraz daha açalım:

“Dikkat edin; can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman.” Yani can boğaza çıkınca, insan son nefesini vermek üzere iken, işte o anda her şey bitmiş, gözleri yuvalarından kaydıran büyük sıkıntı gelip çatmıştır. Etrafındakiler ise o son anda bir şeyler yapabilmek, kurtarıcı çareler aramak üzere çırpınıp dururlar. “Tedavi edecek kimse yok mudur?” sanki bulacakları çare fayda verecek ve son nefesini veren geriye dönecekmiş gibi.. derken “Bacaklar birbirine dolaşır.” Çare yoktur, tükenmiştir; ölmek üzere olan kimse artık son nefeslerini vermek üzeredir Her canlının en sonunda varacağı biricik yol ortaya çıkmıştır: “O gün sevk Rabbinin huzurunadır.”

Sahne hakikaten çok hareketli olup çok şeyler ifade etmektedir. Âdeta her âyet bir hareketi ortaya koymakta, her bölüm bir ışık tutmaktadır. Son nefeslerde, acı ve karşı konulamayan, geri çevrilmesi imkânsız hakikat karşısında korkular, şaşkınlıklar ve feryatlar dile gelmektedir. Daha sonra kaçınılmaz son gelip çatmaktadır (Kutup, 15: 397).

İşte yukarıdaki âyetleri okurken çıkarılan ses tonu âdeta manâ ile bir uyum içinde hâdiseyi gözümüzün önünde canlandırmaktadır.

Örnek 9:

”Ey iman edenler! Size ne oldu ki, 'Allah yolunda, savaşa çıkın!' dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimi ahirete göre pek az bir şeydir.” (Tevbe, 9/38).

Bu âyette Yüce Allah (c.c.), kendi yolunda cihada çağırıldıkları zaman gönülsüz olup, yere çakılıp kalırcasına ağır davranan mü'minleri kınamaktadır.

Âyetin söz konusu ettiği hâdise, hicretin dokuzuncu yılında Tebuk Seferi için ilan edilen seferberlik sırasında vuku bulmuştur. O zaman Huneyn ve Taif seferlerinden yeni dönülmüştü. Vakit de sıcağın çok şiddetli olduğu yaz mevsimine rastlamıştı. Ayrıca kıtlık devam ediyordu. Bununla birlikte Medine'nin hurmaları yetişmiş, hurmalıkların gölgeleri de güzelleşmişti. Savaşa gidilecek yer çok uzaktı ve düşman da sayı ve teçhizat bakımından çok üstün ve devrin iki süper gücünden biri olan Bizans'tı. Bu sebeplerden dolayı seferberlik çağrısı böyle bir ortamda bazılarına ağır gelmişti (Yazır, 4: 343). Davetin bazılarına ağır gelip seferberliğe iştirakte ağır davranma âyette, “yere çakılıp kalma” manâsına gelen "issâkaltüm" kelimesiyle anlatılmaktadır. Uyuşuk ve ağır bir cismin yere düşüp orada hareketsiz kalmasını ifade eden bu kelime ve onun telaffuzu, manâyı mükemmel ifade etmekte, ortaya koymaktadır (Kutup, 7: 288).

Örnek 10:

“Ebu Leheb'in elleri kurusun; kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi. Alevli bir ateşe girecektir. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde odun taşıyacaktır.” (Tebbet, 111/1-5).


Bu sûrede Ebu Leheb'i inkârı ve öz yeğeni Hz. Peygamber Efendimiz'le (s.a.s.) birlikte Müslümanlara yaptığı kötülüklerden ötürü onun ve kötülükte ondan geri kalmayan karısı Ümm-ü Cemil'in helâki dile getirilmekte, her ikisinin de alevli Cehennem ateşine gireceği belirtilmektedir.

Ebu Leheb'in asıl adı Abdu'l-Uzza'dır. Çok kızan, kızgınlığından dolayı köpüren bir kişi olmasından dolayı “alev babası” anlamına gelen “Ebu Leheb” lakabını almıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve Müslümanlara yaptığı eza ve cefadan dolayı Cehennem'e girip orada yanacaktır. Yanan ateşe odun taşınması gerektiği akla gelir. Cehennem ateşi için böyle bir şeye ihtiyaç yoktur. Bununla birlikte, dünyada Peygamber Efendimiz'e ve Müslümanlara kötülükte Ebu Cehil'e ve kocası Ebu Leheb’e yardım eden, getirdiği odunları Peygamberimizin evinin önüne yığıp yakan Ümmü Cemil de, hem de gerdanlık taktığı boynuna geçirilecek iple odun taşımakla cezalandırılacaktır. Kadın, ateş köpüren kocasına sanki odun taşımakta, onun ateşini körüklemektedir. Zira o kadın, ateş püsküren kocasını dünyada iken Hz. Muhammed'e karşı kışkırtmakta, halk deyimiyle “ateşe körükle gitmekteydi.”

Sûreyi tecvid kaidelerine uygun bir tarzda okuduğumuzda kelime sonlarındaki “b” harflerinden, “tab tab” diye bir ses, yani birbirine değen odun sesi duyulacaktır. İşte bu örnek de Kur’ân'ın lafızlarının anlattığı manâ ile ses uyumunu bize çok güzel bir tarzda göstermektedir.


Netice

Peygamber Efendimiz'e (s.a.s.) 23 yıllık bir süre içinde peyderpey vahyedilmiş olan Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ebedi mu’cizesidir. Zira o, beşeri bir benzerini getirmekten aciz bırakan Allah'ın mu'ciz kelâmıdır. Kur’ân'ın i'cazının birçok yönü vardır. Bu yönlerden biri de, onda kullanılan lafızlardaki manâ ve ses uyumunun birbiriyle tam bir insicam içerisinde olmasıdır. Bu da Kur’ân'ın bir beşer kelâmı değil, ancak Allah Kelâmı olduğunu bize göstermektedir. Beşer kelâmında böyle bir mükemmelliği bulmak mümkün değildir.



Kaynaklar

Bakıllânî, Kadı Ebu Bekir, İ'cazu'l-Kur’ân, Beyrut trs.
Buhârî, Ebu Abdirrahman Muhammed b.İsmail, el-Câmiu's-Sahih, Çağrı Yay., İstanbul 1981.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, İstanbul 1986.
Draz, Muhammed Abdullah, en-Nebeü'l-Azîm, Dâru'l-Kalem, Beyrut 1970.
Ganong, William F, Ganong Tıbbi Fizyoloji, (çev. Türk Fizyolojik Bilimler Derneği), Barış Kitabevi, Ankara 1996.
İbn Manzur, Ebu'l-Fadl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanu'l-Arabi'l-Muhit, Dâru Sadır, 3. Baskı, Beyrut 1990.
Karaçam, İsmail, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, İstanbul 1990.
Komisyon, İnsan Fizyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1986.
Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l-Kur’ân, (trc. Komisyon), İstanbul trs.
Kutub, Seyyid, Kur’ân'da Kıyamet Sahneleri, (trc. Süleyman Ateş), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul trs.
Müslim, Mustafa, Mebahis Fî İ'cazi'l-Kur’ân, Dâru'l-Kalem, Dımeşk 1999.
Peter Atkins-Loretta Jones, Temel Kimya, (çev. E. Kılıç, V. Ark), Bilim Yayıncılık, Ankara 1997.
Ragıb el-İsfahanî, Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredatu Elfazı'l-Kur’ân, ed-Dâru'ş-Şamiyye, Beyrut 1992.
Sabunî, Muhammed Ali, et-Tıbyan fi Ulumi'l-Kur’ân, Dersaadet, İstanbul trs.
Soysaldı, Mehmet, Kur’ân'ı Anlama Metodolojisi, Fecr Yay., Ankara 2001.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dîni Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul trs.
Zerkanî, Muhammed Abdulazîm, Menahilü'l-Irfan Fi Ulumi'l-Kur’ân, Kahire 1980.
Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed b.Abdillah, el-Burhan Fi Ulumi'l-Kur’ân, Mısır 1957.
Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Carullah Mahmud b.Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki't-Tenzil, Beyrut 1947.
Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsiru'l-Münir, Dâru'l-Fikr, Beyrut 1991.


Prof. Dr.Mehmet Soysaldı