๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Kuran-ı Kerim) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Ekim 2010, 15:46:52



Konu Başlığı: Kuran ı Kerim in evrenselliği -1
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Ekim 2010, 15:46:52
Kur'an'ı Kerim'in Evrenselliği - 1


Dünya varolduğu andan günümüze kadar ortaÂya çıkan her düşüncenin bir karşıtı olmuş, her tezin bir antitezi öne sürülmüştür. Kısaca belirtmek geÂrekirse, her şey çift olarak yaratılmıştır: “Her şeyi de çift yarattık ki düşünüp ders alasınız.” (Zariyat/51:49) Yer-gök, hayat-ölüm, aydınlık-karanlık, melek-şeytan, artı-eksi, iyi-kötü, kadın-erkek vs. bunları çoÂğaltmak mümkündür. Her Âdem’in karşısında, bir şeytanın varlığı; her dinin karşısında, dinsizliğin mevcudiyeti, kabul edilen bir vakıadır. Ancak bu karşı olma, zaman zaman değişiklik göstermekte, farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Ve bu karşı oluş, dünya durdukça da sürüp gidecektir.

Kurulan bu dünya düzeninde Allah, insanları uyarmak, dünyaya geliş gayelerini öğretmek, eğri yolun encamından sakındırmak, ahlâklı ve faziletli olmanın yollarını bildirmek, böylece hem insanlıÂğa, hem de kendilerine yararlı birer fert konumuna gelebilmeleri için insanlara, yine onların kendi içleÂrinden peygamberler göndermiştir: “Evet, Biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir Peygamber olarak gönderdik. Zaten uyaran bir Peygamber gelmiş olmayan hiç bir ümmet yoktur.” (Fâtır/35:24)

İnsanlık, ilim ve teknik yönünden ne kadar ilerÂlerse ilerlesin, ne kadar ilmî keşifler yaparsa yapÂsın, vahiy olmaksızın gerçek saadeti elde etmesi mümkün değildir. Bunun için de insanların, doğuşÂtan fıtratlarında var olan dînî inanca dönmeleri en uygun ve tabiî bir yoldur. Bu yolun müşahhas olaÂrak ismini verecek olursak, öteden beri bütün peyÂgamberlerin üzerinde durup, kavimlerine anlatmaÂya çalıştıkları ve son olarak da âhir zaman peygamÂberi Hz. Muhammed’in (s.a.s), tebliğiyle mükellef olduğu İSLÂM dinidir.

Aslında dinlerin özü birdir. Bütün peygamberleÂrin getirdiği inanç esasları aynıdır. Çünkü bütün dinlerin kaynağı, Yüce Yaratıcı olan Allah’tır: “: “O, “Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin” diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı” (Şura/42:13) Burada adı geçen peygamberler, ulu’1-azm peygamberler olup, bunlaÂrın dışında kalanlar da aynı kategoride incelenmeliÂdir. Yani özde ve esasta dinler birleşmektedir. AyrıÂlıklar teferruata dair meselelerdir. Rasûlullah’ın şu sözü de bu konuya açıklık getirmektedir: “PeygamÂberler baba bir kardeşlerdir. Anneleri ise muhtelifÂtir. Dinleri birdir.”

Kur’ân’ın mesajı, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den itibaren başlayan vahyin bir devaÂmıdır. Zira Allah katında bütün dinlerin esası bir olup, o da İSLÂM’dır: “Allah katında din, İsÂlâm’dır. (Âl-i İmran/3:19) Değişik dönem ve yerlerde gelen peyÂgamberler, birbirlerini reddetmedikleri gibi, Hz. Muhammed (s.a.s) de bunlardan hiçbirini reddetmeÂmektedir: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allaha, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. “O’nun resûllerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz” dediler ve eklediler:”İşittik ve itaat ettik ya Rabbena, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır..” (Bakara/2:285) “De ki:“Allah’a, bize indirilen (Kur'ân)e,İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuşlarız.” (Âl-i İmran/3:84) Hz. Muhammed (s.a.s.), bilakis bütün önceki peygamberlerin bir devamı, risaletlerinin tamamlayıcısı giÂbidir. Ancak şu farkla ki, kendisinden sonra bir peygamberin gelmesi mümkün olmayıp, o, peygamberlerin sonuncusu ve dolayısıyla İlâhî Mesaj’ı evrensel boyutlara taşıyandır.


Esasları itibariyle aynı olan dinlerin, zaman ve mekân açısından, teferruata ait meselelerde bir kıÂsım farklılıklar göstermesi elbette gayet normal bir hâdisedir. Dünya değişmekte, insanlar değişmekte, ihtiyaçlar değişmekte, hasılı her şey zamanla farkÂlılık arz etmektedir. İlk insanın ihtiyaç duyduğu şeylerle, daha sonraki dönemlerde yaşayanlar araÂsında büyük farklılıkların olduğunu söylemek malûmu i’lamdan ibaret olacaktır.

İnsanı yaratan, onu en ince noktalarına kadar biÂlen, ihtiyaçlarını karşılayan Allah, her dönemdeki insanlara gerekli mesajı ulaştırmış, son noktayı Hz. Muhammed’’le (s.a.s.) koymuştur. Demek ki bundan sonra peygamber gelmeyecek, vahiyde değişiklik olmayacak ve insanlar bu son vahiyle hayatlarını sürdüreceklerdir: “..Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size ni’metimi tamamladım. Ve din olarak size İslam’ı seçtim...” (Mâide/5:3 “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bu din) ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran/3:85) “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allâh'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab/33:40)

Yani Hz. Muhammed (s.a.s.), hem peygamberleri sona erdiren son peygamberdir, peygamberlerin en sonuncusudur; hem de bütün peygamberleri tasdik eden ve belgeleyen İlahî bir mühürdür. Eğer o gelÂmeseydi, diğer peygamberler unutulup gidecek, taÂrihte onların varlıklarını ve peygamberliklerinin gerçekliğini ilmen ispat etmek mümkün olmayaÂcaktı. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği ile inÂsanlık, din açısından, ilerlemenin son noktasına erişmiştir. O’ndan sonra başka peygamber bekleÂmemeli, Muhammedî nuru izlemelidir.

İslâm’dan sonra bir din, Hz. Peygamber’den sonra da bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu diÂnin, kıyamete kadar gelecek insanların ihtiyaçlarına cevap vermesi ve getirdiği esasların sonuna kadar geçerli olması gerekmektedir. Daha kısa bir ifade ile bu dinin, evrensel olması zaruridir. İşte biz de bu incelememizde, dine kaynaklık eden Kur’ân’ın bu yönüne bakacak, evrenselliğin olabilmesi için geÂrekli şartları tartışacak ve bunların Kur’ân-ı Kerim’de olup olmadığını araştırmaya çalışacağız. Âlemşümul, cihanşümul, tüm insanlığı ilgilendiren, dünya ölçüsünde, dünya çapında gibi anlamlara gelen evrenselliği, herhangi bir düşünce, fikir veya inancın, bütün zaman ve mekânlara şamil olması ve herkese hitap etmesi şeklinde tarif edebiÂliriz.

EVRENSELLİĞİN ŞARTLARI



Her fikrin, her ideolojinin, kendisinin evrensel olduğunu iddia etmesi, gayet tabiî bir şeydir. ÇünÂkü devam etmeleri ve kabul edilebilir olmaları, anÂcak evrensel olmalarıyla mümkündür: Ancak bu idÂdialarında ne kadar doğrudurlar? Gerçekten iddia ettikleri gibi, evrensellik şartlarını taşımakta mıdırÂlar? Konumuz olan Kur'ân'ın evrenselliği hususuna gelince, Kur'ân'ın evrenselliğinin temel niteliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Kaynağının İlahî Olması


Allah, kâinatı yaratmış, ancak bunÂdan sonra da onu kendi hâline bırakmamıştır. İddia edildiği gibi kâinat, bir saat gibi kurulup, kendi hâÂline terkedilmiş değildir. Onda devamlı bir faaliyet, bir canlılık vardır. Onda her an Allah’ın iradesi haÂkimdir. İşte hakim olan bu irade, insanları kendi başlarına bırakmamış, en doğru yolun hangisi olduÂğunu göstermiştir. Çünkü beşer aklı, çoğu zaman kendisi için faydalı olan prensipleri kavrayamamakta, bir kısım yanlış yollara sürüklenmektedir.

İnsanı Allah yaratmıştır. Onu en iyi tanıyan da yine O’dur. İnsanın ihtiyaçları, yaşantısı, hayatta karşılaşacağı bir takım güçlükler, bu güçlükleri aşÂma yolları vs. Yaratıcı tarafından belirtilmiştir. BaşÂka bir kısım kimselerin kalkıp, “insanlar en iyi şu prensiplerle yönetilir.” demeleri, akl-ı selîme uygun değildir. Kaynağı İlahî olmayan, insanın mutluluğu ve huzuru için, ne kadar fikir, düşünce akımı ortaya çıkarsa çıksın, bunların evrensel olmaları mümkün değildir. Bunlar ancak belli bir süre ve yer için geçerli olsa da, kısa bir süre zarfında eskitilip, yüzüne bakılmaz hâle gelmişlerdir. Bu çerçevede Yahudilik ve Hıristiyanlık bile, temeli İlâhî olmakla birlikte, hemen belli zaman ve kavimle sınırlı olmaları, hem de aslî hüviyetlerini aynen koruyamadıkları gibi, yerlerini kâmil şekliyle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İslâm’ın almış olması açısından evrensel değildirler.

Ortak özellikleri yaratılmışlık olan varlıklardan hiçbirinin, insanları hakka ulaştırması mümkün değildir. Gerçi enfüste ve âfakta Hakk’ın varlığına delâlet eden âyetler ve düşünenler için belgeler, melekler ve peygamberler ve bunlar aracılığıyla hidâyet büsbütün yok değildir; fakat bunların hiçbiri “Her şeye şâhid olan” (Hac, 22/17; Sebe’, 34/47; Fussilet, 41/53; Mücâdele, 58/6...) Allah tarafından hidâyet almadıkça kendi kendine ne hidâyet edebilir, ne de hidâyeti bulabilir. “..O halde hakka hidâyet eden kimse mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidâyet olunmadıkça asla kendiliğinden hidâyeti bulamayacak olan kimse mi?” (Yûnus 10/35) âyetinde de bu, gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Herhangi bir düşünce, fikir, veya ideoloji, kayÂnağını sağlam vahye dayandırmıyorsa, onun her zaman ve her çeşit kimsenin ihtiyaçlarını karşılaması bir hayli zordur. Kaynağı İlâhî olmayan, akıllarına göre insanlara yön vermeğe çalışan bir kısım kimseler, tarih sahnesinde bir yere tutamamış, sadece insanların nazarında gülmeye vesile olan sözleriyle kalmayı başarmışlardır! Meselâ 20. asrın önemli halk liderlerinden Gandhi’den şu sözleri duymak, herhalde çokları için şaşkınlık sebebi olacaktır:

“Ben ineği gördüğümde, onu inek olarak telâkÂki etmiyorum. Çünkü ben ona ibadet ediyorum. Ve bunu bütün dünyanın huzurunda müdafaa etmeye de hazırım. İnek annem, gerçek annemden pek çok yönüyÂle daha üstündür. Meselâ: Gerçek dediğimiz anne, bizi bir veya iki sene emziriyor. Ancak buna karşıÂlık, bütün bir ömür boyu bizden hizmet istiyor. İnek annemize gelince o, devamlı olarak süt vermesine mukabil, bizden basit bir yiyeceğin dışında istediği herhangi bir şey yoktur...”

Hz. Muhammed’in (s.a.s.), insanlara tebliğ ettiği Kur’ân, İlahî kaynaktan gelmektedir. O, bir başkaÂsının sözü olmayıp, bizzat Allah tarafından insanlaÂra ulaştırılmaktadır. Bizzat bu Kitap, yani Kur’ân, kendisinin, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) olmayıp “Kur’an, değerli bir Elçinin, Cebrail’in getirip okuduğu sözdür! O Elçi ki çok kuvvetlidir. Yüce Arş sahibi Allahın nezdinde pek itibarlıdır. Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir” (Tekvir/81:19-21) olduğunu bildirir. Bu elçi de Cebrail olup, Alîm, Hakîm olan Rabbü’l-âleminden O’nu almış, sonra da Hz. Muhammed’in (s.a.s.) kalbine açık bir Arapça hâlinde indirmiştir. Kur’ân’ın pek çok âyetinde, O’nun kaynaÂğının, sadece ve sadece Allah olduğu üzerinde ısÂrarla durulmuş ve bu meseleye bir hayli tahşidat yaÂpılmıştır: “Hâ Mîm. Bu Kur'ân, Rahman ve Rahîm olan Allah tarafından indirlmiştir. Bu, arapça bir Kur'ân olarak, âyetleri bilen bir kavim için ayırt edilip açıklanmış bir kitaptır. O, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Artık onlar gerçeği işitmezler. Onlar: “Ey Muhammed! Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Sen istediğini yap, çünkü biz yapıyoruz” dediler. Ey Muhammed! De ki: “Ben sadece sizin gibi bir insanım, ancak bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyediliyor. Artık hep O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin...” “Kâfirler: “Bu Kur'ân (Muhammed’in uydurduğu) iftiradan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da kendisine yardım etmiştir” dediler. Böylece haksızlığa ve yalancılığa saptılar. “Kur'ân, öncekilerin efsaneleridir. (Muhammed) onu başkalarına yazdırmış da, sabah-akşam kendisine tekrarlanıp okunuyor” dediler. (Ey Muhammed!) Sen onlara şöyle de: “O’nu, göklerde ve yerdeki sırları bilen Allah indirdi. Şüphesiz ki O, çok affeden, çok merhamet edendir.” (Fussilet, 41/1-6) “Kâfirler: “Kur’ân onun uydurduğu bir yalan olup, bu hususta başkaları da kendisine yardımcı olmuşlardır.” diye iddia ettiler. Onlar böylece, kesin bir yalan söyleyip zulmettiler. Ayrıca: “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir.” dediler.” De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki bütün sırları bilen Yüce Allah indirdi. O, gerçekten Gafurdur, Rahimdir.” (Furkan. 25/4-6)

Evrenselliğin ilk ve en önemli şartlarından İlahî kaynaklı olma ilkesini, bugün ancak Kur’ân taşıÂmaktadır. Zaten Musevîlik, İsevîlik, Budizm gibi dinler, şahıslara nispet edilerek adlandırıldıkları hâlde, Kur’ân’ın getirmiş olduğu prensipler hiç kimseye nispet edilmeyip, Cenab-ı Hak tarafından geldiği üzerinde vurgu yapılmış ve adı da Muhammedîlik değil, İslâm olmuştur. Günümüzde insanÂlığın saadeti ve mutluluğunu temin ve bütün insanÂlığa ışık tutma iddiasıyla ortaya çıkan bir kısım izmlerin, insanları nerelere götürdüğü ve bu iddiÂalarında ne kadar isabetli oldukları hepimizin maluÂmudur. Ancak Kur’ân’ın kurduğu medeniyet, kayÂnağı vahye dayandığındandır ki, inanmayanların dahi (bir kısım art niyetliler hariç), dikkatini çekÂmiş, hak olduğunu tasdik ettirmiştir.

2. Kaynağının Sağlam Olması

Kaynağının sağlam olmasından maksadımız, kendisinin İlahî patentli olduğunu iddia eden bir sistemin, başlangıcından günümüze kadar, her türlü müdahaleden berî olmasıdır. Yani ortaya çıktığı zaÂman, kaynağının İlahî olması yetmeyip; bu özelliğiÂni sonuna kadar koruması gerekmektedir. İnsanlık tarihi, Allah’ın görevlendirdiği elçilerle doludur. Bunlardan her biri, vazifelerini hakkıyla yapmış ve insanlığın mutluluğu adına çaba sarfetmişlerdir. Ancak hepsinin istediği neticeye vardığı söylenemez. Bir kısmı değil gelmiş olduğu coğrafyadaki kimseler, yakınlarındaki insanlar tarafından dahi tasdik edilmemeiş, bazısının hayatına kastedilmiş, bazısı da küçük bir topluluğa ancak kendisini dinletebilmiştir. Elbette buradaki hata, görevli peygamberin değil; karşısındaki inatçı topluluğundur. Ancak biz burada bir vakıayı tespit etÂmek için bunu hatırlatıyoruz. Yoksa peygamberler arasında, bu yönden bir üstünlük olduğunu söylemiyoruz.

Evet, öteden beri, peygamberlerle birlikte, inÂsanların hayatlarını tanzim edecek bir de vahiy müÂessesesi vardır. Kendilerine indirilen vahiyle her peygamber insanlara yol göstermiştir: “Onları, mu’cizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da Kur'ân'ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasın. Belki düşünürler.” (Nahl 16/44), “Şu kesindir ki Biz, resûllerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resûllerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik...” (Hadîd/57:25) Ancak her peygamber veÂfat edince, bu vahiy ya kaybolmuş, ya tahrif edilÂmiş, ya da daha sonra gelen bir peygamber tarafınÂdan yürürlükten kaldırıldığı için unutulup gitmiştir. Dolayısıyla bize kadar bozulmadan ulaşan (Kur’ân dışında), herhangi bir peygamberin kitabı mevcut değildir. Şu anda elimizde bulunan Tevrat ve İnÂcil’in, ilk şekliyle aynı olduğu! iddia edilse bile bu, sadece bir iddiadan ibaret kalır. Çünkü Kur’ân’ın kendisi bunu açıkça ifade etmektedir: “Kitabı elleriyle yazıp sonra onu az bir değerle değiştirmek için: “Bu, Allah katındandır”diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından dolayı vay hallerine! Kazandıkları günahtan dolayı vay hallerine!” (Bakara/2:79) “..Böylece onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler...” (Maide/5:13) “..Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler...” (Maide/5:41)

Bugün elimizde bulunan İnciller, hususî bir duÂrum arz ederler. Tarihî gerçekler muvacehesinde, her bir İncil, Hz. İsa’nın “dediği” yahut “yaptığı” ve söz konusu İncil yazarının diğer kaynaklardan öğrenebildiği diğer bir çok şeyi bize nakilden ibaret bir “Hz. İsa biyografisidirler...” Bu duruma göre Yeni Ahit (İnciller), ne Kur’ân-ı Kerim’e ve ne de hadîs eserlerine benzer; fakat bunlar Hz. Muhammed’in sîresi ile ilgili biyografi kitapları gibidirler ki, Resûlullah’ın bu sîrelerinden bazıları, ya Hz. Peygamber’in sahabileri devrinde, yahut onlardan az sonraki devirlerde kaleme alınmışlardır. Tarihte 4 değil, çok daha fazla sayıda İncil kitabının olduğu, sadece eldeki 4’ün İS. 325 İznik konsilinde kabul edildiği bilinen bir gerçektir.

Kaynağının sağlamlığı bakımından Kur’ân’a baktığımızda O, hiçbir semavî kitaba nasip olmayan bir konuma sahiptir. Evvela O, ilahî te’yîdat altınÂdadır: “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’anı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz.” (Hicr/15:9) “Öyle bir kitaptır ki batıl ona ne önünden, ne ardından yol bulamaz.Tam hüküm ve hikmet sahibi, bütün hamdlerin ve övgülerin sahibi o Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmiştir” (Fussılet/41:42) “Eğer Kur’an Allah’dan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.”(Nisa/4:82) Yeterince dikkat çekicidir ki, ne Tevrat’ta ne İncil de benzeri âyetleri, yani onların mutlaka korunacağına dair bir ifadeyi bulmak mümkün değildir. Bu kitapların tebdil ve tahriften masun kalamayıp, Kur’an’ın mutlak manâda korunması, bu konudaki Rasûlüllah’ın, Ashabı’nın ve İslâm âlimlerinin gayretleri mahfuz, kader nokta-i nazarından, Rasûlüllah’ın son peygamber, İslâm’ın İlâhî dinin son, mükemmel ve evrensel şekli, Kur’an’ın da, artık bir başka kitabın inmesine ihtiyaç hissettirmeyecek evrensel bir kitap oluşundandır ve O’nun böyle olduğunu gösterir.

Kur’ân’ın bize kadar aktarılması, sebepler açısından, birbirinden ayrı düşünülemeyecek şu iki vesileyle olmuşÂtur: Hafızalara kaydedilmesi (ezberlenmesi) ve yazıyla tesbiti. Kur’ân-ı Kerim’in herÂhangi bir parçası nazil olduğunda, Rasûlüllah (s.a.s.) okuma-yazma bilen sahabîlerinden birisini çağırıp, onun evÂvelce nazil olmuş bulunan âyetler topluluğu içinde nereye yerleştirileceğini bizzat gösterdikten sonra, inen âyet veya âyetleri yazıyla tespit ettiriyordu. Bu imlâ işi bittikten sonra da vahiy katibinden, yazÂdığı şeyi bir kere kendisine okumasını istiyor ve şaÂyet vuku bulmuş ise herhangi bir tespit hatasını düÂzeltiyordu.

Rasûlüllah’tan sonra Kur’ân, onu daha Rasûlüllah döneminde ferden toplayanlar ve tamamını ellerinde bulunduranlar olmuşsa da ve ayrıca çok sayıda Sahabî onu bütünüyle ezberlemiş bulunuyor idiyse de, Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde tamamen ve resmen toplatılmış, kitap hâline getiÂrilmiştir. Bundan sonra da çoğaltılarak günümüze kadar her türlü tahrifattan uzak olarak bize ulaştırılÂmıştır. Kur’ân, nazil olduğu günden bu yana, ne itirazlara ne tenkitlere uğramıştır ama; bu mevzuda kurulan bütün mahkemeler Kur’ân’ın beraatiyle neticelenmiş ve mücadeleler O’nun zaferiyle nokÂtalanmıştır. Demek ki evrenselliğin önemli şartlaÂrından olan kaynağın sağlamlığı ilkesi, Kur’ân’da tamamıyla var olan bir özelliktir. Ve böyle bir özelÂliğe sahip, ikinci bir kitap göstermek de asla mümÂkün değildir.

3. Tebliğcinin, Davasında Samimi Olması

Bir düşüncenin ya da bir dinin evrensel olması için, onu temsil eden şahsın evvelâ anlattığı şeyleri kendi hayatında yaşaması ve göstermesi gerekir. Ta ki ikinci şahıslar, bu hayat tarzının yaşanılabilirliğine gönülden inansınlar ve ona sahip çıksınlar. İkinÂcisi de, tebliğ ile mükellef kişinin, hayatta iken bu prensipler doğrultusunda bir toplum meydana geÂtirmeye muvaffak olması gerekmektedir. Böylece bu düşünce ya da dinin, sadece fertlere ait olmayıp, aynı zamanda bir toplum meydana getirecek ve idare edecek kapasite de olduğu anlaşılmış olsun.


Beşer tarihine göz attığımızda, pratik ile teorinin her zaman aynı gitmediğini görürüz. Pek çok defa deÂğişik zaman ve yerlerde bir lider ortaya çıkmış, inÂsanları bazı prensipler etrafında toplamaya çalışÂmış, ancak her defasında ya benimsetmek istediği şeyleri kendisi yaşamamış, ya da yaşasa bile bu doğrultuda bir toplum meydana getirememiş, dolayısıyla hareketi uzun ömürlü olmamıştır.

Söylemek çok kolaydır. Ancak onları tatbik etÂmeye gelince o, başarılması çok zor bir iştir. Çok sayıda, kurtarıcı görüntüsünde şahsiyet ortaya çıkÂmıştır; yaldızlı laflar etmişlerdir; insanlar bir anda ona kurtarıcı nazarıyla bakmıştır. Ancak kısa bir süÂre geçmeden ya bu şahsın anlattığı şeylerle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı veyahut da söylediği doğrultuda bir toplum meydana getiremediği görülÂmüştür. Böylece de hem bu kurucu veya kurtarıcı konumundaki şahıs, hem de fikirleri, tarihin yapraklan arasında eskiyip gitmiş ve unutulmaya yüz tutmuştur.

Evet lider, söylediğini yaşamalı, yaşadığını, yaşanabileceği söylemelidir. Bir başka ifadeyle, inÂsanları davet ettiği prensipleri, faziletleri, vecîbeleÂri bizzat fiiliyatıyla ve ahlâkıyla ortaya koymuş olÂmalıdır. Sözleriyle davet ettiği bütün şeyleri, içtimaî, ailevî ve şahsî hayatında özellikle yaşamalıdır ki, daha sonra gelecik insanlar için, yaşantısı bir numune teşkil etsin.

Özellikle 19. ve 20. asırlarda ortaya çıkan bir kıÂsım akımları incelediğimizde, bunlardan hiçbirinin yukarıdaki özellikleri taşımadığını görürüz. BunlaÂrın durumu, gece karanlığında yanıp sönen ateş böceklerine benzer ki, yıldız olmadıkları er geç anlaşılıverir. Ve bütün çıplaklığıyla gerçek hüviyetleri anlaşılınca da, herkes tarafından terk edilip, unutuluverirler.

Bu yönlerden tarihe baktığımızda, yukarıda söyÂlediğimiz şartları kendisinde en mükemmel biçimde toplayan zatın Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğu görülecektir. O, tebliğ etmeye çalıştığı evrensel Kur’ân ahkâmını önce kendi hayatında tatbik etÂmiş ve bu ahkâm üzerinde mükemmel bir toplum meyÂdana getirmiştir. Tebliğ ettiği prensipleri sadece kendi hayatında yaşaÂmakla kalmamış, aynı zamanda bu prensiplerin taÂmamen yaşandığı bir devlet ve toplum örneğini de ortaya koyÂmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda misâl vermeÂmiz mümkün ise de, burada birkaç misalle yetinececeğiz.

a. “Bilakis, Sen yalnız Allaha kulluk et ve Ona şükredenlerden ol!” (Zümer/39:66) Bu âyet Rasûlüllah’a, aynı zamanda bütün ümmete, sadece ve sadece Allah’a ibadet etÂmelerini, diğer şeylerin ibadete layık olmadığını ve şükredenlerden olmalarını emretmektedir. Biz Rasûlüllah’ın hayatında, bu âyetin gayet açık bir şekilÂde, hem de çok ileri bir seviyede tezahürlerini görÂmekteyiz. Hz. Aişe’den (r.anhâ) bununla ilgili olarak şu riÂvayeti aktarmak, her hâlde konumuzu aydınlatmak bakımından yeterli olsa gerektir:

“Hz. Peygamber namaz kılmak için geceleyin kalkar ve ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! AlÂlah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını baÂğışladığı hâlde, neden bu kadar çok ibadet yapıyorÂsun?” dedim. Bunun karşısında O, şöyle buyurdu: “Allah’a karşı şükreden bir kul olmayayım mı?”

Evet O, ümmetine: “Allah’ın, kulluk edin.” mesajını ulaştırırken, kendisi bu kulluğu fiiliyatıyla gösteriyor; normal bir kulluğun ötesinde, belki de kimsenin yapamayacağı sevideki bir kulluk örneğini sergiliyor ve böylece tebliğ ettiği şeyleri ilk önce kendi hayatında yaşamış oluyordu.

b. “Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, ana ve babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa/4:135)

“Aralarında, Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet. Sakın onların keyiflerine uyma ve Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın...” (Maide/5:49)

Bu âyetlerde, adalet, insanlar arasında hüküm verirken veya şahitlik yaparken doğruluktan ayrılmama, hiçbir şeyi hakkın önüne geçirilmeme emrolunmaktadır. Bunu insanlara tebliğ ile mükellef olan Allah Rasûlü (s.a.s.), ayÂnı zamanda bu emirleri kendi hayatında da uyguÂlayarak örnek olmuş ve başkalarından yapmalarını istediği davranışları sıkı sıkıya bizzat yapmıştır. Meselâ bir hırsızlık olayı ile ilgili olarak Rasûlüllah’a müracaat edilmişti. Bu işi yapan soylu bir kaÂbileye ait olduğundan affı isteniyordu. Hattâ araya hatırlı insanlar sokulmuştu. Ancak Allah Rasûlü böyle bir aracılık karşısında, kaşlarını çattı, yüzü renkten renge girdi ve daha sonra da şöyle buyurdu:

“Sizden önceki milletlerin mahvolmasının sebeÂbi şudur: içlerinden şerefli biri hırsızlık suçunu işÂlediğinde onu cezasız bırakırlar; zayıf biri hırsızlık edince de, onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma da hırsızlık etse, elini ben keserdim ve cezasız bırakmazdım.”

Yine aynı konuyla ilgili olarak şu rivayet de, gayet güzel bir misaldir: “Ensardan çokça şaka yapan biÂrisi vardı. Bu sahabî, cemaatı güldürdüğü bir henÂgâmede, Rasûlüllah elindeki bir değnekle onu dürtÂtü. Onun da birazcık canı incindi. Bu durum karşıÂsında adam Rasûlüllah’a kısas talebinde bulundu. Rasûlüllah da hemen ona kısas için izin verdi. DaÂha sonra adam: “Senin üzerinde elbise var, halbuki benim üzerimde yoktu.” diye itiraz edince, RasûlülÂlah da entarisini yukarıya kaldırdı. Bunun üzerine adam hemen atılarak Rasûlüllah’ı sırtından, bilhassa Nübüvvet mührünü öpÂmeye başladı ve şöyle dedi: “EyAllah’ın Rasulü! Aslında benim istediğim bu idi.”

c. “..Bir de senden ne infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı harcayın.” (Bakara/2:219) “Onlardan bazı zümrelere, sırf kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süslerine gözünü dikme. Rabbinin sana verdiği nimet, hem daha hayırlı ve değerli, hem de daha devamlıdır.” (Taha/20:131)

Bu âyetlerde, Allah yolunda infakta bulunma ve inananların kâfirlere gıpta ile bakmamaları tavsiyeÂsi yapılmıştır. Ancak Rasûlullah, buradaki ölçüyü en ileri bir seviyede kendisi uygulamış; o kadar inÂfakta bulunmuş ki, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı olmuş; hattâ hayatı boyunca, arpa ekmeği ile dahi karnını doyuramamış, aylar geçtiÂği hâlde O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmamıştır. Kendisinden bir şey istenildiÂğinde varsa verir, olmadığı takdirde de va’d ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen verirdi.

Bir bedevi gelip O’ndan bir şey istemişti; Allah Resûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, ona da vermişti. Üçüncü bir şahıs isteyince Allah Resûlü bu defa verecek bir şey bulamadı da, eline ilk fırsatta mal geçtiğinde vermeyi va’d buyurdu. Bu durum Hz. Ömer’i üzmüş, Rasûlüllah’ın bu deÂrece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Ayağa kalkarak şöyle dedi: “İstediler verdin. Bir daha isÂtediler yine verdin. Bir daha istediler va’d ettin. YaÂni bu kadar kendini eziyete sokma Ya Rasûlullah!”


Ancak bu sözler Rasûlüllah’ın hoşuna gitÂmemişti. Tam bu esnada Abdullah b. Huzafetü’s-Sehmî ayağa kalkarak şöyle dedi: “Ver Ey Allah’ın Resûlü; sakın Allah’ın seni fakir bırakacağını ve senden nimetlerini kesivereceğini zannetme!” Hz. Peygamber (s.a.s.) bir süre sustuktan sonra şöyle buyurdu: “İşte zaten ben de bununla emrolundum.”

Bu konuyla ilgili Rasûlüllah’ın hayatında pek çok misal görmemiz mümkündür. O, her konuda Kur’ân’ın emrettiği şeyleri hassas bir şekilde kendi hayatına uygulamış ve bu doğrultuda da bir ümmet yetiştirmiştir. Gerçek mânâda Kur’ân’ın yaşandığı dönemlerdeki Müslümanların hayatlarına baktığıÂmızda, Peygamber’in hayatında olan pek çok şeyin, ümmet tarafından yerine getirildiği görülecektir. Burada sadece O’na yakın olan birisinin hayatından bir misalle iktifa edeceğiz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), gayet sade ve fakirane bir hayat yaşıyordu. Halife iken uzun zaman başkalarının koÂyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı ama, bu defa da verileni çok buldu. O, Medine’nin en faÂkir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu; 2,5 senelik hilafeti süresinÂce, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceÂği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük küçük paracıklar çıktı ve bir de mektup varÂdı. Bu mektupta, yeni halifeye hitaben şöyle deniÂyordu: “Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanÂlardır. Ben Medine’nin en fakirini kendime ölçü kaÂbul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. BiÂnaenaleyh, bu paralar hazineye aittir ve oraya koÂnulmalıdır.”

Buna benzer, insanı şaşkınlığa çeviren hâdiseler nadirattan vak’alar değildir. İslâm tarihini incelediÂğimizde, bunun benzeri sayısız olayla karşılaşırız ki, bunlar sadece bilinenleridir. Bir de bunun yanınÂda hiç bilinmeyen, sadece Allah ile o şahıs arasınÂda sır olarak kalanlar vardır ki, işte bütün bunlar, söylediklerini harfiyyen yaşayan ve bu doğrultuda bir toplum meydana getiren Hz. Muhammed’in (s.a.s.) durumunu gösterir.





Kaynaklar

1 Buharî, Enbiya 48; Müslim. Fezail 145.
2 Elmalılı M. Hamdi Yazır. Hak Dîni Kur’ân Dili. Feza Gazetecilik A.Ş. 6:321.
3. Hançerlioğlu, Orhan, Türk Dili Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İst. 1995, s.217.
4 Elmalılı, a.g.e, 4:487.
5. Eşkar, Ömer Süleyman, er-Rusül ve’r-Risâlât, Mektebetü’l-Felâh, Beyrut 1983, s.37.
6. Müsteşriklerin İslâm’ı anlatırken kullanmış olduklan “Muhammedîlik” tabiri kasıtlı olarak kullanılmaktadır. Onlar bununla İslâm dininin Cenab-ı Hak tarafından değil de bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.)şahsından kaynaklandığını ve Kur’ân’ın da O’nun fikir mahsulü olduğunu anlatmak istemektedirler.
7 Kur’an-ı Kerim’in kaydettiği peygamberler içinde bile pek çoğuna inanan pek az olmuştur. Hattâ, Hz. Nuh gibi ülü’l-azm bir peygambere bile 950 yıllık risaletinin sonunda evinden oğlu ve (bir) hanımı inanmamıştır. “Allah, kâfirlere Nûh’un eşi ile Lût’un eşini misal getirir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun mahremi idiler. Ama inkâr tarafına giderek o nebi eşlerine hıyanet ettiler, kocaları da Allah’tan gelen cezadan eşlerini asla kurtaramadılar. Onlara (ölürken veya kıyamet günü): “Haydi, cehenneme girenlerle beraber siz de girin!” denilir.” (Tahrîm:66:10)
8 Hayatlarına kasdedilen peygamberlerle ilgili olarak Kur’ân’da açık bir bilgi olmayıp, sadece öldürüldüklerine değinilmiştir: “Onlara: “Allahın indirdiği bu Kur’ana da iman edin” denildiği vakit: “Biz sadece bize indirilene inanırız” derler. Kur’ân, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden hak kitap olmasına rağmen, kendi kitaplarından başkasını inkâr ederler. Onlara de ki: “Size gönderilen Tevrat’a inanma iddianızda samimi iseniz, peki ne diye daha önce, Allah’ın nebilerini öldürüyordunuz?” (Bakara:2:91) “Allah fakirdir biz ise zenginiz” diyenlerin sözlerini Allah elbette işitmiştir. Ama Biz onların dedikleri bu sözü ve peygamberleri nâhak yere öldürmelerini yazacağız ve “Tadın bakalım o yakıcı cezayı!” diyeceğiz.” (Âl-i İmran:3:181)
9 Hz. Nûh’u misal olarak verebiliriz. Kur’ân, O’nun için şu ifadeyi kulÂlanmaktadır: “Nihayet emrimiz gelip de tennur kaynadığı zaman Nuh’a dedik ki: Her hayvan türünden erkekli dişili ikişer eş ile haklarında helâk hükmü verilmiş olanları hariç olmak üzere, aileni bir de iman edenleri gemiye al.” Zaten beraberinde iman eden pek az insan vardı.” (Hûd:11:40)
10 Hamidullah, Muhammed, Kur’ân-ı Kerim Tarihi,(Trc: Salih Tuğ). İFAV, İst. 1993,s.20-21.
11 Akk, Hâlid Abdurrahman, Tarîh-u Tevsîk-i Nassi’l-Kur’âni’l-Kerîm. Daru’1-Fikr, Dımeşk 1986, s. 27.
12 Buharî, Fedailu’l-Kur’ân 4; Hamidullah. a.g.e, s. 42.
13 Hamidullah, a.g.e, s. 42.
14 Bu konuyla ilgili müstakil kitaplar yazılmış, inceden inceye Kur’ân’m tarihi ele alınmış ve bütün şüpheler bertaraf edilmiştir. Daha geniş bilgi için bkz: Zerkeşî, Bedreddîn Muhammed b. Abdillah. el-Burhân fî Ulüıni’l-Kur’ân. Daru’l-Ma’rife, Beyrut ts, 1:228-243; Suyütî, Celalüddîn, el-İtkan fı Ulümi’l-Kur’ân, Daru Ibn Kesîr, Beyrut 1987, 1:181-194; Yıldırım, Suat. Kıır’ân-ı Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat, ist. 1989, s. 35-86; Akk, a.g.e, s. 27-133; Resul Ca’feryan, el-Kıır’ân ve Deavi’t-Tahrîf, Daru’s-Sekaleyn, Beyrut 1994.
16.Nedvî, Süleyman, er-Risâletü’l-Muhammediyye, Dâru’s-Suûdiyye, Cidde 1984, s. 59-60.
17 Buharî, sahihi, Teheccüd 6; Müslim, Sahih, Münafıkün 79-81; Tirmizî, Sünen, Salat 187: Nesaî, Sünen, Kıyamu’l-leyl 17; İbn Mace, Sünen, İkame 200; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4:251-255. 6:115.
18 Buharî, Sahih, Hudüd 12; Müslim, Sahih, Hudüd 8.
19 Ebû Davüd, Sünen, Edeb 149; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3:67.
20 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3:213.
21 Buharî, Sahih, Et’ime, 23; Müslim, Sahih, Zühd, 22.
22 Buharî, Sahih, Rikak 17; Müslim, Sahih, Zühd, 28.
23 İbn Kesîr, el-Bidaye Ve’n-Nihaye, 6:63.
24 Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, 4:252.



 


Konu Başlığı: Ynt: Kuran ı Kerim in evrenselliği -1
Gönderen: Ceren üzerinde 01 Aralık 2016, 22:14:04
Esselamu aleykum.Allah peygamber efendimiz araciligi ile kur ani kerimi tum insanliga ve kainata göndermiştir.Bu yuzden kur ani kerim evrensel olup degismeden kiyamate kadar kalmistir.Rabbim bizleri kur ani kerimi okuyan ve feyzine eren kullardan eylesin inşallah...


Konu Başlığı: Ynt: Kuran ı Kerim in evrenselliği -1
Gönderen: Furkan D7 üzerinde 01 Aralık 2016, 22:17:06
Selamun Aleyküm
Allah Peygamber Efendimiz S.a.v İle Kuranı Kerimi Bütün Dünyaya Göndermiştir.Ve İbadetlerden Biridir.
Allah Kuranı Kerimi Okuyalım Diye Göndermiştir.
İYİ AKŞAMLAR