๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Kuran-ı Kerim) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 03 Ekim 2010, 16:20:55



Konu Başlığı: Kuran ı anlama ve tefsirde mecaz
Gönderen: Sümeyye üzerinde 03 Ekim 2010, 16:20:55
Kur'an'ı Anlama ve Tefsirde Mecaz ve Kinaye Faktörü

A. Kur’ân’da Mecaz Ve Kinayenin Varlığı Hususundaki İhtilâf

Kur’ân-ı Kerim’de kelimelerin hakikî mânâlarında kullanılmış olduğunda bir ihtilâf yoktur (Süyuti, 2:753; Zerkeşi, 2:254). Kelimelerin mecazî mânâlarda kullanıldığı konusunda ise görüş ayrılığı vardır. Şafiî ulemasından İbnü’l-Kâs diye maruf olan Ebû’l-Abbas Ahmed b. Ahmed et-Taberî (v. 335/946), Malikî ulemasından Huveyz Mendad, Zahirî mezhebinin kurucusu Davud b. Ali b. Halef el-Isbehanî (v. 270/884) ile oğlu Muhammed (v. 297/910) ve Mu’tezile’ye mensup fakihlerden Ebû Müslim Muhammed b. Bahr el-Isbehanî, Kur’ân’da mecazın olamayacağını iddia etmişlerdir (Suyüti, a.y., Zerkeşî, 2:255). Onlara göre mecaz, bir hakikat ifade edilemediğinde kendisine başvurulan yalana benzeyen bir şeydir ve Allah’ın bunu kullanması söz konusu değildir. Bu şahısların dışında bütün İslâm uleması, mecazın Kur’ân’da vukuunu kabul etmişlerdir.
Mecaza itiraz eden bu şahıslar, aynı gerekçelerle Kur’ân’da kinayenin de bulunduğunu kabul etmemişlerdir. Fakat, mecaz gibi, kinayenin varlığı da cumhur tarafından kabul görmüştür (Süyuti, 2:789). Usûlcüler, Kur’ân’da kinayenin kullanılmasında bazı sebepler saymışlardır (Süyuti, 2:789-791; Zerkeşi, 2:301-308):

1. Söz konusu edilen şeyin kıymetinin yüceliğine tenbih. “هو الذي خلقكم من نفس واحدة – Sizi tek bir nefisten yaratan O’dur.” (el-A’raf, 7/189) âyetindeki nefs-i vahide Hazreti Adem’den kinayedir.

2. Söylenmesi hoş olmayacak şeylerin bildirilmesinde. Meselâ Kur’ân’da cimadan kinaye olarak, “mülâmese”, “mübaşere”, “duhul”, “refes” gibi kelimeler kullanılmıştır.

3. Belâgat kasdı.

4. İhtisar kasdı. Meselâ, bazı ayetlerde “fiil” lafzı ile pek çok manâ kastedilir. “فإن لم تفعلوا ولن تفعلوا فاتقوا النار التي وقودها الناس والحجارة أعدت للكافرين – Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır.” (el-Bakara, 2/24) ayetinde kastedilen, Kur’an’ın benzeri bir sûrenin ortaya konması meselesidir.

5. İşin varacağı neticeyi haber verme. “تبت يدا أبي لهب وتب – Ebû Leheb’in iki eli kurusun; kurudu da” (Tebbet Sûresi, 110/1) âyetinde Ebû Leheb’in Cehennem’e gideceği haber verilir.

Kur’ân’ın ilk muhataplarının, dilin incelikleri ve derinliklerine vâkıf ve belâgatta zirveyi tutmuş bir toplum olduğu bilinen bir gerçektir. Kur’ân, anlayabilmeleri için onlara kendi dillerinin hususiyetlerini muhtevî olarak indirilmiştir. Onun, o devrin insanlarının konuşmalarında yer alan darb-ı mesel, kıssa, sual, yemin, mecaz, kinaye vs.. yi kullanması tabiidir. Öte yandan, mecaz ve kinaye edebî sanatlardandır. Bir edebî şaheser olduğunda dost ve düşmanın ittifak ettiği Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerinde teşbih, seci’, tıbak, iltifat gibi edebî sanatların yanısıra mecaz ve kinayenin de kullanılmış olması garip değildir. Bunlar nazar-ı itibara alındığında, “Kur’ân’da mecaz ve kinaye olması mümkün değildir.” diyenlerin iddiası isabetli görünmemektedir.

B. Nassları Anlamada Mecaz ve Kinayenin Rolü
Yüce dinimizin kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerim, yüzyıllar boyu en çok okunan, yazılan; üzerinde en çok düşünülen, yorum yapılan; hakkında ciltlerce tefsir yazılan bir kitap olma özelliğini korumaktadır. Bu kadar büyük bir zaman diliminde ve oldukça geniş bir coğrafyada anlaşılmaya çalışılmış ve çalışılmakta olan Kur’ân âyetleri, tabiatıyla çok çeşitli şekillerde yorumlanabilmiştir. Zaman ve mekân faktörü yanında bizzat Kur’ân’ın kendi ifade özelliklerinden kaynaklanan anlayış ve yorum farlılıkları söz konusudur. Kur’ân da zaten bunu vurgulamaktadır: “Kur’ân’ın bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vil etmek için ondaki müteşabih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir.” (Al-i İmran, 3/7)
Kur’ân’da bulunan müteşabih âyetlerin insanlar tarafından farklı yorumlanması, eskiden beri üzerinde durulagelen bir konudur. İbn Haldun (v. 808/1406) meşhur eserinde, akaid usûlünde Müslümanlara ârız olan ihtilâfların pek çoğunun, müteşabih âyetleri yorumlama farkından kaynaklandığını ifade eder (İ. Haldun, 1093). Son dönem ilim adamlarından Muhammed Ebû Zehra da (1394/1974) aynı kanaattedir (Ebu Zehra, 24). Bazıları ise, müteşabih âyetlerin yanısıra mecaz ifade eden nassların da bir takım ihtilâfların yaşanmasına sebep olduğu üzerinde durmuştur (el-Buti, 80).

Mecaz ihtiva eden nassların ihtilâfa medar olması, suistimale uğraması ve bazılarının müstakim çizgiden kaymasına sebebiyet vermesi, İslâm dinine ve Kitabına has bir durum değildir. İzmirli İsmail Hakkı (v. 1365/1946), Hıristiyanların teslis akidelerinin, mecaz olarak varid olan Kitab-ı Mukaddes âyetlerinin hakikate hamledilmesinden kaynaklandığını ifade ederek bir takım misaller verir. Buna göre İncil’deki “إنك أنت الابن الوحيد” ve “إنك ابن الله حقاً” gibi âyetler, Hıristiyanların, Hazret-i İsa’nın “ibnullah” olduğu şeklindeki yanlış anlayışına sebebiyet vermiştir (İzmirli, 74). Aslında Cenâb-ı Hakk’ın oğul edinmesi muhal olmakla birlikte, dünya talibi olanlara “ebnâi’d-dünya” (dünyanın çocukları), âhiret talibi olanlara da “ebnâi’l-âhira” (ahiretin çocukları) denildiği gibi “ibnullah” tabiri de mecaz olarak “Allah talibi” mânâsına gelir. İzmirli’ye göre bunun mecaz-ı lugavî olmasında şüphe yoktur (a.g.e. 74). Ona göre, ayrıca İncil’deki Hazreti İsa’nın, “gökteki babanız”, “babama ve babanıza gidiyorum” gibi ifadelerinde Cenâb-ı Hak için kullandığı “baba” tabiri, Rabb ve Mürebbi mânâsında anlaşılmalıdır. Zaten Tevrat ve İncil’in nüzulundan evvel mürebbi ve muallimlere “âbâ” (babalar), terbiye ettikleri öğrencilere de “ebnâ” (oğullar) isimleri verilirdi. Bunu âdet edinen İsrail Oğulları’nın, enbiyayı vahiy ve ilhamla terbiye eden Cenâb-ı Hakk’a “Rab” mânâsında “eb” ve O’nun terbiyegerdesi olan enbiya ve ümmetlerine “ebnâ” ve “ahibbâ” demeleri İncil ve Tevrat’ta çok vakidir (a.g.e. 75). Kur’ân’da da bunun örneği mevcuttur: “الله ولي الذين آمنوا – Allah iman edenlerin velisidir (dostudur).” (Bakara Sûresi, 2/257). Fakat Tevrat ve İncil’deki bu mecazî tabirler, sonradan maksad-ı vaz’ından (konuluş gayesinden) saptırılmış ve hakikate hamletmişlerdir (a.g.e. 75).

Kur’ân âyetleri üzerinde de, İslâm ümmetinin içinde neş’et etmiş bazı fırkaların oldukça farklılık arzeden yorumları bulunmaktadır. İslâm’ın ilk devirlerinde zuhur eden kelâmî ve siyasî mezheplerin çoğu zamanımıza kadar ulaşmamıştır. Günümüze ulaşanlar ise, akide ve anlayışlarını muhafaza etmişler ve onları müdafaa eden eserler meydana getirmişlerdir. Kendilerini savunmak için en kuvvetli delilin Kur’ân’dan olacağına inandıklarından, onu kendilerini savunacak şekilde tefsir veya te’vil etmişlerdir (Cerrahoğlu, 295). Bunlar içinde batınî fırkalar dikkat çekicidir.

1. Batınî Tefsirler

Batıniye, Kur’ân âyetlerinin bir zâhir ve bir de bâtın mânâlarının olduğunu, onları zâhir mânâlarına göre değil, bâtın mânâlarına göre ele almak gerektiğini söyler. Onlara göre zâhir kışır (kabuk), bâtın da lüb (öz) dür (el-Mut’ınî, 2:892). Bu görüşleri için de şu âyeti delil olarak ileri sürerler: “فضرب بينهم بسور له باب باطنه فيه الرحمة وظاهره من قبله العذات – Nihayet onların arasına içinde rahmet dışında azab bulunan kapılı bir sur çekilir.” (Hadid Sûresi, 57/13) (Zerkanî, 2:74). Batıniye’nin bu âyeti kendilerine delil olarak öne sürmeleri, onların ne kadar zorlama bir te’vil içinde olduklarını göstermektedir. Zira âyette “zâhiri ve bâtını” tasvir edilen sur, âhirette mü’minler ile münafıklar arasına çekileceği ifade buyrulan bir duvardır. Bu âyetin, iddia ettikleri gibi Kur’ân’ın zahir ve batın mânâları ile hiçbir alâkası yoktur.
Geçmiş dönemlerde Karmatîler, İsmailiye, Seb’iyye1, Hurremiyye, Bâbekiye, Muhammara2; günümüzde varlığını devam ettiren Pakistan, Hindistan ve Güney Afrika’da İsmailîler, Filistin’de Bahâiler, İran’da Bâbîler, Hindistan’da Kadıyânîler, batınî fırkalar olarak sayılırlar (Cerrahoğlu, 297).
Bunlardan Karmatiye fırkası, şer’î hükümleri kendilerine göre te’vil ederler. Namaza, rasûul ve imam; abdeste, rasûl ve imama dost olma; ihtilâma, ehlinden başkasına sır ifşası; gusüle, ahdini yenileme; zekâta, nefsin tezkiyesi; Kâbe’ye, Nebi; bâb’a, Ali; Kâbe’yi yedi defa tavafa, yedi imama dost olma; Cennet’e, bedenin dinî tekliflerden kurtularak rahatlaması; Cehennem’e, yine bedenin tekliflerden kurtulup âsude olması (Zerkanî, 2:75; İzmirli, 40); taharete, başka mezheplerin itikadlarından teberri; teyemmüme, imamın izin verdiği şeyleri yapmak; oruca, sırrı ifşa etmekten kendini alıkoymak şeklinde mânâlar vererek âyetleri yorumlarlar (Zerkanî, a.y.).
Gulât-ı Şia’dan Mugîriye, Cenab-ı Hakk’ın (HAŞA) insan suretinde bir cisim olduğunu, nurdan bir adam ve başında nurdan bir taç olduğunu, kalbinin hikmetlere menba’ bulunduğunu, âlemi yaratmayı murad edince ism-i a’zamını söyleyip uçarak âlemin başına taç olarak konduğunu iddia ederek bu gülünç iddialarını “سبح اسم ربك الأعلى – Yüce Rabbinin adını tesbih et.” (el-A’lâ, 87/1) ayetine dayandırırlar ve bu âyetin böyle anlaşılması gerektiğini söylerler (İzmirli, 32). Bu ayetten böylesine manâlar çıkaran insanların iyi niyetli olduğunu düşünmek mümkün değildir. Bu fırkanın kurucusu Mugîre, إنا عرضنا الأمانة” على السماوات والأرض والجبال فأبين أن يحملنها وأشفقن منها وحملها الإنسان إنه كان ظلوما جهولا – Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (el-Ahzab, 33/72) ayetini şöyle tevil eder: Ayette bahis mevzuu olan emanet, Ali’yi imametten menetmektir. Bu, semavata, arza ve dağlara arz olununca onlar bunu üstlenmekten kaçınmışlardır. Güya bu emaneti almaya cesaret eden insan Ömer’in yardımıyla Ebubekir’dir (İzmirli, 32).

Cehmiye ile Rafızîler de bâtıl yorumlarında yukarıda anlatılanlardan aşağı kalmaz. Onlara göre Kur’ân’da geçen “el-imamü’l-mübin”, Ali b. Ebi Talib; “mel’un ağaç”, Benî Ümeyye; Bakara Sûresi’nde kesilmesi emredilen “bakara”, Hazreti Aişe; Rahman Sûresi’ndeki “lü’lü’ ve mercan”, Hasan ve Hüseyin’dir (el-Mut’ınî, 2:892-893).

Gulât-ı Şiadan Cenâhiye’ye göre “فإذا سويته ونفخت فيه من روحي فقعوا له ساجدين – Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!” (el-Hicr, 15/29; Sâd, 38/72) ayetindeki “ruhullah”, Adem’dir. Bu ruhun, Ondan Şit’e, Ondan enbiyaya, sonra imamlara tenasuh ve intikal etti. Sonra Ali ve üç oğluna kadar gelip nihayet Cenâhiye’nin reisi Abdullah’a ulaştığı iddiasındadır (İzmirli, 33).
Yine gulât-ı Şia’dan Mansuriye’ye göre imamet Muhammed Bâkır’dan Ebu Mansur’a intikal etti. O göğe urûç etti. Güya Cenab-ı Hak başını okşadı ve “Oğlum, git benden kullarıma tebliğ et!” dedi, o da yeryüzüne döndü. İşte “وإن يروا كسفا من السماء ساقطا يقولوا سحاب مركوم – Gökten düşen bir kütle görseler, ‘üst üste yığılmış bulutlardır’ derler.” (et-Tûr, 52/44) ayetindeki “kisf”, iddiasına göre kendisidir. Ebu Mansur, halkı kendine davetten önce bu “kisf”in Muhammed Bâkır olduğunu iddia edermiş (İzmirli, a.y.). Halbuki bu âyet, müşriklerin hakkı kabul etmemedeki inat ve temerrütlerini anlatmaktadır. Onlara ne türlü mucize gösterilirse gösterilsin kabul etmezler. Bir meleğin gelip onlarla konuşması, açılan bir kapıdan onların göğe ulaşması veya semadan bir kütlenin başlarının üzerine düşmesi bile onları küfürlerindeki ısrarlarından çevirmez. Onlar, bu gibi fevkalâde halleri kendilerine göre yorumlarlar. İnkarlarının körlüğüyle gökten düşen nesnenin bir bulut olduğunu bile söyleyebilirler. Şu halde ayette geçen “kütle”nin bir insan olduğu şeklindeki yorum, kötü niyetli bir çarpıtmadan başka bir şey değildir.

Bâbîliğin kurucusu Bâb, “إذ قال يوسف لأبيه يا أبت إني رأيت أحد عشر كوكبا والشمس والقمر رأيتهم لي ساجدين – Bir zamanlar Yusuf, babasına demişti ki: Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.” (Yusuf, 12/4) ayetini tevil ederek ayetteki Yusuf’un Hüseyin b. Ali, güneşin Hazret-i Fatıma, ayın da Efendimiz demek olduğunu iddia etmiştir (Cerrahoğlu, 298).

Bahâullah da, Kur’ân’daki sırat, zekat, oruç, hac, Kâbe, beled-i haram gibi lâfızların hakikî mânâlarının murad edilmediğini, onlardan maksadın imamlar olduğunu savunur. Ba’sı, Cennet’i ve Cehennem’i inkâr ederek Cennet’in ruhanî hayatla yaşandığını, ruhanî hayat ölünce de Cehennem’in başladığını söyler (Cerrahoğlu, 298).

Başta da belirttiğimiz gibi Batıniye, te’vil ettikleri âyetlerin hakikat mânâlarının kastedilmediğini iddia ederek, kendilerine göre yorumlarında mecaz mânâsını ihtiyar etmiş olmaktadırlar. Ancak, te’vile tabi tuttukları sözlere verdikleri mânâya lâfzın, ne hakikat ne de mecaz yoluyla delâlet etmediği, hiçbir aklî ve naklî ölçü ile de bağdaşmadığı apaçık ortadadır (Topaloğlu, 243).
Hayatının önemli bir dönemi Batıniye karşısında mücadeleyle geçmiş bulunan Gazzalî (v. 505/1111), lâfızların herhangi bir nassa dayanmadan ve aklî bir dayanağı olmadan zahirinden soyutlanması halinde bunlara güvenilemeyeceğini ve bâtın mânâların kesinlik ifade etmeyeceğini belirterek, Batıniye’nin bu yolla dini temelinden yıkmayı plânladıklarını vurgular (el-Mut’ınî, 2:900). Zerkânî de, eserinde batınî tefsirlere değindikten sonra, bunların kabul edilemeyeceğini, tefsir ve te’vilde iki esasın şart olduğunu, yapılacak yorumların Şeriat prensiplerine ve Arap dilinin kaidelerine uygun olması gerektiğini anlatarak, aklına geldiği gibi yapılan bu yorumların İslâm’ı yıkmaya yönelik olduğunu ifade eder (Zerkanî, 2:76).
Gerçekten, bazı örneklerini sunduğumuz bu çeşit batınî yorumların İslâm’a uygun olduğunu söylemek imkânsızdır. Âyetlerin anlaşılması ve yorumlanmasında, hakikata veya mecaza hamledilmesinde kural tanımamazlık, kişileri böylesine dinin ruhundan uzak noktalara götürebilmiştir. Aslında bu grupları dinden uzaklaştıran âyetleri yanlış anlamaları değildir. Bunlar, önce yanlış itikatlara sapmışlar, sonra da bu yanlış anlayışlarını desteklemek için Kur’ân âyetlerini kullanmak istemişlerdir. Âyetleri gerçek mânâlarıyla delil edinemedikleri için, onlara böylesine çarpık batınî mânâlar yüklemişlerdir.

2. İşârî Tefsirler


Kur’ân âyetlerinin, içlerindeki gizli bir takım işaretlerin sezilmesi ile zâhirine göre değil, sezilen bu işarete göre tefsirine işarî tefsir denir. Bu çeşit tefsirler, daha çok tasavvuf ehli arasında yaygınlaşmıştır. İşarî mânâ ile zahir mânâsının cemedilmesi de mümkündür (Zerkanî, 2:82).
Bediüzzaman, Arap dili ilimlerine göre sahih ve usûl-i diniyeye göre doğru olmak şartıyla âyetlerden anlaşılan, meânî ilmi3 açısından makbul, beyan ilmine4 göre münasip ve belâgat ilminin hoş gördüğü bütün vücûh ve mânâların, Kur'ân'ın mânâlarından olduğunu açıklar ve bu konuda ulemanın icma ettiğini belirtir. Âyetlerden anlaşılan bu mânâların, derecelerine göre emareleri vardır. Bu emareler, ya lâfziyedir yani lâfzın zahirinden anlaşılır, ya da mâneviyedir. Mânevî emareler ise, ya kelâmın siyak ve sibakından veya başka âyette bulunup ona delâlet eden emarelerden anlaşılır (Nursî, 385). Bu açıklamaların da ışığında işarî tefsirlerin makbul olması için bir takım şartlar söz konusudur (Zerkanî, 2:81).

1. İşarî mânâlar, Kur’ân’ın nazmı ile çelişmemeli.

2. Muradın zahir mânâ değil, sadece tespit edilen işarî mânâ olduğu iddiasında bulunulmamalı.

3. Çok uzak te’villere gidilmemeli. Meselâ; “إن الله لمع المحسنين” (Ankebût Sûresi, 29/69) âyetindeki lâm te’kid ve mea zarf olmasına rağmen “لمع” nın mazi fiil, “المحسنين” in de onun mef’ûlü olduğu te’vili gibi…

4. Şer’î ve aklî bir muarızı olmamalı.

5. Onu te’yit eden şer’î bir şahit olmalı.



Konu Başlığı: Ynt: Kuran ı anlama ve tefsirde mecaz
Gönderen: Ceren üzerinde 29 Mayıs 2017, 21:23:47
Esselamu aleykum.Kur ani kerimi okuyan anlayan ve tefsirini yapabilen kullardan olalım inşallah...