๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Kuran-ı Kerim) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 13:20:34



Konu Başlığı: Kurân dan idrake yansıyanlar üzerine
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 13:20:34
“Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar” Üzerine


Kur’ân-ı Kerim, bitmez tükenmez bir hazine, zaman ve mekânı aşkın en son ve evrensel ilahi mesajdır. Her asır, onun muhkem esaslarını olduğu gibi kabul etmekle beraber, tamamlayıcı kabilinden öteki hakikatlerinden de payını alır, başkasının saklı hissesine ilişmez. Mutlak hakikat, sınırlı nazarlarla kuşatılamaz. Dolayısıyla hiçbir ilim dalı, evrenin bütün hudut ve sırlarına muttali olma iddiasında bulunamayacağı gibi, hiç kimse Kur’ân’ın ihtiva ettiği bütün anlamları ihata iddiasında da bulunmamıştır. Kur’ân, cennet meyveleri gibi anlamları devşirildikçe yenisi gelir ve bu daima böyle devam eder. “Eğer Allah’ın kelimelerini yazmak üzere, dünyadaki bütün ağaçlar, kalem olsaydı ve denizlere de yedi deniz daha katılıp bütün onlar da mürekkep olsaydı, bunlar tükenir yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi. Allah, öyle azîz, öyle hakîmdir." (Lokman sûresi, 27)


Allah’ın Kitabı’nı anlamanın ve ondan istifade etmenin bazı şartlarının olacağı tabiidir. Son asrın iz bırakan Dinler Tarihçisi M. Eliade, Din Araştırmaları hakkında bir noktanın altını şu şekilde çizer: Roma hukuku ancak Roma değerleri ile anlaşılabileceği gibi dini davranış, fikir ve kurumlar da ancak dindar bakış ışığında ve onlara mahiyet kazandıran kutsal bakış açısıyla kavranabilir.

Genel anlamda "din araştırmaları" hakkındaki bu realitenin İslâm araştırmalarıyla ilgisine ise Muhammed Ş. Sukker şöyle değinir: “Dini kitaba müracaat etmek isteyen okuyucunun görevlerinden biri o kitabın müellifini tanıması; onun dinini, ahlakını ve ilmi derecesini bilmesidir. Zira din ilimleri; ancak ilmi ile âmil, dininde güvenilir, marifet ve malumatı sağlam, faziletli, müsbet hareket edip yapıcılardan olduğu tasdik ve teslim olunmuş âlimden alınabilir.” Tefsirin en mühim şahsiyetlerinden olan Suyûtî, ilk dönem müfessirlerden olup kendinden sonraki hemen bütün müfessirlere kaynaklık yapan Taberî'den yaptığı nakilde aynı hususun altını çizmektedirler: "Müfessirin en önemli şartı itikadının sahih olmasıdır."1 Ciddi, hür ve menfaatsiz bir şekilde hak ve hakikati araştıran insanların, farklı zaman ve mekanlarda olmalarına rağmen benzer ve hatta aynı neticelere ulaştıklarını müşahede etmek hakikat adına haz vericidir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri yukarıdaki tesbitleri teyit etmektedir: “Cumhûru, burhandan ziyade, kaynaktaki kudsiyet bağlılığa sevk eder”2 “İslâm âlemi içinde mühim ve köklü bir iş görmek, İslâmiyetin ilkelerine bağlılıkla olabilir, başka olmaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk sönüp gitmiştir.”3 “Akaid ve iman hükümlerini kuvvetli ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan iman hükümleri terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.”4

Dinin tabiatında inanç ve kutsallık vardır. Bu, bir nevi dinin ruhudur. Bu ruh olmadığında dinin ışıkları gizlenir, ortalık kapkaranlık kesilir. "(..) İman etmeyenlerin kulaklarında ağırlıklar vardır. Kur’ân onlara kapalı ve karanlık gelir. Onların, çok uzak bir yerden sesleniliyor da söyleneni hiç anlamıyorlar gibi bir halleri vardır." (Fussilet sûresi, 44)

Ayrıca, Kur’ân’a, Sünnet’e ve dinin meselelerine ve metinlere pozitivist ve rasyonalist yaklaşımlar bunlardan istifadeyi perdeler ve işin tabiatına aykırıdır. Bu, sekülerleşmeye götürür. Kur’ân’dan tam teslim olup inananlar, takva dairesinde yaşayanlar olabildiğine istifade ederler. Zira Kur’ân muttakiler için hidayet kaynağıdır; önyargısız, şartlanmamış, Allah’a ve Kur’ân’a inananlar için. Dini meseleler de kutsal bir yaklaşım ve dindar bakış açısıyla incelenmek durumundadır. Bu itibarla, Kur’ân'ı yaşamış ve dikkatle incelemeye çalışmış Müslüman âlimlerin tespitleri büyük önemi haizdir.

Derin Kulluk Şuuru

M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bazı sohbetlerinden derlenen Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, Nil Yayınları, İzmir-2007, 480 sayfa) kitabının, “derin bir kulluk şuuru”nu yansıttığı hemen fark edilmektir. Muhterem Hocamız adı geçen eserinin Önsöz’ünde Kur’ân hakkında şöyle der: “Sağlam bilgi ve sağlam düşüncenin başı Kur’ân, doğru ifadenin, mantıki beyanın esası da yine Kur’ân’dır. O’nun ilk muhatab-ı zîşânı, bütün Peygamberlerin Efendisi, o Furkân-ı zîşân da bütün semavî, gayr-i semavî kitapların sultanıdır.. öncekiler, O’nun gelip geçeceği yollara işaretler koymak ya da bayraklar dikmek için gelmişlerdir; sonrakiler de -biraz da kendi ruhlarının desenine göre- O’na şerh, haşiye ve dipnot düşmek için.. eskiler, misalî fotoğraflarında, yeniler de, O’nun vücûdî resimlerinde, meydana getirdiği büyük tesir ve inkılâplarda O’nu görmüş, O’nu tanımış ve O’na ‘Söz Sultanı’ diyerek saygıyla dillerini yutmuş ve karşısında el pençe divan durmuşlardır.” (s. 24)

Bu çerçevede sahabe ile ilgili değerlendirmesini de kaydetmemiz gerekiyor. “Her biri birer kalb ve ruh kahramanı olan sahabî topluluğu, Kur’ân’ın feyyaz ve bereketli ikliminde neşet etmiş aşkın bir cemaattir. (..) Kur’ân’a gönül veren, O’nun semavî disiplinleriyle yoğrulup şekillenen; daha doğrusu, ruhta, manâda Kur’ânlaşan bu insanlar, o furkanla olmazları oldurmuş; ölü ruhlara ebedî var olmanın yollarını açmış; arzın şeklini değiştirmiş; temas ettikleri toplumlara ötelerin zevkini duyurmuş; düşünceler üzerindeki zincirleri kırmış; ağızlardaki fermuarları çözmüş; hilkatteki müstesna yeri açısından insanoğlunu yeniden Allah’ın oturttuğu tahta oturtmuş; ona yitirdiği itibarını iade etmiş; kâinat, eşya ve insanı yeni baştan yorumlamış; tekvînî emirlerle teşriî kurallar arasındaki o derin ve sırlı münasebeti bir kere daha vurgulamış; kalb, irade, his ve şuurun nihaî gayelerini belirleyip ortaya koyarak, insan rûhundaki izafî, nisbî ve potansiyel değerlerin inkişaf ettirilme usûl ve esaslarını harekete geçirip düz insanı, insan-ı kâmil olmaya yönlendirmiş ve böylece ona, gözünün iliştiği, duygularının ulaştığı, kalbinin hissettiği her şeyde Kudret ve İradesi Sonsuz’un mevcudiyetini duyurmuş ve her şeyi götürüp, gerçek sahibine bağlamıştır.” (s. 30-31).

Kur’ân, imân amel birlikteliğine daima vurgu yapmaktadır. Müellifimiz, bu hususa, kavramları açıklamasında da değinirken, Allah’a bağlılık meselesinden dinin pratiklerine bir yol bularak okuyucuyu, sıklıkla vurguladığı gibi “kâlden hâle” yönlendirir. “Ribat; Allah ile irtibat demektir. Gözlerini açıp kapayıp her an O’nu duyma, O’nu görme, O’nu hissetme, O’nun gücü ve kudretini sezme ve daima O’nu arama, O’nu kollama... İşte bu mânâya işaret eden bir hadis-i şerifte Allah Resulü (s.a.s.); zor şartlar altında abdest alma, uzak mescidleri tercihle namaza giderken çok adım atma ve namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini beklemeyi zikreder ve ardından da üç defa: ‘‘فَذٰلِكُمُ الرِّبَاطُ ’ der.” (s. 238). Atıfta bulunulan ayetlerin açıklamasından sonra, konuyla ahenk içinde olan me’sûr bir duanın zikredilmesi kulluk şuurunun bir başka yansımasıdır.

Allah’ın dinine hüsn-i hizmette bulunma nimeti nasip ve müyesser olmuş zatların Kur’ân okumaları elbette önem arz etmektedir. Bu nevi tesbitler, mücerret bilgiler değil, müşahhas değerler ve ölçüler kabilindendir. Kur’ân açıkça şöyle ifade etmektedir: “… Ben sapık ve saptıran kimseleri hiçbir zaman yanıma yaklaştırmam, yardımcı edinmem.” (Kehf sûresi, 51).

Realiteye uygunluk

Müellifimizin aksiyon yönünün ön planda oluşu, verdiği bilgileri nazari olmaktan çıkartıp, ameli (pratik) hüviyete büründürmektedir. Nitekim eserde, fert ve toplum hayatına yönelik âyetlerden hareketle, daha çok pratik neticelere ulaşılması hedeflenmiştir. Âyetlerin beliğ ve etkili irşatlarıyla zaman ve zeminin gereğine göre, bazı İslâmi meseleler hakkında değerlendirmeler yapılarak sosyal dokuyu iyileştirme çareleri, gerçekçi bir yaklaşımla sunulmuştur.

Eser, mü’minin hayatını değerli faaliyetlerle dolduracak yönlendirmeler ihtiva etmektedir. Meselâ, “yoldakilere yol erkânını beyân” (s. 40) ifadeleri bunu göstermektedir. Haddizatında Kur’ân, hitaplarına teorik ve pratik cevap isteyen, hayatı şekillendiren ve ona kendi ruhundan katan bir kitaptır.

İnsan-ı Kâmil Olmaya Yönlendirme

Kur’ân’ın tarifinde, “tilavetiyle taabbüd olunan” yani “okunup gereğince amel olunan bir kitap” olduğunun altı çizilmektedir. Bahis konusu eserdeki yorumların bu tarifle uyum halinde olduğu görülür. Ayrıca, kitapta sadece konunun uzmanları değil, daha büyük bir muhatap kitlesi nazara alınmak suretiyle inanç ve ibadet esasları ile ahlaki meziyetler üzerinde durulmaktadır. Dolayısıyla eser için, "Allah’ın kelâmının dinamik özelliğinden, mü’minlerin pratik hayatı için belirlenmiş işaretler manzumesi" nitelemesi yapılsa sezadır. Müellifimizin, Kur’ân hakkında “düz insanı, insan-ı kâmil olmaya yönlendirmiş” (s. 31) ifadesi adeta okuyucuya zirveleri göstermektedir. Bundan dolayı, Hocamız, kaide ve bilgi naklinden ziyade, doğrudan doğruya Kur'ân'dan anladığını, duyduğunu, ayetlerin ilham ettiğini kaydetmiştir ki, esas tefsir de budur. Zira bu yolla mücerret meseleler üzerinde değil, pratik neticeler üzerinde imâl-i fikr edilmekte, Kur'ân'dan damıtılan kâidelere ulaşılmaktadır.

Dinamik yorum, bütüncül yaklaşım

Âyetlere dinamik yorum getirmek, esasında Tefsir Usûlü’nün bir kâidesi icabıdır. Müellifimiz bu hususu şöyle ifade eder: “Ayet-i kerimenin mânâsını sebeb-i nüzuldeki meseleye hamlederek anlamak yani bunlar insanların Beyt-i Makdis'e ulaşmasına mani olan Hıristiyanlardır deyip bundan hususi bir hüküm çıkarmak meseleyi daraltmak sayılır. Zira, çok yerde olduğu gibi, burada da, sebeb-i nüzul hususi, hüküm umumidir.” (s. 66). Vâkıa sebeplilik, âyetin nüzulüyle eşzamanlı meydana gelen olay olmasaydı o âyet nazil olmazdı anlamında illet demek değildir.

Müellifimiz, âyetlerin dinamik bir hususiyeti haiz olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Kur’ân ayetlerinin en önemli özelliklerinden biri, bu ayetlerin hedef olarak ele aldığı kimselerle, bilvesile hitap ettiği kimselerin ayrı olması ve her iki kesimin de ayetten alacakları derslerin farklı bulunmasıdır.” (s. 306). Meselâ, “Nereye yönelirseniz yönelin, Allah’a yönelmiş olursunuz” (Bakara sûresi, 115) ayetini kıbleye dair hükme hasr etmenin doğru olmadığını, bunun yanında şu işareti ihtiva ettiğini kaydeder: “İnsan yerken, içerken, yatarken, gezerken ailesi ile birlikte olurken, hasılı yirmi dört saatlik günlük hayatı içinde, hemen her zaman O’nu gözetmesi, O’nu araması ve O’na yönelmesi gerekir..” (s. 304). Görüldüğü gibi bu tesbitler, muhataplarda derin bir kulluk şuuru uyandırmaya ve o şuuru canlı tutmaya yöneliktir.

Tefsirin en önemli unsuru, bir meseleye yaklaşırken bütünü gözden kaçırmamaktır. Kur’ân’a parçacı değil bütüncül yaklaşımla sahih bilgilere varılabileceğine şöyle anlatılır: “İslâm’ı ve Kur’ân’ı iyi anlamak için, Kur’ân’a ve Sünnet’e bir bütün olarak bakabilmek, parçaları bu bütünün içinde mütalaa edip, her birini yerli yerine oturtmak şarttır.” (s. 122).

Müellifimiz, meselelere hâzık bir doktor edasıyla yaklaşmakta, "mesajı, batılı tasvire gitmeden aktarmak" gibi oldukça mühim bir pedagojik ilkeyi gözeterek sunmaktadır. Muhatap kitlenin daha çok toplumun genç ve dinamik kısmı olduğu göz önünde bulundurulursa bu ilkeye riayetin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Meselâ tevhid inancına aykırı iddialar bu hekimâne üslupla çürütülür. Panteizmin (vahdet-i vücud değil) geçersizliğini şöyle ifade eder: “Evet, yer ve gökler o büyüleyici güzellikleri, muhtevası, perde arkası esrarıyla Hz. Hallâk tarafından “ol” deyivermekle oluvermiş; hem de, eksiksiz, kusursuz mükemmeliyet üstü bir mükemmeliyetle oluvermiştir. Olanlar, O’ndan ayrılıp gelen cüzler değil, O’nun zuhuru da değil; varlıkla Hz. Mübdi’ arasındaki münasebet Hâlik-mahluk münasebetidir. Ne tevellüd, ne sudûr ne de gayr-i iradi bir zuhurdur.” (s. 74). “Varlıklar mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.” (s. 259). Bu ifadeler, şirki çürüttüğü gibi, insanların birbirlerine üstünlük taslamalarının anlamsızlığını ortaya koyması açısından ırkçılığı da çürütmektedir.

Bazen bir kelimeden mühim bir kaideye ulaşır. Meselâ, Fatiha sûresindeki “na’budu” kelimesinden şu işareti alır: “Ayrıca, bu engin mülahazada tek başına olmadığını vurgulayarak ‘Benimle bu recada müttefiktir cümle ihvanım’ der ki, herkesin de böyle deyip, böyle düşüneceği mülahazasıyla engin bir hüsnüzan sergiler.” (s. 38).

Tasavvufi Bakış, İşârî Yaklaşım


Müellifimiz, tefsirin bir gerçeği olan makbul tasavvufi bakış açılarını ihmal etmez. Âyetin sarih manasının yanında işârîsini de verir. Bakara, 144 hakkında şunları kaydeder: “Ayette ilk göze çarpan husus, kıblenin Kâbe’ye tahvilinin rıza ile beraber zikredilmiş olmasıdır. Bazılarının aklına gelebilir ki, tahvil-i kıble ile rıza arasında acaba ne gibi bir münasebet var da böyle bir üslup seçiliyor. (..) tasavvufi bir yaklaşımla ifade edecek olursak, hakikat-ı Ahmediye ile hakikat-ı Kâbe arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Bunun en kestirmeden izahı ise, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Kabe hakikatinin, adeta ikiz olarak, imkanın döl yatağında beraber yaratılmış olma esprisinde yatmaktadır.. ve tabiî acıdır; şimdilerde bu ikizler birbirlerinden ayrı düşmüşlerdir.” (s. 78). Keza, “(..) nefislerinizi öldürünüz” (Bakara sûresi, 54) hakkında tespitleri de bu kabildendir: “(..) tasavvufi mânâda “içinizdeki kuvve-i şeheviyye, gadabiyye.. vs. gibi kötü duyguları öldürerek nefis ve enaniyet cihetiyle fena bulunuz ki, kalbî ve ruhî hayatınız itibariyle bir 'ba’s ü ba’de’l-mevt'e mazhar olabilesiniz...” (s. 59). Bir kısım İsrailoğullarını alâkadar eden Bakara, 54 âyetinin Müslümanlara işârî olarak şu tembihte bulunduğunu kaydeder: “Burada asıl anlatılmak istenen şey de hâl ile kâl birliğinin gerçekleştirilmesidir.” (s. 56). Bu ifadelerle, Hocamız, ısrarla üzerinde durup, her vesile ile vurguladığı 'ihlas' ve 'samimiyet' değerlerine bir gönderme yapmış olmaktadır. Nitekim, "Din samimiyettir" hadisi meşhurdur.

Psikolojik Tesbitler

Muhterem Hocamız, Tefsir ilmi ölçüleri dâhilinde Kur’ân’daki insan psikolojiyle ilgili ayetler münasebetiyle enfes tesbitlerde bulunmuştur. Şu tesbit bunlardan biridir: “Efendimiz (s.a.s.)’in başlangıçta kıble olarak Mescid-i Aksa’ya dönmesi Medine Yahudileri için, O’nun peygamberliğini kabule bir ihzariye tesiri icra etmişti. Yani onlarda, “bu peygamber olabilir” düşüncesini uyarmıştı. Daha sonra da mihrabın Ka’be’ye çevrilmesi, Mekke’de Hz. İbrahim’in dinine bağlı gibi görünen ve karşı millet olarak alaka duyan müşriklerin kalblerini yumuşatmış ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini müzakere edilir bir konu haline getirmişti. Yani hem Yahudilerin, hem de müşriklerin kudsiyet izafe ettikleri mekanlar, İslâm dinince kabullenilmiş oluyor ve bu durum onların İslâm’a bakış açılarını etkiliyordu." (s. 80).

Aynı mesele ile ilgili şu mühim psikolojik tespitlerini de kaydetmek gerekir. Buna göre, kıblenin yeniden Kâbe’ye tahvili ile insanların Müslümanlar aleyhine kullanabilecekleri delilleri kalmamıştır. “Yani, müşrikler, siz içi putlarla dolu Kabe’ye yöneliyorsunuz, Yahudiler de, ‘siz bizim kıblemize dönüyorsunuz; demek ki asıl din, bizim dinimiz’ diyemeyeceklerdi.” (s. 84). Bu tahlil, konu ile ilgili istifhamları gideren, iknâ edici orijinal bir tesbittir.

Bu arada Kur’ân ayetlerinin psikolojik yorum alanının bakir olduğunu hatırlatıp, bu alanda çalışmalar yapmayı teşvik etmektedir. "Zaten, bu ayette (Bakara, 144) olduğu gibi, Kur’ân ayetlerinin, insanın ruh hâletini, onun psikolojik cephesini nazara veren iç içe ayrı bir derinliği vardır ki, tefsir tarihi boyunca belki de en az üzerinde durulan bir konu olmuştur.” (s. 81).

“Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar” kitabında, Kur’ân ilimlerine ve Kur’ân’a dair bilinmesi gereken bazı hususlara da işaret edilmektedir. Bu meselelerin, alışılmış tarzda ve alanın mütehassıslarına yönelik şekilde değil, daha geniş bir muhatap kitlesi göz önünde bulundurularak ele alındığı fark edilmektedir. Konunun mütehassısları ihmal edilmeksizin olabildiğince sade bir anlatımla ve kuşbakışı bir yaklaşımla meselelerin can alıcı noktaları dikkatlere sunulur. Böylece, geniş kesimlere Kur’ân hidayetini ulaştırma imkânı elde edilir. Bu kısa ve özlü eserde ele alınan öteki bazı temel konular şunlardır:

a. Kur’ân’ın İ’cazı


Kur’ân, nazil olan ilk sûrelerinde Allah kelâmı olduğunu açıkça ilan etmiştir. Bu hususu ifade eden anahtar kavram Kur’ân’ın icâzı veya mucizeliğidir. Bu, aynı zamanda, Kur’ân karşısında tarafsız kalınamayacağını da bildirir. Müellifimiz, eserinin Giriş kısmında bu gerçeğe değinmektedir. “Kur’ân, topyekun beşeri ve cinleri muhatap olarak ele alır; onlara emirler verir, bazı yasaklar ortaya koyar; onların ve şeytanların sözlerini alır nakleder. Bunların hepsinde O her zaman mucizevidir. Ancak bu mucizevilik, Kur’ân’ın bunları nakletmesi değil, naklediş keyfiyeti, kullandığı malzeme ve seçtiği motifler itibariyledir. Ayrıca, verdiği haberlerin gaybî olması yönüyle de diğer bir mucizevî durumun mevcudiyeti söz konusudur.” Konuya başka yerde de değinir: “O, bütün zamanları, mekânları aşan ve itikaddan en küçük âdâbına kadar, bütün insanlığın ihtiyaçlarını cevaplayan engin ve zengin bir mûcizedir ve O, bu derinliğiyle bugün dahi herkese ve her şeye meydan okuyabilecek güçtedir.” (S. 26).

b. Kur’ân’ın Evrenselliği

Kur’ân’ın hususiyetlerinden biri evrenselliğidir. Müellifimiz konuya geniş perspektiften yaklaşarak, meseleyi O’nun mucizeliği ile de alakalandırır. “Kur’ân’ın yeryüzünü şereflendireceği güne kadar, gelmiş-geçmiş her nebî, kendi çağını aydınlatacak çerağı O’nun ışık kaynağından tutuşturmuş ve çevresindeki amansız çölleri O’ndan birkaç damla ile cennetlere çevirmiştir. Hattâ, O’nun gölgesinin gezindiği en karanlık devirler bile, birer altın çağ haline gelmiştir. Aslını duyup yaşayanların dönemleri ise Cennet sabahlarından farksızdır. O’nun eşiğine baş koymuş olanlar meleklere eş, O’nun aydınlık ikliminde canlı-cansız her varlık da kardeştir.” (S. 26). Kur’ân’dan istifadenin şartı O’nun evrenselliğinin farkında olmak ve bu nazarla okumaktır: “Kur’ân’dan istifadenin en önemli şartı, onun evrensel olduğu nazara alınarak, her şahsın kendini Ona muhatap kabul ederek okumasıdır. Böyle yapıldığı takdirde, Kur’ân kendini ifade edecek, biz de Ondan istifade edebileceğiz.” (s. 308). Bu meseleye Peygamber kıssalarını tahlil ettiğinde de değinir: “Allah (c.c.) bu vak’aları bize anlatmakla, kıyamete kadar devam edecek olan küllî bir kısım kanunların ucunu göstermektedir. Yani böylesi hadiseler, Hz. Âdem ile başlamış ve dünyada insanoğlu adına tek bir fert kalıncaya kadar devam edecektir. Zaten Kur’ân’ın kullanmış olduğu malzemeye bakarsak, bunların hiçbir zaman ve mekana tahsis edilmediğini görürüz. Zaten evrensel bir kitaptan beklenen de budur.” (s. 353-354).

c. Kıssa

Kur’ân, bir dini dâvet ve tebliğ kitâbıdır. Kıssa bu tebliğ ve dâvetin -tabir caizse- bir nevi ambalajı gibidir. Kıssadan maksat hissedir. Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar kitabında, hisse
için kıssanın her bir unsurunun değerlendirildiğini görüyoruz. Buna Ashab-ı Kehf kıssasını örnek verebiliriz.

“Ashab-ı Kehf kıyamete kadar bütün dirilişleri temsil eden bir cemaattir. Çünkü, bütün diriliş hareketlerinin mutlaka bir tazyik ve bir de mağara dönemleri olmuştur ve olacaktır.” (s. 236).

“Onlar Rabbilerine gönülden inanmış bir fütüvvet topluluğudur. Yürekleri ile yiğit, düşünceleriyle yiğit, davranışlarıyla yiğit, vicdanlarıyla yiğit ve batıla karşı başkaldırmak üzere metafizik gerilimleri tam bir yiğitler topluluğu.. işte bunlar çok az olmalarına rağmen, dinlerine sahip çıkma adına böyle hidayetten kaynaklı bir hareketi başlatıp niyetlerini engin tutunca Allah da onların hidayetlerine hidayet katar; cehd ve gayretlerine terettüp eden kesbi hidayetlerine, rahmetinin enginliği ile daha derin bir hidayet ilave ederek, onları tam anlamıyla bir fütüvvet topluluğu haline getirir..” (s. 237). Bu çerçevede, “dünya zaafı”nı “gaddar-ı bîinsaf” diye nitelemelerinin (s. 247) oldukça etkili ve ilgililere mesaj yüklü bir tespit olarak altının çizilmesi gerekir.

Ashab-ı Kehf'in kıtmirinden bile hisseler çıkartılması (s. 242), dinamik ve pratik tefsir çalışmasına örnek teşkil eder. Müellifimizin, “Bence Zülkarneyn kıssasında külli hükümler aramalı” (s. 257) ifadesi, kıssalardan hisse elde etmeye yönelik bakışını yansıtmaktadır. Tâhâ Sûresi 43-44 âyetlerinden hareketle şu hisseyi ifade eder:

“Ayrıca burada Cenab-ı Hak, ısrarla Fira’vun’a iki kişi gidilmesini tavsiye etmektedir ki, bu bazı işlerin kolektif yapılmasının daha müessir ve yararlı olacağına bir işarettir.” (s. 276).

Kitapta daima sünni çizgi gözetilir. Bu çerçevede, kıssa hakkındaki en mühim noktaya değinilir: “Bazı modern yorumcular, Kur’ân’da hikaye edilen bu ve benzeri ayetleri, mecaz ve istiareye hamlederek bu türlü ifadelerin hakikat olmadığını iddia etmişlerdir. Bence, Kur’ân’ın anlattığı bu kabil bütün olaylar, aynen cereyan etmiştir ve hakikatleri muraddır.” (s. 349-350). Cumhurun görüşü de bu yöndedir.


d. Mesel

Bakara, 17 âyeti münafıkların durumunu temsili anlatımla bildirir. Emsâlü'l-Kur'ân'da dikkat edilmesi gereken
hususu, Kur'ân'ın dediğinin ötesine geçip vermek istediği mesaja ulaşmaktır. Müellifimiz bu âyetteki espriyi şöyle ifade eder. “Münafıklar, Müslümanlarla içli-dışlı bir hayat sürdürdükleri için, ara sıra da olsa iman nurunu göz ucuyla görebiliyorlardı. Ancak, kalb ve kafalarındaki o nifak, iman nurundan tam anlamıyla istifade etmelerine mani oluyordu.” (s. 43).

e. Sureler Arasındaki Ahenk

Kur’ân sureleri arasındaki ahenk baştan beri dikkatleri celbetmiştir. Müellifimiz bundan hareketle mühim sonuçlara ulaşır. Bakara sûresinin ilk âyetindeki “hüden” kelimesi ile Fatiha sûresindeki “ihdinâ” arasındaki ahenge (tenasüb) şöyle değinir: “Özetle denebilir ki, ilk “hüden” kelimesi bir sebep, ikincisi de lütuf dalga boylu bir netice ve ikisi birden Fatiha’daki “ihdina” duasına hem bir cevap hem de yoldakilere yol erkânını beyan gibidir.” (s. 40).

Anlayabildiğimiz kadarıyla, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar kitabına hâkim olan bakış açısı “müsbet hareket” ve “insaf düsturu”dur. Fikirler bu iki Kur’ânî ilke çerçevesinde örülmektedir. Meselâ, “Hem siz birilerine karşı içinizde iğbirar duysanız dahi, bunu sıfatlara incirar ettirmeli..” (s. 276) ifadesindeki hakikat hem ikili ilişkiler, hem de toplumsal hayat için hayati önemi haizdir. Yâsin, 20’de Elçilerin imdadına gelen “adam” anlatılırken yine bu iki esasa değinilmiştir: ”O, kavmi hakkında hep yüksek temennilerde bulunmuş ve hiçbir zaman kavmine karşı kin ve intikam duygusu da beslememiş; aksine düşmanlarına bile merhamet edebilen bir yaşatma insanı olarak, erdiği mutluluğu onlar için de dilemiş ve peygamberane bir şefkatle kendini son bir kez daha onlara anlatmak istemişti.” (s. 352-353). Birbirini tamamlayan bu iki kaide, yeryüzündeki huzursuzluk ve adaletsizliğin en mühim reçetesidir.

Eserde altı çizilmesi gereken hususlardan biri de Allah’a hüsnüzan beslemek gerektiğinin vurgulanmasıdır. Zorlukta bile bu yaklaşım esas olmalıdır: “Ey Rabbim, kâinat ve hadiselerde tesadüf yoktur. İhtimal bu benim gafletime, isyanıma karşılık verilen bir cezadır. Günahlarımı affet” demeli, başkalarını tecrim etmemeliyiz.” (s. 374). Böylece, kulluk şuurunun mühim göstergesi olan Allah’a hüsn-i zan besleme ve bunu korumaya teşvikle okuyucuya ümit aşılanmaktadır.

Eserin kaynakların tesbitinde kullanılan eserler zikrediliyor. Bunlar, çoğunlukla Sünnet ve Tefsir olmak üzere birinci el kaynaklardır. Metin içinde Râzî, Gazzâlî ve Bediüzzaman’a sıklıkla atıfta bulunur. Eserin ismi Hicri sekizinci asır müfessirlerinden Nesefî’nin, Medâriku’t-Tenzil isimli eserinden mülhem olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, Müellifimizin geleneğe vukûfiyetini gösterir. Bu oldukça önemlidir. Zira, din eski ve köklüdür. Dinde asıl olan, semaviliğin ve buna muvafık yorumların muhafaza edilerek nakledilmesidir. Zamana dayanan eserler vermek için, güncel tesirlerden soyutlanıp mâzinin derinliklerine gitmek şarttır. Geçmişle ilgileri kopartılmış, köksüz, hafıza kaybı üzerine inşa edilmiş görüşler, geleceğe köprü olamayacağı gibi bugünün ihtiyacını karşılamaktan da uzaktır. Her alanda olduğu gibi, Tefsirde de temâdî esastır.

Geleneğe sırt dönmek değil, onu alıp ileriye götürmek Tefsir’e ciddi hizmet olacaktır. Bu, eskinin sırrını, ruhunu bulmakla mümkün olur. Çünkü o eski, “taze ve yeni kalma” hususiyetini kazanmıştır. Asırlar önce yazılmış eserlerin bugün hâlâ aranır oluşu, bu sırra ermeleri sayesindedir. Bu itibarla, fikirlerin yararlı olabilmesi için, düşüncelerimizi harekete geçirip, değişen şartlarda kendi değerlerimizi oluşturmamıza ve uygun çözümler üretmemize katkı sağlaması gerekir. Müstakil fikir adamları, öncekilerin düşüncelerini dondurmamış, değişen zaman ve zeminde o düşünceleri yeniden okumuş ve kendi idraklerine göre yeni yaklaşımlar ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla nitelikli ve önem arz eden fikirler daima bir düşünce geleneğinden beslenerek oluşmakla birlikte orijinaldir ve bunlar, asla taklit veya gelenekçi diye nitelenemez. Bu nevi fikirler ve onlardan beslenen aksiyon, kültürel mirası ve medeniyeti bir adım ileriye götürmeye namzettir.

Netice itibarıyla F. Gülen Hocaefendi’nin Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar” eseri üzerinde bir tahlil denemesinde bulunduk. Kitaptaki orijinal yaklaşımlardan bir kısmına dikkat çekmeye çalıştık. İnsanların Kur’ân’ın engin hazinelerinden olabildiğince istifade edebilmeleri adına önemli pencereler açan bu kitap hakkında tefsir sahasının uzmanlarının söyleyeceği daha çok şey vardır.




Dipnotlar
1. el-İtkân fi Ulûmi'l-Kurân, IV, 200.
2. B. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyâtı, II, 2048 (Sünuhât).
3. B. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyâtı, II, 1317 (Mesnevi-i Nuriye).
4. B. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyâtı, II, 5 (İşârâtü'l-İ'câz - Bakara sûresi, Âyet: 21,22 hk.).



Ahmed Erdemgil