๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Kuran-ı Kerim) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 04 Ekim 2010, 17:38:32



Konu Başlığı: İsimlerden işaretle Kuranı Kerim in anlaşılması 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 04 Ekim 2010, 17:38:32
İsimlerden İşaretle Kur'an-ı Kerim'in Anlaşılması 2

İki ayrı sûrede bir kelime farkla tekrarlanan iki âyette Kur'ânı Kerim daha önce gönderilen kitaplara zikr tabirini kullanır ve: "Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasına peygamberlik vermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun." (Nahl, 16/43; Enbiyâ, 21/7) der. Buradaki "zikir ehli" salt bir bilen değil, yukarıdaki açılımıyla, zikir denen özellikleri kendisinde bulunduran ve onlar için düşünüldüğünde, özellikle de önceki kitapları tanıyan insanlardır. Şimdi, bu iki kez tekrarlanan âyetin "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun." kısmının mutlak anlamda bütün inananlara yöneltildiğini tekrar düşünürsek, iki önemli sonuçla karşılaşmış oluruz: 1. Herkes için bilmek asıl olmakla beraber, herkes her şeyi, bu arada dinî bilgilerin delillerini bilmeyebilir. O takdirde zikir ehli diye vasıflanan insanlara sorması da onun bir görevidir. Yani din, belli özellikteki insanlara sormakla da öğrenilebilir. Buna fıkıh literatüründe taklîd adı verilir. 2. Kendisine sorulacak insan salt bilgi yüklü insan değil, bilgisi zikir kalıbında şekillenmiş olan insandır. Diğer bir ifade ile, Kur'ânı Kerim'in zikr dediği her şeyden nasibi olan insandır. Yani o, önceki kitaplardan haberdardır, Kur'ânı Kerim'i bilir, Hz. Peygamber'i, dolayısıyla O'nun sünnetini tanır, ibadeti tamdır, işlerinde Allah'ı (c.c.) derhatır eder. Bütün bunlar da elbette bilgi ile olur. Yani ehli zikir, öncelikle bilen insanlardır. Ancak bilme, ehli zikir olmanın bir şartıdır, sonucu değildir. Dolayısıyla bu âyetleri, çoğu meal yapanlarımızın yaptığı gibi, "bilmiyorsanız bilenlerden sorun" diye mutlak bilgiyi gerektirir tarzda tercüme etmek de yanlış olmalıdır. Ayrıca bu âyetler açmaya çalıştığımız tarzdaki bir anlayışla, aynı zamanda kendisinden sorulabilecek insanın, yani (fıkhî sahada) müçtehidin özelliklerine de işaret etmektedir.

Allah (c.c.), Kamer sûresinde dört kez "Biz, Kur'ân'ı zikir için çok kolay kıldık. Yine de yok mu düşünüp zikreden!" diye uyarır. Allah'ın (c.c.) burada, "düşünüp zikreden" mânâsında kullandığı ikinci kelime "müddekir"dir ve bu "iddikâr" mastarının ismi failidir. "İddikâr", zikrin mubalâğalısı, yani ileri derecesidir. İleri derecede zikir, iyice zikretme, yani hatırlayıp üzerinde bir de düşünme ve tefekkür etme ile olur. O hâlde Kur'ânı Kerim'in zikir için çok kolay kılınmış olmasını acaba nasıl anlamalıyız? "Müddekir" kelimesi, Kamer sûresinde aynen tekrarlanan bu dört âyetten önce ve sonra da iki kez daha zikredilir. İlki, o dört âyetin birincisinden hemen öncedir ve orada Hz. Nûh'un (a.s.) yaptığı gemiden söz edildikten sonra, "Andolsun ki onu bir âyet olarak bıraktık. Yine de yok mu düşünüp zikreden!" denmektedir. (Kamer, 54/15 16). Diğeri ise, sözü edilen bu dört âyetten sonra ve sûrenin sonlarına doğru gelmektedir. Orada da "Andolsun ki, Biz sizin benzerlerinizi helâk ettik. Yine de yok mu düşünüp zikreden!" diye açık seçik bir örnekten söz edilmektedir. Öyle görülüyor ki, bütün bunları beraberce düşündüğümüzde hem "iddikâr"ın mânâsı, hem de Kur'ân“ı Kerim'in zikir için çok kolay kılınmasının ne demek olduğu bir nebze anlaşılabilir. Çünkü gerek Hz. Nûh'un gemisinin ibka edilmesi, gerekse helâk edilip kalıntıları henüz ortada olan milletler, her bir varlık birimi gibi bir âyet olmalarından öte açık seçik birer âyettirler ve âdeta birer mûcizedirler. Bunu tezekkür eden insan, eğer ön yargılı değilse iyice düşünür ve tefekkür edip, ibret alır. Çünkü bu, meselâ bir bitkinin bitip büyümesi sürecinde olduğu gibi bir sürü lazımdan sonra varılan bir sonuç değil, apaçık bir delildir. İşte Kur'ânı Kerim'in zikir için kolaylaştırılması da, öyle sanıyoruz ki, bunun gibi bir şeydir ve o, anlattıklarıyla insanın fıtratına o kadar uygun ve onunla bire bir örtüşen şeyler söylemektedir ki, adeta insanın aynaya bakması gibi ona kendisini anlatmaktadır ve kalpler ona o kadar aşinadır ki, ancak onunla itmi'nan bulur. Dolayısı ile "kalplerin ancak zikir ile itmi'nan bulması"nı da böyle anlamak mümkündür (Ra'd, 13/28). Artık bununla bir şeyleri hatırlayıp tefekkür etmemek, olsa olsa bir peşin fikrin ve bilerek inkârın meyvesi olabilir.

Bu çok kolay kılınmayı Buhari, "Herkes, yaratıldığına müyesserdir." hadîsiyle açıklar. (Buhari, "Tevhid"). Bunun anlamı da, her bilgi ve anlayış seviyesinin Kur'ân'dan bir şeyler alabilmesidir. O, herkese ve her seviyeye hitap eder, herkes de ondan kendine göre bir şeyler alır. Ayrıca son iki âyet, Hz. Nûh'un ardından bırakılan gemisi ve helâk edilen benzer özellikteki kavimler, birer hissî/duyularla hemen tanınan delil/âyettirler ve bu itibarla sanki iddikâr da itibar/ibret alma gibi, bunlar vasıtası ile başka şeyleri anlama, bunlara vurarak onları hatırlama anlamında zikirdir. Eğer böyle ise, bundan anlaşılan önemli bir husus daha vardır ki, o da, Kur'ân'ın insana verdiği bilgilerin hiç yoktan öğrenilen bilgiler değil, insanın tabiî olarak bildikleriyle kıyaslanması ve birbirine vurulmasıdır.

Zikr kelimesi Kur'ânı Kerim'de müştaklarıyla/türevleriyle birlikte 270 kadar yerde geçer. Tek başına zikr kelimesi dahi 76 defa tekrarlanır. Bu sonuçla onun, Kur'ânı Kerim'in çok kullandığı kavramlardan olduğu anlaşılır. Ayrıca Kur'ânı Kerim âyetleri için "ezzikru'l“hakîm" (Âli İmran, 3/58) nitelemesi yapılır. Yani onlar, zikir olmalarının ötesinde, aynı zamanda hikmettirler. Yani, eşyanın aslına bire bir uygun, doğru, kesin, muhkem ve değişmeyecek şekilde hükme bağlanmış bilgilerdirler. Kur'ânı Kerim, ayrıca "mübarek bir zikir"dir. (Enbiyâ, 21/50). Onun tezekkür ve tefekkür edilmesi, insanı yüceltir ve bereketli kılar.

en Nûr

"en Nûr," aynı zamanda Allah'ın isimlerinden biridir. "Allah, göklerin ve yerin nûrudur." (Nur, 24/35) Kur'ânı Kerim için kullanılan isimlerden sadece bunun, Allah'ın (c.c.) bir ismi olması ilginç olmalıdır. Aslında nûr, ister hissi olsun ister manevî olsun ışık demektir ve ışığın kendisi görülmemekle beraber o, başkasının görülmesine yardımcı olur. Ayrıca mahiyeti de bilinemez. Nitekim Allah'ın da mahiyeti bilinememektedir. Bu özelliğiyle Kur'ânı Kerim, varlığın tanınması için bir araçtır. İnsan, doğruyu yanlıştan tam olarak ancak onun aydınlatmasıyla ayırabilir. Akıl da bir ölçüde doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırabildiği için ona da nûr tabir edilebilir (elİsfahanî, 508). Böylece, sanki o da nûr gibi bir bakıma ilahî bir özellik taşır ve Allah'ın kuldaki en önemli tecellisi olarak değerlendirilebilir. İlginçtir ki, aklın mahiyeti konusunda da filozoflar nihaî bir şey söyleyebilmiş değillerdir.
Allah'ın (c.c.) bir ismi "en“Nûr"dur, Kur'ânı Kerim'in bir ismi de en“Nûr'dur ve onun bir sûresinin ismi de yine en“Nûr'dur. Bu durum, sanki ilâhî nurun Allah'tan Kur'ân'a, Kur'ân'dan onun bir sûresine ve ondan da özellikle Nûr Âyeti diye bilinen âyete doğru devam ettiğine ve Kur'ân–ı Kerim'in her bir âyetiyle nûr olduğuna işaret edilmektedir. Mârife olarak en“Nûr kelimesi Kur'ân“ı Kerim'de 24 kez tekrarlanmaktadır. İlginç olabilir ki, Nûr Sûresi de Kur'ân“ı Kerim'in 24'üncü sûresidir. Türevleriyle birlikte ise nûr, 47 kez tekrarlanır.
Allah (c.c.), Tevrat'ta ve İncîl'de de nûr olduğunu söyler (Mâide, 5/44, 46). Ancak onlarda nûr bulunmasıyla, kendilerinin bizatihi nûr olmaları farklı şeyler olabilir. Kur'ânı Kerim ise kendisi bizatihi nûrdur. (Nisâ, 4/174; A'raf, 7/157; Teğabün, 64/8). Bu yüzden, önceki kitaplara aydınlatan kitaplar/el“kitabu'lmunîr dendiği hâlde (Âl“i İmran, 3/184), Kur'ân“ı Kerim'e doğrudan doğruya nûr adı verilmiştir. Allah'ın (c.c.) Kur'ân“ı Kerim'i bir nûr kıldığını ve kullarından dilediğini onunla hidayete erdireceğini söylemesi de (Şura, 42/52) anlamlıdır. Bu, aynı zamanda hidayeti umulan insanlara, İslâm'ın anlatılması adına takdim edilecek şeyin Kur'ân“ı Kerim olduğunu gösteriyor olmalıdır.

Nûr, aynı zamanda zararı söz konusu olmayan bir ışıktır. Belki de bunun için güneşin ışığına "zıya" denirken, ay ışığına "nûr" adı verilmiştir. Çünkü güneşin bazen yakıcılığı ve kurutuculuğuna karşın, ay ışığı bütünüyle aydınlık ve faydadır. Kur'ân“ı Kerim de işte böyle bir nurdur. Yine belki bu yüzden Allah'ın isimlerinden biri Nûr'dur ama, meselâ Zıyâ değildir.

Mukatil b. Süleyman, en“Nûr kelimesinin Kur'ân“ı Kerim'de on ayrı anlamda kullanıldığını söyler ve bunları: İslâm, iman, hidayet, peygamber, gün ışığı, ay ışığı, Allah'ın Sırat üzerinde müminlere vereceği ışık, Tevrat'taki helâl ve haram ayırımı ve onun hüküm ve öğütleri, Kur'ân“ı Kerim'deki helâl ve haramların beyanı ve bizzat Allah'ın zıyâsı diye sayar (Mukatil, 163“164).

el“Hüdâ

Kur'ân“ı Kerim'in kendisi için en çok kullandığı isimlerden biri de el“Hüdâ'dır. Hüdâ ve hidayet aynı fiilin mastarlarıdır ve 'bir lütuf olarak' delâlet etmek, yolu ve doğruyu göstermek demektir (el“İsfahanî, 538). Hatta hediyye de yine aynı fiilin mastarıdır ve aralarında mânâ yakınlığı vardır. Hediyye, bir karşılık almadan sırf sevgiye dayanan bir bağış olduğu gibi, hidayet de bedelsiz bir yol göstermedir ve bu yol gösterme, bir bakıma öncülük etme biçiminde bir yol gösterme olduğundan olacak ki, meselâ bastona da hâdiye tabir ederler. Çünkü o da, insanın önünden gider ve sanki insan onu değil de, o insanı tutar götürür. (İbn Faris, 6/42). Hudâ ve hidayet, ikisi de aynı anlamda olmakla beraber, birincisi sanki daha mübalağalı olduğu için o Allah'a has kılınmıştır da, diğeri insanlar ve başka şeyler için de kullanılmıştır (Fîrûzâbâdî, 5/317). Kur'ân“ı Kerim için kullanılan da, onun hudâ olmasıdır. Bizim burada yapmaya çalıştığımız da, bu ismin ne anlama geldiğini açabilmektir.

Râgıp, hidayet'in dört ayrı anlamda kullanıldığını belirtir: 1. Allah'ın her mükellefe verdiği akıl, zekâ ve kendi fonksiyonunu yerine getirebilme kabiliyeti: "Rabbimiz her şeyi yaratan, sonra da ona hidayet verendir" (Tâhâ, 20/50) âyetinde olduğu gibi. 2. Allah'ın (c.c.) peygamberler göndererek ve kitaplar indirerek insanları itaate çağırması sonucu onlarda oluşan müspet tepki. O, "Biz onları hidayet eden önderler yaptık." (Enbiyâ, 21/73) âyetindeki hidayetin bu anlamda olduğunu söyler, ancak bunun farklı bir kategori oluşturması çok da açık değildir ve üçüncü anlamdaki ile birleştirilmesi mümkündür. 3. Allah'ın, özellikle hidayeti talep edenleri bu konuda muvaffak kılması. "Hidayeti arayanların Allah hidayetini artırır ve onlara takvalarını verir." (Muhammed, 47/17) âyeti ve benzerlerinde bu anlamdadır. 4. Âhiret'te Cennet'e hidayet etmek. "(Onlar Cennet'te,) 'Bizi buraya hidayet eden Allah'a hamdolsun.' diyeceklerdir." (A'raf, 7/43) âyetinde hidayet bu anlamdadır.
Çok daha önce Mukatil b. Süleyman (v. 150/767), "Kitâbu'l“Vücûh ve'n“Nezâir" adlı eserinde hidayet için on yedi farklı mânâ (vecih) tesbit etmiş ve söz konusu kitabına da bu kavramı anlatmakla başlamıştır. Ama, gerek onun verdiği farklı mânâlar, gerekse kendilerinden iktibasta bulunduğumuz diğer dilcilerin gruplandırmaları, sonuçta kavramın kök mânâsında birleşirler.






Kur'ân'ın Kitab olması, onun sözlü kültürün tâbi tutulduğu anlama yöntemlerine tâbi tutulmaması gerektiğine ve sanıldığı kadar bağlamının ürünü olmadığına da işaret eder. Bu itibarla tarihselci okuma biçimleri, Kur'ân'ı anlama konusunda iddia edildiği kadar verimli değildir.

Bu farklı anlam yansımalarını aslında iki kategoriye indirgemek de mümkündür:

1. Doğruyu ve güzeli söyleme, ona delâlet etme ve onu gösterme anlamındaki hidayet,

2. İnsanı doğru ve güzel olana fiilen götürme anlamındaki hidayet. Birinci anlamda peygamberler ve hattâ insanlar da hidayet eden/hâdi olabiliriler. Ama ikinci anlamda hidayet, sadece Allah'ın bir fiilidir. Bu iki anlamın kullanış farkı genellikle Kur'ân–ı Kerim'de hidayet'in mef'ûlünü/tümlecini doğrudan ya da bir harf–ı cerle/edatla almasıyla belli olur. Eğer hidayet fiili tümlecine doğrudan ulaşıyorsa ikinci, yani hakiki anlamda bir hidayet, lâm ya da ilâ harf–i cerri ile ulaşıyorsa birinci, yani yol gösterme anlamında bir hidayettir. İşte meselâ, "ihdine's–sırâta'l–müstakîm" derken kastedilen hidayet hakiki ve fiilî anlamdaki hidayettir. Müminler bunu bir dua olarak söylerken, sanki Allah'ın (c.c.) onlara doğruyu ve güzeli sadece göstermesini değil, O'nun onları âdeta kollarından tutup ona götürmesini ve onları fiilen hidayet üzre kılmasını istemiş olurlar. Kur'ân–ı Kerim'de bazı âyetlerde Hz. Peygamber'in (s.a.s.) hidayet edemeyeceğine, (meselâ, Kasas, 28/56), bazılarında ise edebileceğine (meselâ, Şura, 42/52) işaret edilirken, asıllarına bakılırsa, onların işte bu farklı kullanışlarla geldikleri görülecektir. Kur'ân–ı Kerim'in kendisi mahza/salt hidayet (hüdâ) olmakla beraber, onun hidayet etmesi de birinci anlamda bir hidayet olduğundandır ki, Kur'ân–ı Kerim'in hidayet ettiği söylenen âyette hidayetin böyle vasıtalı bir kullanımı vardır (İsra, 17/9).

el“Fürkân

"Fürkân"ın "fark" kelimesiyle kökdeşliği açıktır ve ikisi de ayırma ve ayrılma mânâsını ihtiva eder. Ancak, Arapça'nın özelliklerinden birisi gereği, aynı kökten olmakla beraber ilave harflerle büyütülen kelimelerin mânâları da çoğalır ve aynı mânânın daha ötesini/mübalâğalısını ifade ederler. Bu itibarla "Furkân", iyice tefrik edip ayırmayı anlatır. Bu kelimenin bir isim olarak doğrudan doğruya Kur'ân–ı Kerim için kullanıldığı âyet–i kerimeler vardır ve bunlarda Allah (c.c.), Tevrat ve İncil gibi Furkân'ı da indirdiğini buyurur (Âl–i İmran, 3/4 ve Furkan, 25/1). Ama Furkân daha çok bir sıfattır ve Hz. Musa ve İsa Peygamberlere de Furkân verilmiştir. Bu itibarla da Kur'ân–ı Kerim'in Furkân olması, onun fark edici özelliğinden dolayı olduğu anlaşılır. Elbette onun fark edeceği, yani ayıracağı şeyler, kısaca doğru ile yanlış, diğer bir ifade ile güzel ile çirkindir. Yani bu özelliğinden dolayı ona bu ad verilmiştir. Tevrat ve İncil de yine aynı özellikle Furkân diye anılmışlardır.
Kur'ân–ı Kerim'de Bedir Harbi için de "yevmu'l–furkân" tabiri kullanılır (Enfal, 8/41). Çünkü o, hak ile batılın belirgin olarak ayrıldığı ilk gündür (el–İsfahanî, 378). İlginç olan, Allah'ın (c.c.), takvalı olması hâlinde insana da furkân vereceğini buyurmasıdır (Enfal, 8/29). Bunun anlamı, muhtemelen şu olabilir: Takva, yani insanın şuurlu olarak Allah'ın (c.c.) emir ve yasaklarına riâyet etmek suretiyle kendisini koruması, kısaca insanın Kur'ân–ı Kerim'e uygun olarak yaşaması, insandaki ilâhi mevhibeleri geliştirir, onda Allah'ın bir nefhası olan aklı, isabetli/selim kılar. Böylece insanın melekî yönleri gelişir; Allah'la ilham tarzındaki iletişimi güçlenir de o, doğru ile yanlışı, ya da güzel ile çirkini ayırdetme özelliği kazanır. Ya da Furkân olan Kur'ân, bir bakıma onun ruhuna işler ve onun bu özelliği onda da zuhur eder. Onun için insanda da furkân oluşur. Ama bu, el–Furkân değil, bir çeşit ya da bir nebze furkândır.






Takva, yani insanın şuurlu olarak Allah'ın (c.c.) emir ve yasaklarına riâyet etmek suretiyle kendisini koruması, kısaca insanın Kur'ân–ı Kerim'e uygun olarak yaşaması, insandaki ilâhi mevhibeleri geliştirir, onda Allah'ın bir nefhası olan aklı, isabetli/selim kılar.

Furkân kelimesinin kökü olan fark kelimesi Kur'ân–ı Kerim'de pek çok yerde kullanılmış olmakla beraber, Furkan sadece yedi yerde geçmektedir ve el–Furkân, Kur'ân–ı Kerim'e isim olmasının yanında, aynı zamanda ondaki bir sûrenin de adıdır.

Kelâmullah

Kelâm, anlamı olan söz demektir. Aslı olan "kelm"de ise yaralama mânâsı vardır. (İbn Fâris, 6/131). Dolayısıyla kelm, görme duyusuyla, kelâm ise işitme duyusuyla algılanan bir etkidir (el–İsfahanî, 439). Buradan hareketle, kelâm sanki sadece anlamlı olan değil, aynı zamanda etkisi bulunan sözdür. Türkçe'ye yine söz diye çevirebileceğimiz kavl ise, kelâmdan daha geneldir. Çünkü anlam bütünlüğü olmayan tek bir söz dahi kavl olabilir. Kur'ân–ı Kerim, Allah'ın (c.c.) kelâm'ı olduğu gibi, Hz. İsa da (a.s.) Allah'ın kelime'sidir. (Nisa, 4/171). Çünkü Kelâmullah'la insanlar hidayet buldukları gibi, onunla da hidayet bulmuşlardır. Ya da onun varoluşu kün/ol kelimesiyle gerçekleştiği için ona kelime denmiştir (el–İsfahanî, 439). Kelime, Kur'ân“ı Kerim'de pek çok yerde hüküm anlamında da kullanılmıştır. Yine pek çok âyette de Allah'ın insanlarla konuşmasından (teklîm) söz edilmiştir. Kur'ân–ı Kerim'e Kelâmullah dendiği gibi (Bakara, 2/75; Tevbe, 9/6; Fetih, 48/15), Kelimatullah da denmiştir (İsra, 7/158). Ayrıca "Kitap" yazılı kültürü hatırlatırken, "Kelâm" ise sözlü kültürü hatırlatır.

Yine söz anlamındaki kavl ve hadîs kelimeleri dahi Kur'ân–ı Kerim için kullanılmıştır.

Kur'ân“ı Kerim özellikleri itibariyle de Rahmet'tir, Şifa'dır, Rûh'tur, Mev'iza'dır.



Kaynaklar:

Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Yakub (v. 817/1414). Basâiru Zevi't–Temyîz fî Letaifi'l–Kitabi'l–Azîz, Beyrut. ts.

İbn el–İsfehânî, Ebu'l–Kâsım Hüseyin b. Muhammed Ragıp, el–Müfredat fî–Ğaribi'l–Kur'ân, Dâru'l–Ma'rife, Beyrut.

İbn Fâris, Ebulhasen Ahmed b. Fâris b. Zekeriyya. (v. 395/1004). Mu'cemu Mekâyisi'l–lüğa. Tahran, 1404.

Mukatil b. Süleyman (v. 150/767), "Kitâbu'l–Vücûh ve'n–Nezâir". İst.



Faruk Beşer