๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Güncel Meseleler ) => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 13:09:08



Konu Başlığı: Tekfir Meselesi 5
Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 13:09:08
Bazı Âlimlerin Tekfirle İlgili Görüşleri
 
Hasan el-Hudaybî ve Tekfir
 
Mânâlarını Bilmediği Halde Şehâdet Keli­mesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı
Şimdi de günümüzde şehâdet kelimesini söyledi­ği halde; bu kelimenin Rasûlullah’ın peygamber olarak gönderildiği sıradaki anlamının değişmiş ve artık bunların gerçek mânâlarının kalmamış olduğunu gerekçe göstererek; onların müslüman olmadıkları­na hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara şöyle diyoruz: Kelime-i şehâdet'in anlamı, hâ­lâ insanlar arasında yaygın şekilde mevcuttur; hatta Kur'ân-ı Kerim'in inişinden öncekinden daha açık ve yaygın bir şekilde bilinmektedir. Aynı zamanda ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin mânâlarının, insanlar arasında yaygınlık kazanmış olması ile onlardan "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah" şehâdetini yapa­cak olan bir kimsenin şehâdetinin kabul edilmesi için, bu şehâdet kelimesini bu şekilde bilmesi gerek­tiğini ve ancak o takdirde müslüman olacağına hü­küm verilebileceğini belirten ve bunlar arasında bağlantı kuran şer’î bir şartın varlığı söz konusu de­ğildir. Böyle bir şartı ortaya koymak, şeriata yeni bir şey ilâve etmektir. Bunu söyleyen kişinin bu iddiası­nın kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.
 
Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözleri ve davranışları şer'an uyulması gerekli olan hususlardır. İşte onun söz ve davranışları sonradan ortaya konulmuş bulunan ve fazladan olan bu ilâve, şeraite ters görüş ortaya koy­maktadır: Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Yüce Allah'ın dini­ne, ister Araplardan, ister sonradan Araplaşmış olanlardan, isterse başka yerlerden getirilmiş olan kölelerden dalga dalga Allah'ın dinine girmiş olanla­rın Müslümanlığını kabul etmiş olduğu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halk­larının da İslâm'a girişlerini kabul etmiş ve bu konuda onlardan her birisinden şehâdet kelimesini iyice an­ladıklarını ortaya koyacak, onların belirli mânâyı anlamış olduklarını kesin olarak açığa çıkartarak herhangi bir uygulamaya girişmemiş yahut da onla­rın kendi aralarında bu şehâdete yaygın olarak veri­len belirli bir muayyen mânâların ne olduğu üzerin­de durmamıştır. Hatta Hz. Peygamber'in huzurunda Araplardan olan bazı kişilerin birtakım sözlerin mânâlarını bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Az önce sunmuş olduğumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnektir. Hz. Peygamber'in İslâm'a girişle­rini kabul etmiş olduğu bazı kimselerin, Allah'tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetlerinde, birtakım anlamları bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Nitekim "sen de bize onların silâh astıkları ağaçları olduğu gibi, silâhlarımızı asacağımız bir ağaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir. Hz. Peygamber’in bu uygulaması bizlere şunu gösteriyor: Kelime-i Şehâdet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibâdet, din, Kelime-i Şehâdet'in mefhumu ve benzeri diğer şer’î hükümleri bilmeyişi, müslümanlığına zarar vermez. Müslüman olduğuna hüküm vermeye engel teşkil etmez. Şer’î hükümler diğer müslümanlara nasıl uygulanıyorsa, ona da öy­lece uygulanır. İşte bu -hadiste tevâtür olarak bili­nen ve bir haberin doğruluğunu ispat etmek, bilginin kesinliğini ortaya koymak açısından en sağlam tevâtür çeşitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar naklede geldiği bir delildir.
 
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendisi de Arap olsun ya da ol­masın bütün insanlara peygamber olarak gönderildi­ğini biliyordu. Şu hadis-i şerif de onundur: "Ben, in­sanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edince­ye kadar savaşmakla emrolundum..."
 
Evet, istisnasız olarak bütün insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasında fark gözetmeden, Arapça konuşsun veya konuşmasın ayırım sözkonusu olmaksızın bütün insanlar hakkında Allah'ın hükmü budur. Emîn Rasûlün söylediği, yaptığı ve uyguladığı da bundan ibarettir. Eğer şehâdet kelimesini söylemek açısın­dan Arapça konuşanlarla konuşmayanların hükmü farklı olsaydı yahut da Arapça konuşanlarla konuşmayanlara farklı uygulamalar ve bağlayıcılık söz konusu olsaydı ve ancak bundan sonra kişilerin müslümanlığı hakkında hüküm vermek mümkün olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) bunu açıklamadan etmezdi. Diğer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen şarta geçerlilik kazandırmamazlık ve uygulamamazlık etmezdi. "Rabbin unutkan değildir." [1]
 
Bu ayrımı, fark gözetmeyi ortaya ko­yanlar ve bu fazladan şartı öngörenler Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisine, onun sâbit uygulaması­na ve hiçbir hilaf söz konusu olmaksızın gelen şeri­at hükümlerine muhâlefet etmiş ve Allah'ın şeriatı­nın dışında ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belge­leyecek nassın varlığı söz konusu olmaksızın dine yeni bir şey eklemiş olur.
 
Diğer taraftan müslümanlar hem sahâbe döne­minde, hem de Tabiîn döneminde Şam (bugünkü Su­riye) bölgesini, İran'ı, Irak'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı, Sudan'ı, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkanlar'ın bir kısmı­nı, Hindistan'ı ve bazı yerleri de fethettiler. Bunların hepsi Arapça bilmeyen insanların yaşadıkları ülke­lerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmış olduğu nakilden de anladığımıza göre, Sahâbe ve Tâbiîn bu ülkelerde yaşayan insanların müslüman ol­maları için Kelime-i Şehâdeti (yani Allah'tan başka hiç bir ilâh bulunmadığını ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul edip dilleriyle) söylemelerini yeterli görmüşler ve bu konuda icmâ' etmişlerdir. Bu şehâdeti söyleyen kimseler bu şehâdeti söylemekle kanlarını ve mallarını korumuşlar, onlara İslâm Şe­riatının hükümleri uygulanmıştır. Bunlar daha son­ra İslâm Şeriatının bilmedikleri diğer hükümlerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamışlardır. Hiçbir kim­se kalkıp da dilleriyle söylemiş oldukları "şehâdet kelimesinden sonra bir şart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleşmesi söz konusu olmadığı sü­rece İslâm'a girişlerinin kabul edilemeyeceği" kana­atine varmamıştır. Diğer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taşıdıkları mânâları, câhiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu şekliyle Arapça'yı bilmeyen bu toplumlar arasında, şu anda bizim aramızdakinden daha fazla yaygın olduğunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir şey değildir." [2]
 
Hudaybî nasslardan hareketle oluşturduğu red­diye sürecinde tekfirde aşırı gidenlerin birçok iddi­alarına cevap vermektedir. Meselâ iman ettiği halde kendisine bazı hükümler ulaşmayan kişiler hakkın­da şu görüşleri serdetmektedir:
 
İki kişinin bile -hatta yalnız müslümanlar ara­sında değil, bütün din mensupları dâhil olmak üze­re- ihtilâf etmedikleri bir konu vardır, ki o da şudur: Rasûlullah (s.a.s.), kendisinin insanlara getirmiş oldu­ğu dinin dışında herhangi bir dine bağlı kalan her­kesin kâfir olduğunu, kesin olarak belirtmiştir. Bu bakımdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söy­lediğini söylüyor; vermiş olduğu hükmü veriyoruz.
 
Yine iki kişinin ihtilâf etmediği diğer bir konu şu­dur: Hz. Peygamber kendisine tabi olan, getirmiş ol­duğu şeylerin tümünü tasdîk eden ve bunların dışın­da kalan bütün dinlerden uzaklaşan herkese iman sıfatını kesin olarak vermiş bulunuyor. Biz de bura­da duruyor ve buna herhangi bir şey eklemiyoruz.
 
İman ettikten sonra Yüce Allah'ın dilediği her­hangi bir mezhebe göre itikad eder yahut da her­hangi bir fetvâya bağlanır ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ameli işlerse ve bu konularda Peygam­ber’den (s.a.s.) kendisine inandığının, amel ettiğinin ya­hut da söylediğinin hilâfına herhangi bir hüküm ulaşmamış ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulaca­ğı hiç bir şey yoktur. Peygamber’in (s.a.s.) o konularda­ki hükmü kendisine ulaşmadığı sürece bu böyledir.
 
Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir. Şayet ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhâlefet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fâsık bir mü'mindir. Eğer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaşmış olan hakka muhâlefet ediyorsa o takdirde o kâfirdir, müş­riktir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'ın hakemliğini kabul et­memiş ve onun verdiği hükme teslimiyetle bağlan­mamıştır. Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkâm ile ilgilidir; ibâdetlerle, fetvâlarla ilgili konu­ları tümüyle kapsar." [3]
 
Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tâğutlara uyma ile ilgili âyetleri yüzeysel değerlendiren ve sonuçta herkesi kâfir sayan yaklaşımlarına ise şöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadır:
 
"Tâğut'a ittiba eden (tâbi olan, uyan) kâfirdir" de­meye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklan­ması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mut­lak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat et­mek anlamında olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartışmasız olarak kâfir olur. Ama bu tâbi oluş yalnız­ca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zarûretine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece âsîdir, kâfir de­ğildir. İşleyen kişiyi kâfir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatını kaldırdığı­na dair nass vârid olan hususlar ise bundan müstes­nâdır." [4]
 
Hudaybî'nin bu sözleri aslında kitabın değişik yerlerinde devamlı vurgulanan diğer birçok âlimin görüşlerinin benzerinden başka birşey değildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleştirilerinden birisi de Kur’an âyetleriyle muhâtap oluşlarındaki yanlış yöntemdir. Bu konuyu da şöyle izah ediyor: "Yüce Allah dilemiş olsaydı, bütün ahkâmı yal­nızca Kur’ân-ı Kerim'de yahut da sadece hadîs-i şeriflerde toplayabilirdi. Yine Yüce Allah dilemiş olsay­dı her bir mesele ile ilgili hükmü bizâtihî bir tek âyet­te nassa bağlar, yahut da bir tek hadiste hükme bağ­lardı. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kişi arasında bile farklı görüş ortaya çıkmazdı. Elbette ki Yüce Allah, hiç bir şeyden acze düş­mez. Fakat O'nun irâdesi bundan başkasını murad etmiştir: "O, yaptığından sorulmaz. Fakat onlar soru­lurlar." [5]
 
Örnek olarak şunu verelim: Kur’ân-ı Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talâk (boşanma) ile ilgili birtakım hükümler ihtivâ etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasında yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talâk ile ilgili başka âyetler buluyo­ruz. Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim'in son tarafların­da yer alan Talâk Sûresi'nde de talâk ile ilgili pek çok hükmün bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrı olarak sahîh ve Rasûlullah’a (s.a.s.) kadar senedi ulaşan ve aynı konu ile ilgili hadisler de buluyoruz. O halde bizim yapmamız gereken şudur: Yüce Allah'ın bizden ne istediğini bilmemiz, onun istediği hükmün ne olduğunu anlayıp ona itikad edip uygulamamız için bütün bunları bir araya getirmemiz, toplamamız gerekir. Şayet bizler birtakım âyetleri bırakıp başka­larıyla amel edecek olursak yahut birtakım hadisle­ri bırakıp sadece diğer birtakım hadislerle amel edersek ya da hadisi bırakıp âyetlerle yahut âyetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, -terkettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asî olmuş, günah kazanmış oluruz. Üstelik Yüce Allah'ın hükmünü kasdî olarak değiştir­meye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, Yüce Allah'a yalan iftirada bulunmaya da kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmı­nı nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.
 
Rasûlullah (s.a.s.) bizlere, âyetlerle hadîsleri bir ara­da değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin has, hangisinin âmm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vâcip olan şer'î hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunuyor.
 
Meselâ, sahih olarak sâbit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) namaz kılmakta olan bir kişiye ses­lenmiş, o da: "Namazla meşgul olurken başka birşeyle uğraşmamak gerekir" şeklindeki umûmî (âmm) emirle ve namazda herhangi bir şekilde konuşmak ve başka zamanlarda câiz olan işleri yapmak sahih/doğru değildir, hükmüyle amel ederek ona cevap yermedi. Namaz kılan namazını bitirince Hz. Peygamber, ses­lendiği zaman kendisine cevap vermekten neyin alı­koyduğunu sormuş, onun namaz ile meşgul ol­duğunu bildirmesi üzerine, Hz. Peygamber ona Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatıp görüşüne karşı çık­mıştı; "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına koşun."
 
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi ameli ve sahâbîlerin bu konudaki uygulamaları ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Hz. Osman'ın altı ay hamilelik döneminden sonra doğum yapan kadının recm edilmesine dair olan emrini, buna karşılık Hz. Ali’nin (r.a.) ona Yüce Allah'ın; "Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." buyruğu ile birlikte; "Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak iste­yen kimse için- tam iki yıl emzirirler." ile birlikte ha­tırlattı ve bu iki âyetin beraber ele alındığı takdirde, onlardan çıkartılacak şer'î hüküm olan hamilelik sü­resinin bazen altı ay olabileceğine dikkatini çekti. Bu sefer Hz. Osman kadının recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu şekilde âyet ve hadisler arasında karşı­laştırma yapıp birlikte mütâlaa etmek, sonradan uy­durulmuş bir bid'at değildir.
 
Kur’ân-ı Kerîm ile direkt olarak ilişki kurmanın zorunluluğuna dair söylenen söze gelince; Allah'ın yardımını isteyerek konu ile ilgili şu açıklamayı ya­pıyoruz:
 
Yüce Allah kendisinden başka ve Rasûlü'nden başka herhangi bir kimseye tâbi olunmasını emret­miş değildir. Bu bakımdan müslümana farz olan şer'î hükmün ne olduğunu bilmek üzere imkânı nisbetinde Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahîh ve sâbit olan hadislerinde yer alan delillere tâbi' olmaya çalışmasıdır. Şayet bundan âciz olduğunda, bu hükümleri başkasından alacak olursa, böyle bir kimse­nin yapması gereken şudur: O onlardan başka her­hangi bir kimsenin emrini değil de Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünü uygulamakta olduğuna kesin olarak itikad etmelidir.
 
Kur’ân-ı Kerim ile alâka kurmak ve O'nun âyet­lerinden Allah'ın uyulması gereken hükmünün hangisi olduğuna dair deliller çıkartmak üzere bu âyetlerden hüküm çıkarmak için ictihad etmeye ça­lışırken bunu yalnızca Kur'an'ın çerçevesinde bı­rakmak hakkı hiç kimsede yoktur.[6]
 
"Fetvâ verenler mutlaka şu üç kısımdan birisidir:
1- Gerekli incelemeyi ve yapması gereken bütün araştırmaları sonuna kadar yaptıktan sonra, kendi­sine ulaşmış olan naslara uygun olarak fetvâ veren âlim kişi. Bu kimse, ister hata etsin, ister isâbet etsin ecir kazanır. Böyle bir kimsenin bilmiş olduğu şeye göre fetvâ vermesi de vâciptir.
2- Vâcip olmadığı halde fetvâ vermekte olduğunu bilerek, uygun gördüğü şekilde fetvâ veren fâsık kişi.
3- Zayıf akıllı bir kişi olup, kesin ilme sahip olma­dan fetvâsını veren, bununla birlikte isâbet ettiğini de zanneden, fakat gerektiği gibi araştırmasını yap­mayan, câhil olduğunu bilen ve yapmaması gereken bu işi yapmaktan uzak kalan kişi."
 
Bir şey bilmekle birlikte pek çok şey bilmeyen fakîh çoktur. Dininin her­hangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkın­da fetvâ vermesi câizdir. Onun bilmemiş olduğu diğer meseleler, bilmiş olduğu konuda fetvâ vermesine engel değildir. Nitekim onun herhangi bir şeyi bilmiş olması bilmediği şeyler hakkında fetvâ vermesini de mubah kılmaz.
 
Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, deliller­den hüküm çıkartıp fetvâ vermeye, yani varmış ol­duğu kanaate göre âlemlerin Rabbi'nin buyruğu hakkında söz söylemeye ehil kılan bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir kişi, kalkıp da kendisini parlak ve coşkun zekânın, kendilerinin Allah'ın di­ninde sabır ve sebat ettiklerine dair şehâdet edilen, takva ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, Yüce Al­lah'ın dinini iktidar yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanın zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüşlerinden oluşan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayır­dan mahrum kılmış, çıkış noktası olarak da kendisi­ne çok yanlış bir yol seçmiş olur.” [7]
 
Tekfir cemaatinin görüşlerine reddiye hazırlayıp cevap veren yalnızca Hudaybî değildir. Kitabımızın daha önceki bölümlerinde Seyyid Kutub'un, Mevdûdî'nin, Yusuf el-Karadavi’nin, Muhammed Kutub'un ve geçmiş ulemânın "tekfîrci görüşü" reddeden fikir­lerini anlatmış ve alıntılar yapmıştık. Tekfirci görü­şe reddiye olarak yazılan ve geniş yankılar uyandı­ran bir başka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alınış amacıyla Hudaybî'nin eserine benze­mekle beraber daha güncel olmasıyla ondan ayrıl­maktadır. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayı" kitabından bahsediyoruz. Adı geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslında bilerek-bilmeyerek geçmişte yaşamış bazı fırkaların görüşlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüşün iddialarını da bir bir ce­vaplamaktadır. Çağımızda yaşayan bir âlim olması iyi ve kolay anlaşılan bir üslup kullanmasına sebep olmuştur. Şimdi bu eserden bazı görüşleri özetleyelim: [8]
 
 
Abdurrezzak Samarraî ve Tekfir
 
Te’vil Ve Tekfir
 
Te’vil-Yorum Yaparak Tekfir Etmek: İslâm âlimlerinin Kitap ve Sünnetten aldıkları deliller ışığında bâriz olarak belirtilen konulardan birisi de "insanı küfre düşüren haller" konusudur. İslâm yayılıp-geliştikçe, medeniyetler peşisıra değiştikçe, in­sanlık tarihi çok değişik fikirlerle karşılaşıyordu. Meselâ insanlık tarihinde devamlı değişiklik arzeden durumlardan birisi yönetim meselesiydi. Öncele­ri monarşi, oligarşi, şimdi demokrasi, laiklik, cum­huriyet ve bunların diğer benzer çeşitleri. İşte tüm bu değişken fikirler ve yönetim biçimleriyle müslümanların muhâtap olması aynı olmadı. Zaman za­man İslâm'dan bazı özellikleri bu düşünceler içinde var zannedip bu düşüncelere kapılanlar oldu. Bazı­ları da bu düşünceler ve bu yönetim biçimleriyle İslâm arasında kesinlikle uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bunların ötesinde bir de avam tabakası vardı. Ava­mın çoğu demokrasinin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilmek için belki ömrünü tüketmesi gereki­yordu. Cumhuriyet ile İslâmî yönetim arasındaki irtibatları incelemek için de kendisinde yeterli tahkik kudreti azdı. Aslında İslâm'ın ne olduğu belli küfür ve şirk yönetimlerinin ne olduğu bellidir. Fakat ka­bul edilmeli ki özellikle çağımızda küfre ve şirke gö­türen yollar biraz karmaşık durumda. Yani bir kişi, hâkimiyeti Allah'tan başkasına tanıdığında bu kişi­nin küfründe şüphe etmemek gerekiyor. Fakat bir kişi kesinlikle İslâm'ı yaşıyor ve hâkimiyetin Al­lah'ta olmasını istiyor ve bununla beraber örneğin demokrasi, cumhuriyet veya laiklik gibi beşerî ide­olojilere bilmeden ya da te’vil yoluyla bir bağlantı kurma içinde olursa bu kişinin tekfir edilmesi te’vil yoluyla olabilir.
 
Tekfirci gençlerin tekfir konusunda yaymaya çalıştığı çağdaş sorunlar ve konular üzerinde ittifak sağlanamamıştır. Bunun için Şevkâni'ye ait bir görüşü ele alalım. O şöyle diyor: "Üçüncü kısım; te’vil ile kâfir ve fâsık olarak itham etme hakkındadır. Çünkü bu, ancak zan ifade eder. Tev’il ile tekfir etme hakkında dört görüş vardır:
a- Te’vil ile küfür olmaz.
b- Te’vil sebebiyle kâfir olur... Fakat ona dünyada kâfirlere uygulanan hükümler uygulanmaz.
c- Onların işi, ahkâm konusunda imama (devlet reisine) kalmıştır, tasrih ile küfür gibidir. Te’vil ile tekfir edilenlerin kimler olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda dört görüş vardır:
1- Ehl-i kıble olanlar,
2- Bir görüşe sahip olanlardır ki, dinî bir delâlet sebebiyle bâtıl olduğunu bildiği bir şüphe ile o görüş­te hatalıdırlar. Hâlbuki hakikat bunun hilâfınadır.
3- Bir şüphe sebebiyle yanlış kanaate sahib olan­lar, Hâlbuki zâhir bunun hilafindadır.
4-Rasûlullah’dan (s.a.s.) kâfir olduğu hakkında ri­vâyet bulunanlar.
 
Bil ki küfrün aslı, Allah Teâlâ'nın kitaplarından bilinen bir şeyi veya peygamberlerinden birini ya da onların getirdiklerinden bir hususu yalanlamaktır. Bu yalanlanan konu, zarûrât-ı diniyye olarak bili­nen bir şey ise, bunun küfür olduğunda ihtilâf yok­tur. Bu yalanlama kimden zuhur ederse, o kâfir olur. Ancak bu kişi zorlanmamış ve akıl sağlığı bozulma­mış, bağımsız ve mükellef olduğu takdirde böyledir. Herkes tarafından zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeyleri inkâr eden ve te'vili mümkün olmayan konuda te’vil adı altında gizlenen kişinin küfründe de ay­nı şekilde ihtilâf yoktur. Ateistlerin esmâ-i hüsnâda, Kur'an ahkâmının tümünde, cennet, cehennem, kı­yâmet ve dirilme gibi âhiretle ilgili hususlarda te’vil yaptıkları gibi... İslâm'ın beş rüknünü yerine getiren kişinin, zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeylere muhâlefet edip, te’vil yaptığını ve ahvâlinden onun tek­zibi kasdetmediğini veya onun hakkında yanıldığı­mızı öğrendiğimiz vakit; itikadî konuda fâhiş hatasıy­la ve aklî-naklî apaçık delillere muhâlefetiyle bera­ber ilâhi kitaplara ve bütün peygamberlere inandığını ve dindar olduğunu izhar edince tekfiri konusunda problem çıkmıştır. Fakat bu kişi zındıklar mertebesi­ne henüz ulaşmamıştır.
 
Şevkani’nin müslüman halk tabakalarını tekfir eden kişiler hakkındaki görüşünü de aktaralım. O şöyle di­yor: "Kelâmcıların şartlarına göre kesin delil ile Al­lah'ı bilmedikleri için müslüman halk tabakalarını kâfir sayma konusuna gelince; bu durum onları tek­fir edenin küfrünü artırır. Çünkü halkın müslüman olduğuna hükmetmek, zarûrât-ı diniyye olarak bilinir. Onları tekfir etmek ise zarûrât-ı diniyyeyi inkâr etmek olur. Kur’ân-ı Kerim onların müslümanlığının sıhhatine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak buyuruyor: "Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslâm olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." [9]
 
Ümmetin cumhurunun, yöneticiye sükût ettiğini ileri sürerek veya zannî bir delil ve uzak bir te’vil sebebiyle kişiyi tekfir etmediği için ümmeti tekfir etmek doğru olmadığı gibi, kabul edilir bir şey de değildir. Bu görüşü benimseyenler şer’î ve güvenilir bir dayanak bulamazlar. Hatta meşhur haberler tamamen bunun aksinedir..." [10]
 
 
Mevdûdi ve Tekfir
 
Mevdudî, bakı­nız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde neler söyle­mektedir:
"Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağı­daki gibi dört bölüme ayrıldığını yazmıştım:
a- Mü’min bilgayr ve müslim lilgayr: Al­lah'tan başkasına inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani Allah'tan başkasına gerçek mânâda itaat edilmesi gerektiğini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul eden kimse de­mektir. Bu eksiksiz, tam bir kâfirdir.
 
b- Mü’min bilgayr ve müslim lillâh: Allah'tan başkasına inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Al­lah'tan başkasına inandığı halde, Allah'ın kanunları­na itaati kabul eden kişidir ki, bunlar İslâm devleti idaresi altında yaşayan zümreler ve münâfıklardır.
 
c- Mü’min billâh ve müslim lilgayr: Allah'a iman eden fakat Allah'tan başkasına teslim olan. Yani Allah'a inandığı halde başkasına kulluk ve itaat gös­teren kimsedir. Kâfir bir düzen altında onların emrine uyarak yaşayan müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi, bundan hoşlanmaması lâ­zımdır. Bilakis, ya böyle bir düzeni değiştirmeli (değiştirmeye çalışmalı) ya oradan hicret etmelidir.
 
d- Mü’min billâh ve müslim lillâh: Allah'a iman eden ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'a iman ettiği gibi O’nun emir ve kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanların asıl içinde bu­lunmaları gereken haldir.
 
Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip be­nimsemeye çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslâm dışı bir düzende uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke dönemindeki halleri ve müş­riklere esir düşen birçok sahâbinin uğradığı eziyet­ler yahut Peygamberlerin çoğunun kâfirler arasın­da doğup büyümekten dolayı çektikleri gibi eziyetle­re ve sıkıntılara da düşmezler. Bu şekildeki elde ol­mayan durumlar Allah'tan başkasına teslim olma maddesine girmez. Çünkü her şeyden önce bu onla­rın kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulama­dıkları bir durumdur. Ayrıca bir dâvâ adamı kimliğiyle gücü ölçü­sünde Allah'a teslim olmaya, O’ndan başkasına ita­ate karşı çıkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "Allah'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c) grubunda olanların du­rumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. Allah'a iman edip de Allah'tan başkasına teslim olan asla müşrik ve kâfir olamaz.
 
Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya im­kân ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkârdır. Bütün haya­tı günahtan ibaret kalacak kadar günahkâr." [11]
 
Mevdudî, tekfir konusunda en çok başvurulan âlimlerden birisidir. Tabii burada Mevdudî'nin kim­seyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gel­mediğini söylemiyoruz. Mevdudî, böyle bir taviz, ılımlılık ve cehâlet içinde değildir, ama o bütün in­sanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir başka eserin­de bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor:
 
"Kur'ân-ı Kerim'i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akî­de ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müş­rik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve dav­ranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak ka­bul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
 
Buna delil olarak şu âyetleri gösterebiliriz. Kur’ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor:
"Yahudiler, 'Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur’ dediler." [12]
"Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuşlardır." [13]
 
Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanıl­mayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kulla­nılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan iliş­kilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi: "Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin."[14] âyetine göre onların da kadınla­rıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teâlâ Kitap Ehli'nin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tut­muş ve müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onla­ra şöyle bir çağrıda bulunulmuştur:
 
"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve âdil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir." [15]
"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da bir­dir..." [16]
 
Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şir­ki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullan­mıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle iti­raz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." [17]
 
Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "ha­yır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." [18]
 
Allah Teâlâ bu gibi kimseler için "müşrik" keli­mesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin on­larla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap'tan farklı tutmuş­tur.
 
Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muâmeleye tâbi tutul­masını katiyetle câiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkâr etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nispet edilmesini en kötü kü­für olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muâmeleye tâbi tutulmasını kesinlikle câiz görmüyorum. Söz konusu kim­seler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izâle etme yolunda çaba sarfetmemiz lâzımdır.
 
Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışla­rının tevhid inancının hilâfına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu de­lilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana kar­şı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kim­selere; "bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bun­dan kaçınmak lâzımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor mu­sunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardı ki?"[19]
 
 
Seyyid Kutub ve Tekfir
 
Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir âlim olan kardeşi Muhammed Kutub, Seyyid Kutub’un tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekât bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekât'ın görüşlerine bakalım:
 
Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı
Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazar­ların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat faz­la olduğu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söyledi­ğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü de­lillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürme­miş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.
 
1- Tekfîr edilen kim?
Merhum şöyle demektedir: "Fakat bugün gerçek İslâmî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Dâru'1-İslâm olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen birtakım kimselerin varlığında müşahhas olarak or­taya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Dâru'l-İslâm olan topraklar üzerinde yaşa­yan bu kimseler, gerçekte İslâm'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuş­tur. Gerçekte bunlar, İslâm'ın temel esaslarını, itikadda ve vâkıada kabul etmeyip tanımamakta, bu­nunla birlikte itikaden İslâm'a bağlı olduklarını san­makta bulunuyor."
 
"Bugün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vak­tiyle İslâm Yurdu olan birtakım vatanlar vardır. Fa­kat bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığına şâhitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."
 
2-0nun kullandığı ifade ile tevhid şehâdetini ge­tirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir? Şöyle demektedir: "İslâm, Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmek ise, bu kâinatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan bi­ricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibâdet şe­killerini ve bütün faâliyetlerini ibâdet olarak kendisi­ne sunacakları biricik varlığın, kulların şer’î hükümleri kendisinden alacakları, kendisine boyun eğecek­leri yegâne varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğu­na itikad etmekte müşahhas ifadesini bulur. Her­hangi bir kimse Allah'tan başka ilâh olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehâdet etmeyecek olur­sa, gerçekte o şehâdet getirmemiş ve henüz İslâm'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa ol­sun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığı şehâdeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Al­lah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değil­dir." [20]
 
Müslümanların tanıyageldikleri kâfirlerin çeşit­lerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir. Öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı her bir kimse aynı şekilde kâfir­dir. Böyle bir tanımı sınırlandıran, belirleyen aşağı­daki dikkat çekici hususlardır:
 
a- Yüce Allah'ın vahdâniyet, yaratıcılık, kâinatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyûmiyet) gibi sı­fatlarına iman etmek gerekir.
b- Namaz ve zikir gibi ibâdet çeşitlerinin Al­lah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslü­man kimse, bu gibi ibâdet çeşitlerini Allah'tan baş­kasına sunamaz. Helâl ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğemez.
c- Helâl ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helâl kıldığını helâl ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifa­de edilen helâl haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.
 
İşte bu üç husus "Lâ ilâhe illâllah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.
 
Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o, çoğu kimsenin kâfir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kâfir olduklarına dikkat çeki­yor, o kadar. Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alı­nacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad et­mektir. Peki, teşrîi ibâdet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller ne­lerdir? [21]
 
Seyyid Ku­tub'un fikirlerine göre, toplumda her ferdi tekfir et­mek yanlış bir metottur. Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlış anlaşı­lan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alıntı yapalım:
 
"... Biz insanları tekfir etmiyoruz. Biz diyoruz ki, insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçek­ten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslâmî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, câhiliyye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir. Bu yüzden hareketin başlangıç noktası, İslâm nizamının kurulması tezi değil; İslâm inanç ve ahlâkının yeniden filizlenmesi olmalıdır. Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten zi­yade, İslâmî Hareketin metoduyla ilgilidir." [22]
 
Bu alıntı Seyyid Kutub'un son konuşmalarını içe­ren eserinden yapılmıştır. Merhum şehidimiz İhvân-ı Müslimîn’den ayrıldığı dönemlerde ve yeni bir metod izlemeye çalıştığı süreçte yukardaki görüşleri açıkla­mıştır.
 
Birçok insanın Kur'an'ın hak sözlerini bâtıla âlet ettiklerini tarihten öğreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleşmektedir. Hatta bu "hak ile bâtılı birbirine karıştırma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sınır­lı kalmayıp âlimlerin görüşleri üzerinde de yapılmış­tır. Bazı âlim ve yazarlarımızın hoşa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alınmakta, ama aynı âlimlerin diğer görüşleri değerlendirme dışı bırakıl­maktadır. Evet, nasıl ki Kur'an âyetlerinden bir kıs­mını alıp diğerlerini gözardı ediyorlarsa aynı şeyi âlimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazı görüşleri tekfire mesned yapılan Mevdudî bakınız içinde yaşadığı toplumunun in­sanlarıyla nasıl konuşuyor:
 
"Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kâfir dam­gasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu de­ğil…" [23]
 
 
İbn Teymiye ve Tekfir
 
Tekfir konusunda adından özellikle sözedilen muvahhid âlimlerden birisi de İbn Teymiyye'dir. Ünlü eseri Mecmûu’l Fetevâ’da şunları ifade eder:
 
"Bütün bunlarla birlikte -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmek­ten, fâsık ve isyankâr saymaktan (kâfir, fâsık ve âsî damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmu­şumdur. Ancak karşı çıkanın ya kâfir, ya fâsık veya âsî olacağı peygamberî bir delilin aleyhine sâbit ol­duğu bilinirse o başka. Ben, Allah'ın bu ümmetin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af, hem haberî, kavlî mes'elelerde, hem de amelî mes'elelerde sözkonusudur.
 
Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mü'min olduğun­da ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdir ki, bu savaşlar onların adâletine (iman ve güvenilirliklerine) engel değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, müteevvildir. Te'vil ise fıska mânidir (İctihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz).
 
Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakle­dildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin “kim şöy­le şöyle derse kâfir olur” şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gere­kir. Bu mes'ele, yani "vaîd" (yani azapla tehdit) mes'elesi, ümmetin ihtilâf ettiği büyük mes'elelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaîd (tehdit) konusundaki âyetleri geneldir. Meselâ buyrulur ki: "Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir."[24] "Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır" şeklindeki âyetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.
 
Bu âyetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şek­lindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gi­bi şeylerle hakkındaki vaîd'in hükmü kalkar.
 
Tekfir de, vaîd kabilindendir. Çünkü her ne ka­dar bir sözü Rasûlullah’ın (s.a.s.) söylediğini yalanla­ma anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman ol­muş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkâr etmesi tekfirlerini gerektirmez. Kişi bu nassları işitmemiş veya işitip de kendisince sâbit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu te'vil durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir. [25]
 
İbn Teymiyye aynı eserinde "müslümanın tekfir edilmesi câiz midir?" sorusuna cevap olarak da şun­ları söylüyor: "Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek câiz değildir. Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilâf ettikleri mes'elelerde durum böyledir.
 
Vaktiyle, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kendi­leriyle savaşılmasını emrettiği, haktan uzak­laşmış bulunan Hâricîler ile râşid halifelerden birisi olan mü'minlerin emiri Hz. Ali bin Ebî Tâlib muhâre­be etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği husu­sunda, gerek ashâb ve tabiûn'un ileri gelenleri, ge­rekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmiş­lerdir. Ama bu Hâricîleri ne Ali bin Ebî Tâlib, ne Sa'd bin Ebî Vakkas, ne de bir başka sahabî tekfir etmiş, bilakis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onla­rı müslüman saymışlardır. Ayrıca Hz. Ali onlarla an­cak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Onları kâfir saydığı için değil, zulümle­rini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpış­mıştır. Bu sebeple de o, Hâricîlerin esir edilen kadın­larına câriye, ele geçirilen mallarına da ganimet muâamelesi yapmamıştı.
 
Sapık oldukları nass ve icmâ ile sâbit bulunan bu kimseler, Allah ve Rasûlü kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi ha­taya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isâbet edememiş muhtelif gruplar nasıl kâfir sayılabilir­ler?! Bu gruplardan herhangi birisinin bir diğer gru­bu kâfir ilan etmesi, kanını ve malını helâl sayması kesinlikle câiz değildir. Kâfir sayılan bu grup arasın­da kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır. Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçi ise bu takdirde ne demeli?! Hatta bazen bu damgacıların bid'ati daha da beter olabil­mektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilâf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemek­tedirler.
 
Bir müslüman, bir diğerini tekfir etme ve­ya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz. Nite­kim Ömer bin el-Hattab, ashabdan Hatıb b. Ebî Belta için: "Yâ Rasûlallah! Müsaade et de şu münafığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı: "Hatıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehli­nin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: ‘Di­lediğinizi yapın. Ben sizi bağışladım’ buyurmuştur." Bu hadis Buhârî ve Müslim'de mevcuttur. Buhârî ve Müslim'de İfk hâdisesiyle ilgili olarak şu rivâyet de yer alır: Üseyd b. El-Hudayr, Sa'd b. Ubâde'ye: "Sen bir münâfıksın!" diyenler bulunuyordu ve Hz. Pey­gamber bunlardan hiçbirini kâfir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehâdet ediyordu.
 
Aynı şekilde Buhârî ve Müslim’de Üsâme b. Zeyd'den ri­vâyet olunduğuna göre, Usâme (harb sırasında) bir adamı "La ilâhe illallah" dedikten sonra (onun ölüm­den kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldür­müştü. Buna çok kızan Hz. Peygamber, Usâme'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffaret tatbikini gerekli görmüştür. Çünkü Usâme bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söyle­diğini zannettiği için öldürmesinin câiz olduğunu sanmıştı.
 
Cemel, Sıffîn ve benzeri hâdiselerde bulunmuş selef-i sâlihîn birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mü'mindi, müslümandı. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: "Eğer mü’minlerden iki grup savaşırlarsa onların arasını düzeltin. Şayet bi­ri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) âdil olun. Allah adâlet(le hareket) edenleri sever."[26] Böylece Cenâb-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mü'min ve kardeş olduklarını beyan etmiş ve aralarının adâletle düzeltilmesini emretmiştir."
 
Merhum İbn Teymiyye'nin aşağıdaki sözlerini de okuyacak olanlar belki daha da şaşıracaklardır:
 
“Nasıl olur da Muhammed (s.a.s.) Efendimizin ümmeti için, Allah'tan hiçbir delil olmaksızın, sırf zan ve hevâya göre bir şahıs ve bir grubu dost bilip, diğer bir gruba düşmanlık besleyecek kadar tefrika ve ayrılığa düşmesi câiz olabilir? Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem'ini böylesi kimselerden berî kılmıştır. Böyle bir şey, kendilerine muhâlefet edenlerin kanını helâl sayan ve müslümanların cemaatinden ayrılıp çıkan Hâricîler gibi, bid'at sahiplerinin yaptığı bir şeydir.
 
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat ise, Allah'ın ipine sarıl­mıştır. Grubçuluğun asgarî sınırı, kişinin hevasına uyan birini, ondan daha muttakî olsa bile bir başka­sından daha üstün görmesidir.
 
Şu halde bize gerekli olan, Allah ve Rasûlünün takdim edip öne geçirdiklerini öne geçirmek onların geri bıraktıklarını geri bırakmak, Allah’ın ve Rasûlü’nün sevdiklerini sevmek, onların buğzettiklerine buğzetmek, Allah'ın Rasûlünün nehyettiklerini yasaklamak, onların rıza gösterdiklerine râzı olmaktır. Müslümanların tek bir el halini almalarıdır. Şimdi durum bazı kimselerde, haklı ve isâbetli olup Kitap ve Sunnet'e muvâfık da olduğu halde başkalarını sapık görüp kâfir saymaya kadar varınca acaba hâlimiz nasıl olur?! Kaldı ki bu kişilerin bir müslüman kardeşi, dinî mes'elelerden herhangi birisinde hata et­miş bile olsa, her hata eden kişi kâfir ya da fâsık ola­cak değil ya!.. Hak Teâlâ bu ümmet için hatayı ve unutmayı affetmiştir. Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Mübîn'inde, Hz. Peygamberin ve mü'minlerin duâsını naklederken buyurmaktadır: "Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!" [27] Sahih bir hadis­te, bu duâya mukabil Cenâb-ı Hakk'ın: "Kabul et­tim!" buyurduğu ifade olunmuştur.
 
Özellikle şunu belirteyim: Bazen size uygun olan bir kişi İslâm'dan daha özel bir çerçevede bulunur. Meselâ sizinle aynı mezhebe bile bağlıdır. Ama buna rağmen bir mes'elede size muhâlefet eder ve olur ki o isâbetli ve haklıdır. Şimdi, Cenâb-ı Hak, müslümanların ve mü'minlerin hak ve hukuklarını da belirtmişken nasıl olur da bu kişinin ırzı, malı ve kanı helâl sayılabilir?! Ve nasıl olur da, ne Allah'ın kitabında, ne Rasûlü'nün Sünnet'inde aslı esası olmayan uydurma, bid'at bazı isimler sebebiyle bu ümmetin parça par­ça edilmesi câiz olabilir?!
 
Bu ümmet arasında cereyan eden âlimlerini ve ileri gelen zevâtını parça ve gruplara ayırma; evet, işte bu husus, düşmanların bu ümmete musallat olmasını gerektiren husustur. Ve bu durum onların başına, Allah ve Rasûlüne itaatla amel etmeyi terketmeleri yüzünden gelmiştir. Nite­kim Hak Teâlâ şöyle buyurur: '"Biz Hristiyanız" di­yenlerden de söz almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden kıyâmet günü­ne kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık." [28]
 
İşte böylece insanlar ne zaman Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine emrettiklerinin bir kısmını terketmişlerse, aralarında düşmanlık ve kin zuhur etmiş, halk parçalara ayrıldığı zaman fesâda düşmüş ve helâke uğramışlardır. Ama birleşip beraber oldukları za­man, durumlar düzelmiş ve hâkimiyet sağlamışlar­dır. Çünkü cemaat rahmettir; ayrılık ise azaptır.
 
Bütün bu hususların düğüm noktası, emr-i bil-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker (iyiliği emredip, kötü­lükten sakındırmadadır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Ey inananlar, Allah'tan size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Al­lah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nimetiyle kardeş­ler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarın­da bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Al­lah size âyetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men'eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[29] Birlik ve beraberbliği emretmek, emr-i bi'1-ma'rûf cümlesindedir; ayrılık ve tefrikadan sakındırmak ve Allah'ın Şeriatından çıkanlara hadleri tatbik etmek de nehy-i anil-münker'dendir." [30]
 
Ayrıca, İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünne adlı eserinde: “Mü’minin tekfiri küfürdür”[31] der.
 
 
Seyfuddin el-Muvahhid ve Tekfir
 
Daha önce birçok insanın hakkı bâtıl ile karıştır­dığını söylemiştik. Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşle­rini yaymak için okunmasını şiddetle tavsiye ettikleri bir eser olan Ş. Seyfuddin el-Muvahhid'in "İman" adlı eserine bakalım:
 
"Fakat herkes tarafından açık bir şekilde bilin­meyen bir küfrü olan kişileri, o küfrünü bilmediğin­den dolayı tekfir etmeyen küfre rızâ göstermiş ol­maz. Meselâ: Kişi demokrasiye inanıyordur. Demokra­siye inanmak ise küfürdür. Çünkü demokraside hâ­kimiyet halka verilmiştir. İslâm'da ise hâkimiyet yalnızca Allah'a aittir. Kişi demokrasinin bu mânâya geldiğini bilmeyebilir. Bu kişiye önce bu durum izah edilir. Eğer düşüncesinde ısrar ederse tekfir edilir.
 
Tekfir edilecek kişinin küfründe bütün âlimlerin icmâ etmiş olmaları gerekir. Bazı âlimler tekfir et­mesine rağmen bazıları etmemişse bu kişiyi tekfir etmeyen kişi tekfir edilmez. Meselâ: Hâricîleri ve namazı inkâr etmeden terkeden kişileri tekfir etmeyenleri tekfir etmemek gibi. Allah Teâlâ imanı ve küfrü Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmiş ve Rasûlullah da (s.a.s.) sa­hih hadis-i şeriflerinde bunları bize açıklamıştır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnete açık küfür olan bir şeyi yapan kişi kâfir olarak isimlendirilir. Kâfir olan bu kişiyi tekfir etmeyen de Allah'ın hük­müne karşı gelip başka bir hüküm verdiğinden dola­yı kâfir olmuş olur.
 
Belli Bir Şahsın Tekfir Edilmesi: Bazı sözler ve ameller vardır ki bunların yapıl­ması küfürdür. Fakat şahıslara indirgendiğinde du­rum değişir. Bazı ameller küfür olduğu halde, bunla­rı yapan kişiler duruma göre kâfir olabilir veya ol­mayabilir. Fakat bazı ameller de vardır ki, bunları yapan kişi, durumu ne olursa olsun kâfirdir. Örneğin, bir adamın Kur'an parçalarını pisliğe at­tığını gördük. Yaptığı bu amel küfürdür. Fakat bu kişi­yi tekfir etmeden önce onun durumunu araştırmak gerekir. Bu kişi hakkında şunları bilmek gerekir: Bu kişi attığı her şeyin Kur'an olduğunu ve necasete at­tığını biliyor mu? Çünkü şahıs okuma yazma bilmi­yorsa attığı şeyin Kur'an olduğunu bilmeyebilir. Eğer kişi attığı şeyin Kur'an olduğunu biliyorsa onu tekfir edebiliriz. Aynı şekilde Kur'an'a basan kişiyi gördüğü­müzde, yaptığı amel küfür olmasına rağmen tekfir etmeden önce onun durumunu araştırırız. Belki bu kişi kördür ve üzerine bastığı şeyin Kur'an olduğunu bilmiyordur.
 
Fakat bazı ameller ve sözler vardır ki kişinin ni­yetine bakmadan, araştırmadan tekfir etmeyi gerek­tirir. Bu, küfrünü gördüğümüz veya fâsık olmayan ve doğru söylediğinden emin olduğumuz bir kimseden duyduğumuz ki­şi içindir. Örneğin bildiği bir dille Allah'a, Rasûlüne söven kişi, eğer deli değilse ve baskı altında değilse niyetine bakmadan tekfir edilir. Allah'ın kanunlarını bir tarafa bırakıp insanların koyduğu kanunlarla hükmeden hâkim, niyeti ne olursa olsun tekfir edilir. Bunu tekfir etmeyen kişi de açık küfrü olan birisini tekfir etmediği için tekfir edilir.
 
İnsanlar hakkında zâhire göre hüküm verilir. Al­lah imanı ve küfrü açık bir şekilde bildirmiştir: Bir müslümandan küfrü gerektiren bir söz veya amel sâ­dır olursa, zâhiren kâfir olduğuna hükmederiz ve dünyada hak ettiği cezayı ve hükümleri veririz. Fa­kat uhrevî durumu Allah'a aittir. Çünkü biz insanın kalbinden geçeni bilmediğimizden zâhire göre hü­küm veririz. Allah ise kalbe göre hüküm verir. Bizim zâhirine bakarak müslüman zannettiğimiz bir kişi Allah katında kâfir olabilir; kâfir zannetiğimiz de Allah ka­tında müslüman olabilir.
 
Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Ömer (r.a.)'den işittim. O şöyle diyordu: "Rasûlullah'ın vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi, gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adâlet gösterirse, onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onların gizli hallerini araştırmak bize düşmez. Gizli hallerinin hesabını da Allah görür: Bize zâhiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız." [32]
 
 
Muhammed Kutub ve Tekfir
 
Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini çarpıttıkları ve kendilerine uyan görüşlerini aldıkları diğer bir âlim Muhammed Kutub bakın neler söylemektedir:
 
"Bütün durumlarda imanın hâkimiyeti sıfır de­ğildir. İnsanın İslâm’ın amellerinden hiçbirini yap­maması şeklinde varlığı ve yokluğu denk olmaz. Masiyet ulemânın icmâı ile insanı İslâm'dan çıkart­maz."
 
"Muâsır, günümüz müslümanının hali budur. Lâ ilâhe illâllah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..." "Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslâm daire­sinde olan müslümanların bulunması, büyük kap­samlı hakikatinden uzaklaştırılmalarına rağmen gerçeğe yeniden dönmelerine karşı güven vermiyor­du..."
 
"Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut ne­sillere kâfir oldukları hükmünü vereceğimizi tasav­vur ediyorlar... Diğer kitaplarda sorunumuzun, in­sanlara hüküm çıkarmak olmadığını yazdık. Bu­gün İslâm topraklarında yaşayan insanlara İslâm veya küfür hükmü vermemiz onları cehenneme ya da cennete koyacak değildir... Bugün İslâm toprakların­da yaşayan toplumlara "câhiliye toplumları" dediğimizde bununla ehlinin müslüman olmadığını, onların kâfir olduğunu kast ettiğimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm şahıs­lara münsarif (tek tek bireyler için) değildir. Bugün İslâm toprağın­da yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde müslümanlar vardır. Bunu zâhire göre söylüyoruz. Çünkü lâ ilâhe illâllah diyor, ibâdet edip câhiliyeyi reddede­rek Allah'ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz kâfirler de vardır. Çünkü lâ ilâhe illâllah deseler de Allah'ın dininin üstünlüğünü reddediyorlar...”
 
"İnsanlar günümüzde bu durumun İslâm’dan kop­mak olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz; onlar bu cehâletle­rinde mâzur mudurlar, değil midirler? Burada o ko­nuya değinmeyeceğiz..."
 
"İbâdetin tek başına şekil olarak edâsı, dünya ha­yatı için "İslâmî kişilik" verebilir ve yapana da müs­lüman ahkâmını tatbik ettirir..." "Müslümanlar şu anda çağdaş câhiliyeyi, ilmi, maddî, teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçeme­mişlerdir. Ama yine de câhiliyenin bugün, yarın ve hiçbir zaman sahip olamayacağına sahiptirler; Sahih bir akîde ve sahih bir metodun sahibidirler..." [33]
 
           
İbn Kayyim el-Cevziyye ve Tekfir
 
Îman ve Küfrün Mâhiyeti
Küfür ile iman biribirlerine karşıt olan iki şeydir. Birisinin yok olması diğerinin var olması demektir. İmanın çeşitli şubeleri bulunmaktadır. Her şubesine de iman denilmektedir. Namaz ve oruç da imandan sayılır. Bâtınî amellerden olan hayâ, tevek­kül, Allah'tan korkma ve O’na yönelme de imandan­dır. Bu saydıklarımız ve daha niceleri imanın bir şubesidir. Bu şubeler "yolda bulunan eziyet verici bir şeyi yoldan kaldırmak'la son bulur. Bunu yap­mak da imanın şubelerinden bir şubedir. Bu şubele­rin içerisinde imanın yok olmasıyla ilgili şubeler de vardır. Örneğin şehâdet şubesi gibi. (Tevhid kelimesini terketmek) ve aynı zamanda terkedilmesiyle birlikte imanın var olmasını gerektiren şubeler de vardır. Örneğin, yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmamak. Bu iki şube, yani (en yüksek şube olan şehâdet ve en son olan eziyet veren şeyi kaldırmak) arasında birbi­rinden ayrı ve büyük şubeler bulunmaktadır. Bunla­rın bir kısmı şehâdet şubesiyle ilgilidir ve ona daha da yakındır. Bu şubelerden bir kısmı da yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmakla ilgilidir ve ona daha yakındır.
 
İmanda olduğu gibi küfür de şubelere sahiptir. Nasıl ki imanın şubeleri imansa, küfrün şubeleri de küfürdür. Hayâ iman şubelerinden bir şube olduğu gibi, hayâsızlık da küfür şubelerinden bir şubedir. Doğruluk imanın kısımlarından olduğu gibi, yalan da küfrün kısımlarındandır. Nasıl ki namaz, zekât, hacc ve oruç imanın şubelerinden olduğu gibi, bunları terketmek de küfrün şubelerin­den bir şubedir.
 
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek imanın şube­lerindendir. Allah’ın indirdikleriyle hüküm etmemek de küf­rün şubelerindendir. İtaatin tümü imanın şubelerinden birisi olduğu gibi, âsîliğin tümü de küfrün şubelerindendir.
 
İmanın şubeleri iki kısma ayrılır:
1- Kavlî (sözle ilgili),
2- Fiilî (amelle ilgili) kısımdır.
Aynı zamanda küfrün şubeleri de:
1- Kavlî (sözle ilgili)
2- Fiilî olmak üzere iki kısımdır.
 
İmanın kavlî kıs­mının yok olmasıyla imanın yok olmasını gerektiren şubeleri vardır. Aynı şekilde, imanın fiilî kısmının yok olmasıy­la da imanın yok olmasını gerektiren şubeler vardır.
 
Küfrün, kavlî ve fiilî kısımları da imanın kısımları gibidir. Yani sözlü olarak ve isteyerek küfür kelimesini söylemek küfür şubelerinden bir şubedir. Aynı zamanda fiilî olarak da küfrü ge­rektiren bir şey yapmak küfrün şubelerindendir. Meselâ puta tapma, Kur'an'la alay etme gibi.
 
Başka bir esas daha vardır, o da imanın hakika­tinin kavil (söz) ve amelden müteşekkil olmasıdır. Kavlî iman iki kısma ayrılır. Dilin kavli ki bu da İslâm kelimesiyle konuşmaktır. Amelî iman da niyet ve ihlâstır. İkinci kısım da uzuvların amelidir. Şayet bu dört nitelik bir kimsede yok olursa o kimsede imanın tamamı yok olur. Bu dört şey de şunlardır:
1- Kavli’l-kalb,
2- Kavli'l-lisan,
3- Ameli'l-kalb,
4- Ameli'l-Cevârih.
 
Şayet kalbin tasdiği yok olursa, diğer parça­lar hiçbir fayda vermez. Çünkü kalbin tasdiği itika­dın olması için şarttır. Bu olduktan sonra faydalı bir iman olur. Sâdık bir itikadla birlikle kalbin amelinin yok olma hali konusunda mürcie mezhebi ile ehl-i sünnet arasında olan bir savaş (mücâdele) söz konu­sudur. Çünkü ehl-i sünnet, kalbin amelinin yok olma­sı halinde tasdiğin hiçbir faydasının olmadığı ve imanın yok olduğu görüşünde toplanmışlardır.
 
İman yalnızca tas­dikten ibaret bir şey değildir. Oysaki iman (aynı za­manda) bağlanma ve itaat için lâzım olan şeyleri tas­dikten de ibarettir.
Hidâyet yalnızca Hakk'ı bilmekten ibaret değil­dir. Oysaki hidâyet vâcip olan bilinenlerle amel edil­mesi ve lâzım olan şeylere tâbi olunmasının bilinme­sidir.
Şayet ilk tarife hidâyet denilirse bu tam bir hidâyet olmuş olmaz. Nasıl ki itikadın tasdiğine hidâyet denmezse bu tasdik de iman için lâzım olan tasdik değildir. Müslümanın bu esasları, iyi bilmesi gerekir. Başka bir esas daha vardır o da küfrün iki çeşit olmasıdır:
1- Amelî küfür,
2- İnkârî ve inadî küfür.
İnkârî küfür Allah Teâlâ tarafından Rasûle gönderilmiş olduğu bilinen bir şeyde, inkâr ve inad edilmesidir. Meselâ Rabbin hükümlerini, fiillerini, sıfatlarını ve isimlerini inkâr etmek gibi. Bu çeşit küfür bütün yönleriyle imana zıttır.
Fakat amelî küfür ise imana zıt olan ve imana zıt olmayan küfür olarak ikiye ayrılır. Amelî küfürden olup imana da zıt olan şeylerden bazılarını şöyle zikredebiliriz: Puta tapma, Kur'an’la alay, peygamber öldürmek ve ona sövmek imanın zıddı olan amellerdir.
 
Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemek, yine na­mazı terketmek kesin olarak amelî küfürden sayılır­lar. Allah ve Rasûlü buna küfür ismini verdikten sonra bunlardan küfür ismini kaldırmak mümkün de­ğildir. Allah'ın indirdikleriyle gelen hadislere dayanıldığında (da yine) namaz kılmayan bir kimse kâfir­dir. Fakat bu küfür şekli itikadî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür (yani insanı İslâm dininden çı­karan mutlak anlamdaki küfür değildir.)
 
Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen birisi­ni Allah kâfir olarak vasıflandırdıktan, kâfir olarak isimlendirdikten sonra, onlara bu ismi vermemek mümkün değildir. (Kesinlikle bu isim­le anılmalıdırlar). Rasûlullah (s.a.s.) komşusunun kendisinden emin olmadığı kimseden, içki içen kimseden, zina ya­pan kimseden imanı zaîl kılmış, yok saymıştır. Bu kimselerden imanın izâle edilmesi, bunların amel yönünden kâfir olduklarını göstermektedir; yoksa (onların bu durumu) itikad ve inkâr küfrü olarak gösterilmemiştir (yani bu ameller inkârî kü­für değildirler).
 
Ve nitekim de Rasûlullah (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Bazılarınızı bazılarınızın boynunu vurup da kâfir olarak bana dönmeyin."
İşte buradaki küfür amelî küfürdür. Başka bir hadiste ise; "Kim, kâhini (falcıyı) doğrular ve kadına arkadan yaklaşırsa, o Muhammed'e küfretmiştir.", yani inkâr etmiştir.
Diğer bir hadiste ise; "Şayet bir adam kardeşine "sen kâfirsin" derse bu söz ikisinden birisini küfre götürür." [34]
Başka bir hadiste; "Hile yapan, bizi aldatan bizden değildir.” [35] buyurmuştur.
Yine bir hadisinde; “Kendi nefsi için istediğini din kardeşi için de istemeyen iman etmiş olmaz.” [36] buyurur.
 
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde kitabının bazılarıyla amel edeni mü’min kitabın bazısını terkedeni de kâfir olarak göstermiştir. Şu âyet-i kerime bize ışık tutmaktadır: "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız!’ diye sizden söz almıştık. Göz göre göre biribirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onla­ra karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz. Onları, çıkarmak size yasaklanmışken (çıkarı­yorsunuz sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyele­rini verip kurtarıyorsunuz. Yoksa siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir." [37]
 
Allah Teâlâ bu âyette kendilerine emretmiş ol­duğu ve uymalarını istemiş olduğu sözden bahset­mektedir. Bu söz alma onların bunu tasdik ettikleri­ne delâlet etmektedir ki onlar biribirlerini öldürme­yeceklerine ve biribirlerini yurtlarından çıkarmaya­caklarına dair söz vermişlerdi Daha sonra Allah Teâlâ onların bu emre karşı geldiklerini ve onlardan bazılarının bazılarını öldürdüğünü ve onları kendi yurtlarından çıkardıklarını haber vermektedir. Bu, onların kitapta kendilerinin işledikleri kü­fürleridir. Daha sonra aynı fırka (yani yurtlarından kendileri tarafından çıkarılmış kimseler) esir olarak geldiklerinde fidyelerini verip onları kurtarıyor. Bu da onların kitapta kendilerine haber verilen imanla­rıdır: Onlar söz verdikleri şeyleri yerine getirmekle mü’min, o söz verdiklerini terketmiş olduklarından dolayı kâfirdirler.
 
Amelî imanın karşıtı amelî küfürdür. İtikadî imanın zıddı ise ıtikadî küfürdür. Rasûlullah (s.a.s.) bu söylediğimiz şeyleri sahih olan hadisinde ilân etmektedir: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” [38]
 
Rasûlullah bu hadiste sövmeyle öldürmeyi biribirinden ayırmıştır. İkisinden birisini (sövmeyi) fâsıklık olarak nitelendirmiştir ki, bununla da kâfir ol­maz. Diğerini de (yani öldürmeyi) küfür olarak nite­lendirmiştir ki buradaki küfür amelî bir küfür olup itikadî bir küfür olmadığı mâlûmdur ve bu küfür, in­sanı İslâm dairesinden tümüyle çıkarmaz. Nasıl ki zina yapan, hırsızlık yapan ve içki içen biri­si İslâm dairesinden çıkmıyorsa, bu işleri yapan da İslâm dairesinden çıkmaz.
 
Bu açıkladığımız şeyler İslâm ve küfrün gerekle­rini ve kitabı bütün ümmetten daha iyi bilen ashâbın sözüdür. Bu meseleler ancak ve ancak onlardan alınır. Müteahhirinler (İlk üç nesilden sonra yaşayan âlimler) ashâbın buradaki muradını anlamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Bunlardan bir kısmı büyük günahlarla ins