๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Güncel Meseleler ) => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 12:53:12



Konu Başlığı: Tekfir Meselesi 3
Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 12:53:12

Bir Müslümanı Müşrik Yapan Tavırlar
 
Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
 
            Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik yapar.
 
            İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de kürü gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir.[1] Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Hırıstiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
 
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak. [2]
 
            Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek. [3]
 
            İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.
 
            Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
 
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın.[4] 
 
Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
 
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi, yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
 
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.
 
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.
 
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [5]     
 
 
Elfâz-ı Küfür
 
Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.
 
Bir mü'mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstinkâr, istihlâl, istihzâ, istihfaf ve istihkardır. İtinkâr, bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek; istihlâl, Allah’ın haram kıldığı bir şeyin haramlığını, yasak olduğunu kabul etmemek (veya helâl kıldığını haram kabul etmek) demektir. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar ise, dinle ilgili temel esaslarına ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söylemek.
 
Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz." [6]
 
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar.
 
"Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır."[7]; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azap vardır."[8]
 
Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır. [9]
 
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."[10] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
 
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, Şîîrler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail'e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.             
 
 
Tekfirciliğin Sebepleri
 
Özellikle, düzenin din kurumu Diyanet’in ve liderleri dışarıda olan büyük cemaatlerin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, çözümü hakları olmadığı halde tekfircilikte aramaktalar. Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiğini, kendini Müslüman sayma, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiğini değerlendirme yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yetersiz Kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserle­rin, özellikle tevhidî mesaj veren yazarların yanlış yorumlanması ve yüzeysel değerlendirmeler de bu sebepler arasındadır.
 
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır.
 
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür.
 
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” [11]; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.” [12]       
 
İnanılıp kabul edilmesi gereken esaslar, Kur’an’ın inanç konusundaki kesin hükümleridir; kelâmî konular ve şahıslara, mezhep ve cemaatlere göre değişen yorumlar değildir. Reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin ya da cemaatin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğûtî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle iman ve küfür konuları (yani bir kimseyi mü’min kabul etmek veya onun müşrik olduğuna hükmetmek), beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı ilkelerdir bizim söylemek istediğimiz.
 
Bugün nice insan, cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebiliyor. Bir kimse, Kur’an’ın kesin bir hükmünü yalanlamadığı müddetçe, inkâr etmediği veya Allah’a kesin şekilde şirk koşmadığı müddetçe o kimsenin tekfir edilmesi yanlıştır. Bir davranışın küfür olması, o işi yapan tüm insanların kâfir olmasını gerektirmez. Mesaj verme ve inanç konularına dikkat çekmeyi amaçlayan söz veya yazılardan yola çıkarak bir müslümanı tekfir etmek, kesinlikle yanlıştır. İslâm’ın kesin hükümlerinden (zarûrât-ı diniyeden) ya da Kur’an âyetlerinden birini inkâr eden bir kimse, kendisine bu hususlar tebliğ edildiği ve o kimsenin câhilliği giderildiği halde, bile bile inkâra devam ediyorsa ve bu inkâr ettiği husus, tartışmalı bir husus da değilse, ancak o kimseye “kâfir” denilebilir, o kimse tekfir edilebilir. Câhilliğin de İslâm’ın hâkim olmadığı ve insanlara doğru bir dinin anlatılmadığı toplumlarda mâzeret olabileceğini düşünüyorum. Yani, yeterince okumadığı için İslâm’ın bazı hassas konularını bilmediğinden yanlışlıkla, küfür olduğunu bilmeden bir söz söyleyen veya böyle bir davranışta bulunan insanın da tekfir edilmemesi gerekir. Böyle kimselere anlatabilme imkânımız varsa, doğru dini onlara anlatmak ve tüm şüphelerini gidermek gibi görevler yapıldıktan sonra, yine bile bile Kur’an’ın hükümlerinden birini reddediyorsa o kimseyi ancak o zaman tekfir edebiliriz. Şahsî yorumlarla iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıyız. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İnanç esasları; kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.       
 
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin şahsî yorum ve kanaatleri, hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler bile akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu vahyin hükümleridir.
 
Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir. Delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli, değişken beşerî doğrularla; yani zayıf delillerle hiçbir mü’min tekfir edilemez.
 
Halkın önemli bir kesiminin (namazla irtibâtını kesmeyenlerin) câhil de olsa, Allah’ı ve Rasûlünü seven, bildikleri kadar da yer yer müslümanca yaşayan, ama yeterince dini kendi öz kaynağından (Kur’an’dan) öğrenmediği için bazı yanlışları ve ihmalleri olan günahkâr Müslümanlar olduğunu ifade edebiliriz. Halka, özellikle kıble ehline, yani farklı yorumlara sahip namaz kılanlara açıkça bir küfür sözü ve davranışına şahit olmadığımız müddetçe hüsn-i zanla yaklaşmalıyız.
 
“Kim lâ ilâhe illâllah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimi olup olmadığı) meselesi Alah’a aittir.” [13]; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” [14]
 
Ama, konuyu sadece “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsenin Cennete gireceği”ni müjdeleyen bu tür hadis-i şeriflerle değerlendirmek de yanlıştır. Bu hadis sahihtir, sahihtir ama, bir hadis veya âyet, en doğru şekilde Kur’an bütünlüğü ve diğer sahih hadisler ışığında anlaşılabilir. Lâ ilâhe illâllah dediği halde, İslâm’a düşman olan, Kur’an’ın kesin hükümlerini bile bile inkâr eden, (sözgelimi hanımların tesettürüne düşmanca tavırlar takınan) nice insan, nice bilinçli kâfir vardır. Formalite icabı tevhid kelimesini söylemeleri, onları kurtarabilir mi? Putlara tapan, tâğutları bilinçli olarak destekleyen veya kendileri tâğutluğa soyunan şeriat düşmanlarının Müslüman olduğu iddia edilebilir mi; sadece lâ ilâhe illâllah diyecekler, ama her türlü küfrü benimseyecekler, gâvur gibi inanıp gâvur gibi, kâfir gibi yaşayacaklar, sadece bir sözle kurtulup cennete gidecekler… Bu iddia edilebilir mi? Bu takdirde Kur’an hükümleri boşuna, Müslümanların inançlarını korumak için bunca zahmetleri, ibâdet ve gayretleri gereksiz olmuş olmaz mı? Sadece bir kelimeyi söylemekle iş bitecekse, dünyada Müslüman sayılmak ve âhirette cennete gitmek mümkün olacaksa, Müslümanca inanıp yaşayanlar enayi olmuş olmazlar mı?
 
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.   
 
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
 
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
 
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. [15]
 
 
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
 
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
 
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” [16]
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [17]
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [18]
 
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
 
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[19] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
 
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[20] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
 
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
 
Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa, onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
 
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
 
Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda) insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir). Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyanın şirk olduğu, fakat sahibini müşrik yapmadığı gibi.
 
 
Tekfir Hakkında
 
Tekfir ne demektir, hükmü nedir? Bu kararı kim verebilir, böyle bir suçu cezalandırma hakkı kime aittir? Bu konular müslümanca değerlendirilmeden, ulu orta isteyen kişi istediği kişileri rahatlıkla tekfir edebilmektedir.
 
Tekfîr suçlamasına sırf bilgisizlikten dolayı hedef olan kişiden ziyade, ehliyetsiz ve yetkisiz olarak genelleme yapmak sûretiyle isabetsiz tekfîr suçlamasında bulunan kişi veya kişilere sorumluluk yüklemek, ahlâkî bir davranış olarak şarttır. Tekfir aracını kullanan kişinin bilgi, yetki ve ehliyetine göre bu konuda her şeyin değişebileceğini ise hiç hatırdan çıkarmamak gerekir.
 
Bu meselede her iki tarafın da bilgili olma zorunluluğu vardır. Çünkü tekfîr gibi ağır bir suçlamaya hedef olan kişi, suçunu reddedip sırf Mü’min ve Müslim olduğunu savunması yeterli değildir. Kezâ onun tekfirciyi önemsememesi de yanlıştır. Bilakis en azından uğrayabileceği bir saldırıya karşı tedbirli olması bakımından bilgi büyük önem taşır.
 
Sebebine gelince; bu ülkede birçok kimse, şu veya bu gerekçe ile başkalarını İslâm’dan çıkmış olarak suçlayabilmekte, bunu bazen açıkça yaparken, bazen de kendi grupları veya fikirdaşları arasında gündeme getirmektedirler.
 
Bir kimse, -İslâmî anlamda- tekfîr ettiği kişiye karşı en azından şu çekincelere sahip olacaktır:
 
Evlenme teklifini reddedecektir,
Arkasında namaz kılmayacaktır,
Kestiğini yemeyecektir,
Ona borç vermeyecek, ona en ihtiyaç duyulan anlarında bile yardımda bulunmayacak, onunla hiçbir zaman herhangi bir işbirliğine girmeyecektir.
 
Bir toplumun çözülmesi ve erimesi için bunlardan daha tehlikeli sebepler bulunamaz. Türkiye’de birbirini kâfirlikle suçlayan şahıs ve gruplar o kadar çoğalmıştır ki, bunların sayısını bile tespit etmek güçtür.
 
Tekfîr sözcüğü, İslâm’da Fıkıh Ana Bilim dalına ait önemli bir terimdir. Ancak tartışmalara konu olduğu zaman bazen sadece birkaç kişiyi, bazen geniş bir çevreyi, bazen de tüm ülkeyi ilgilendireceği için İslâm’a mensup her insanın, bu kavram hakkında -çok geniş olmasa bile- doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Gerek Türkiye’de, gerekse Büyük İslâm Yurdu’nun başka bölgelerinde yaşayan sıradan “Müslümanlar”ın bu kavram hakkında lüzumu kadar bilgi sahibi olduklarını söylemek iyimserlik olur. Oysa bu kavram, özellikle günümüzde uyandırdığı etki bakımından büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla konuyu, fıkhî olduğu kadar sosyolojik bir yaklaşımla da irdelemek gerekir.
 
Halk tarafından çok açık ve yaygın biçimde bilinmiyor olsa da, bugün “İslâm Dünyası”ndaki kavgaların hemen hepsini azdıran zincirleme sorunlar, esas itibarıyla tekfîr suçlamasından kaynaklanmaktadır. Çünkü taraflardan biri, öbürünü kâfir diye damgalamaktadır. Karşı taraf, bu şekildeki suçlamaya önem versin ya da vermesin bu tabiri kullanarak suçlayan taraf çok ciddidir.
 
Hz. Peygamber’in, hayatı boyunca mü’min birine (hatta mü’minlik iddiasında bulunan münâfık birine): “Ey kâfir!” diye hitap ettiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. O’nun bütün hadisleri arasında “tekfîr” kelimesi bir kez bile geçmemektedir. Bu sözcük, Kur’ân-ı Kerîm’in de hiçbir yerinde geçmemektedir. Şu halde tekfîr kelimesi söz ve kavram olarak temelde İslâm’a yabancıdır. Fıkıh ana bilim dalının terimleri arasında bu kelime bulunmamaktadır. Onun için İslâm fıkhında “Riddet” diye bir bap vardır, fakat “Tekfîr” adı altında bir bap yoktur. Şu var ki mürted olan kişi zaten tekfîr edilir. Yani kâfir olarak nitelenir. Öyle ise tekfîr, nedensel olarak söz konusu olabilir. Çünkü tekfîr suçlamaları Hz. Peygamber’in döneminde değil, Onun vefatından epeyce sonra Hz. Ali’nin devlet başkanlığı zamanında ortaya çıkmıştır. Bu suçlamalar, -bilindiği kadarıyla- hemen hemen ilk kez Hâricîler tarafından bizzat Hz. Ali’ye yöneltilmiştir. Böylece tekfîrin tarihsel süreci, Hâricîlik hareketiyle birlikte başladı diyebiliriz.
 
Bu iki tespite üçüncü birini de şöyle ekleyebiliriz: Ne Hz. Peygamber (s.a.s.), ne de ilk üç halife döneminde Ashabdan hiç biri tekfîr edilmemiştir. Örneğin Hz. Osman hâriç, genelde Ümeyyeoğulları ailesi -imanlarında samimi olmadıklarına ilişkin- şüphe uyandırıcı birçok davranışlarda bulunmalarına rağmen, ne Hz. Peygamber, ne de Ashabdan biri onları tekfîr etmiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber döneminde, İslâm toplumu içinde sayıları üç yüz kadar olan münâfık bir grup bulunuyordu. Bunların başı olan Abdullah bin Ubey bin Selûl’un ve yandaşlarının münâfık olduklarını bizzat Hz. Peygamber kesin olarak biliyordu. Ashâbın büyükleri de güçlü ihtimalle bu gerçekten haberdar idiler. Buna rağmen hiç kimse münâfıkları tekfîr etmemiştir. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.s.), Abdullah bin Ubey’in cenaze namazını bile kıldırmıştır. O Abdullah bin Ubey ki, Hz. Peygamber’e karşı işlediği ağır suçlara, tarih, belgesel boyutlarıyla çarpıcı şekilde tanıklık etmektedir!
 
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki “İslâm toplumunda” bir Müslümanı tekfîr etmek oldukça güçtür. Fakat bu noktada halkın gerçek anlamda bir “İslâm Toplumu” olup olmadığına dikkat etmek gerekir. Çağımızda, “İslâm Toplumu” olarak nitelenebilecek sosyal bir popülasyon, yapılanma bulunmadığına göre kapıların, haklı olarak sık sık tekfîr suçlamasına açılabileceğini de ihtimalden uzak görmemek lâzımdır.
 
Tekfîrin tarihçesine baktığımızda, daha çok fanatik tiplerin bu tür suçlamalarda bulunduğunu görüyoruz. Nitekim böyle bir suçlamanın ünlü hedeflerinden biri, (belki de ilki), Hz. Ali’dir. Evet, Tekfîrle belki de ilk kez suçlanmış ve bu gerekçe ile şehit edilmiş olan zat, Hz. Ali’dir.
 
Ama Alevîler de Sünnîler de bugün çok iyi bilmelidirler ki tekfîr gibi ağır bir suçlamaya hedef olan Hz. Ali, hiç de (kendisini tekfir eden Hâricîler gibi) fanatik değildi. Onun için, kendisi hiç kimseyi tekfîr etmedi. Fanatik bağnazlar İmam Ali’yi tekfir etmekle yetinmiyor, onu kâfir olarak suçlamayanın da kâfir olduğunu ileri sürüyorlardı. Hatta bununla da kalmıyor, Hz. Ali’nin yandaşlarından kimi bulurlarsa onu ve (kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden) bütün aile halkını da öldürüyorlardı. İşte bunlara “Haricîler” denilmiştir. Hâricîlik, serkeşlik, itaatsizlik, disiplin dışına çıkma anlamlarını taşır. Bu hareket, şu veya bu isim altında günümüze kadar devam etmiştir.
 
Hâricîler, oldukça fanatik insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken, onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zâhirine göre hüküm vermek de bu taassubun nedenleri arasında sayılabilir. Hâricîlerdeki ahlâkî davranışları belirleyen iki önemli özellik vardı; Takvâ ve Cesaret. O kadar çok namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Ölümden de asla korkmazlardı.
 
Her dönemde ve her toplumda ortaya çıkabilen hâricî ruhlu insanlar, birbirlerini bularak zaman zaman yeniden organize olurlar. Bunların hepsinin de psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar birbirine oldukça benzemektedir. Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk bunların başlıca ortak özellikleridir. Müsait bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her biri, din adına kanlı birer cellâda dönüşebilirler. Bunların ilmî olarak ciddî dayanakları, malzemeleri yoktur. Buna rağmen saatlerce sert tartışmalara girerler ve hep haklı olduklarına inanırlar.
 
Tarihte tekfîri bir silâh olarak kullananlar sadece Hâricîler değildir. Mu’tezilîler de yaygın bir tekfîrde bulunmuşlardır. Ancak bunlar, rasyonalist oldukları için tekfîrde akılcı yorumlar yapıyor, Hâricîler gibi sert davranmıyorlardı. Bunlara göre (alkol kullanmak, zina etmek, adam öldürmek, hırsızlık yapmak ve faiz alıp vermek gibi) İslâm’da büyük günah, yani ağır sayılan suçlardan birini işleyen kişi, dinden çıkmış sayılırdı. Bununla birlikte onu yine de kâfir saymazlardı. Bilakis din ile küfür arasında bir durum içinde olduğunu ileri sürerlerdi. Bu kanaat Mu’tezilî diyalektiğinde (menzile beyne’l-menzileteyn) olarak geçmektedir. Keza tarihte Hanbelîlerle Eş’arîler, Eş’arîlerle Mu’tezilîler de birbirlerini karşılıklı olarak tekfîr etmişlerdir.
 
Şîîler de tarih boyunca günümüze kadar Hz. Ali’den önceki üç halifeyi (Hz. Ebûbekir’i, Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı), devlet başkanlığı makamını zorla ele geçirdikleri suçlamasıyla zâlim saymaktadırlar. Bu üç şahsiyete samimiyetle bey’at ederek onları devlet başkanı seçen ashâbın hepsini (Şîîlerin çoğu) kâfir saymaktadırlar.
 
Ancak Hâricîler de zaman zaman yeni isimler altında varlık göstermiş ve tekfîr mekanizmasını işletmeye çalışmışlardır. Çağımızda Hâricîlik geleneğini daha çok Vahhâbîler sürdürmektedirler. Çoğunlukla Vahhâbî olduklarını kabul etmeyip kendilerini Selefî olarak vasıflarlar. Bunlar, “İslâm Dünyası”nın birçok yerinde elemanları vasıtasıyla görüşlerini yaymaya çalışırlar.
 
Tekfîr; -başka bir ifadeyle-, aynı inancı paylaşan kişi ya da gruplardan birinin öbürü üzerinde giriştiği vicdan baskısına karşı bir savunma sistemidir. Her insan, inandığı ve kutsal saydığı şeyleri küçümseyen ve aşağılayan kimselere karşı tepki gösterir. Tepkisinde aşırılığa kaçıp haddi aşmadıkça çoğu kez bu tepkisinde de haklıdır.
 
Tekfîrcinin, muhâtabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. fetvâsını da çoğu kez kendisi verir, kendisi uygular. Bazen de beyin yıkayıcı bir “Âbi”nin tâlimatıyla infazı gerçekleştirir! Oysa bu davranış genel olarak hem çözüm olmaktan uzaktır, hem de adına İşlendiği İslâm’ın hükmünden uzaktır. Fakat tekfîrci, (bilerek veya bilmeyerek, ortak kutsal değerleri pervasızca çiğneyen bir çoğunluğun içinde) vicdanî bakımdan linç edilmiştir. Maddeten olmasa da mânen ezilmiştir, psikolojisi korkunç bir bombardımana uğramıştır. Bu yüzden bazen yalnızlığa mahkûm edilir ya da bizzat kendisi çevreden soyutlanmak zorunda kalır. Çünkü tekfîrin nedenleri böyle bir çevrede sürekli olarak mevcuttur. Böyle bir çevre içinde ne kadar sabırlı olursa olsun, samimi bir mü’minin yaşaması gerçekten imkânsız gibidir. Ortam onun için tam anlamıyla bir cehennemdir. Böyle konumda değil fanatik tipler, en sabırlı mü’minler bile çılgına dönebilir.
 
Örneğin bir komşu düşünün ki, her gün şu veya bu bahane ile Allah, peygamber, kitap, din iman demeden kutsal değerlere söver durur. Ilımlı ve sabırlı dindar bile olsa, kim böyle birinin komşuluğuna dayanabilir; hiç bir madddî zarara sebep olmasa bile, onunla komşuluğunu sürdürebilir? Bir mü’min şöyle dursun dindar bir Hıristiyan veya Yahudi bile böyle birinin komşuluğunu ne kadar çekebilir? Kaldı ki tekfîre neden olan tek şey, kutsal değerlere sövmekten ibaret de değildir. Tekfîrin sayılamayacak kadar çeşitli nedenleri vardır.
 
İslâm’a mensup birini -herhangi bir sebeple- kâfir diye nitelemek, oldukça önemli bir meseledir. Çünkü bu, ağır bir suçlamadır.
 
Kendini müslim sanan, -ancak İslâm’a bağlılık derecesi, bu konuya karşı herhangi bir ilgi uyandıramayacak kadar zayıflamış ya da tamamen yok olmuş- kimselere gelince, bunlar müslüman bir çoğunluk içinde yaşadıkları sürece, -örf âdet ve inançları hesaba katmadan- istedikleri tutumu sergileme hakkına sahip değildir. Özellikle “Müslümanlar” arasında İslâm’ın sınırlarını zorlayamazlar. Aksi halde, İslâm’ı çağrıştıran her konu gibi tekfîr suçu onları da kapsayabilir. Bu nedenle “Müslümanlar”ın çoğunluk olarak yaşadıkları coğrafyalarda, formalite gereği de olsa İslâm’a mensubiyeti olan herkesin -bütün İslâmî meseleler hakkında olduğu kadar- tekfîr sorunu hakkında da bilgi sahibi olmaları lüzumludur. Bu nokta, toplum sosyolojisinin ve genel ahlâkın da bir bakıma zorunlu kıldığı bir durumdur. Şu var ki bu önemli mesele hakkında ancak ilmî ehliyete sahip kimseler gerekli açıklamaları yapabilirler. Aslında doğru olan şey, İslâm âlimlerinden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından bu sorunun tartışılarak sonuca bağlanmasıdır.
 
Günümüzde “İslâm dünyası” tam anlamıyla bir din anarşisi içinde yüzdüğünden, böyle bir komisyonun şimdilik kurulabileceğini beklemek gerçekçi değildir. Fakat her önüne gelenin tekfîr konusu gibi çok önemli meselelerde fetvâ vermeye ve ahkâm kesmeye kalkışması bu anarşiyi daha azdıracağından hiç değilse ortalık sükûnet buluncaya kadar hem radikal kişi ve çevreleri uyarmak, hem de en azından tekfîr sorunu hakkında kitleleri ansiklopedik sınırlarda aydınlatmak, ilmî sorumluluğun gereğidir.
 
Kimin, hangi gerekçe ile tekfîr edilebileceği, hangi inanışın, hangi söz ve davranışın müslim bir kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkarabileceği meselesi, “tekfîr” adı altında, tarih boyunca tartışıla gelmiştir. Bu tartışmalar, geçmişte ilmî forumlarda çok yönlü olarak ele alınmıştır. Onun için Tekfîr, İslâm’da hem akaid, hem de fıkıh ana bilim dallarının konusudur.
 
Hemen vurgulamak gerekir ki tekfirci akımın müslim insan fiili hakkındaki görüşü “Vasat Ümmet” yaklaşımından oldukça farklı ve uzaktır. Her şeyden önce Kur’ân’da öğütlenen tolerans hâricîlikte ve tekfirci akımlarda yoktur. Onun için bu radikal akımın günümüzdeki temsilcilerinin bütün tavırları, tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri şu âyettetavsiye edilen hikmetli üslûba tamamen aykırıdır: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et/çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin, Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.” [21]
 
Hâricîlere göre, kebâirden birini işleyen kâfirdir. Alkol kullananlar, zina edenler, adam öldürenler, hırsızlık yapanlar ve faiz alıp verenler şöyle dursun, çağdaş hâricîliğin temsilcileri, son yıllarda dünyanın yuvarlak olduğuna inanan ya da çanak anten kullanan kimsenin de, Allah’ın gökte olduğunu kabul etmeyenlerin de kâfir olduğuna hükmetmişlerdir.
 
Bu özet açıklamadan da anlaşıldığı gibi, hem Hâricîler, hem de Şîîler, kendileri gibi inanmayan bütün “Müslümanları” en azından tekfîr etmeye eğilimlidirler.
 
Mu’tezile ve Cehmiyye mezheplerinin izleri günümüzde çok silik olduğu için tekfîr konusunda bu gruplara ait görüşleri ortaya koymanın yararı bulunmamaktadır.
 
İslâm dinine -gerçek anlamda veya formalite gereği- mensup iken, bu dini (Allah korusun!) bilinçli olarak terk ettiğini, (ister başka bir dine girsin, ister girmesin) İslâm’dan çıktığını açıkça ifade eden kişiye “mürted” denir. Böyle bir kimsenin, ayrıca tekfîrle suçlanması Şer’î usûlden değildir. Çünkü bu kimse mürted olmakla zaten kendi ikrarı ile kâfir olmuştur. Ona ayrıca -münferit olarak- “sen kâfirsin” ya da “sen küfre girdin” demenin bir mantığı yoktur. Dolayısıyla mürted kişi ile tekfîr suçuna muhatap olan kişi hakkındaki şer’î hükümler farklıdır. İlk önce bu iki şeyi birbirinden böylece ayırmak gerekir.
 
Mürted kişi; (genelde din değiştirerek) küfrün herhangi bir şeklini kendi hür iradesiyle seçip İslâm’dan çıktığını açıkça ilân eden kimsedir.
 
Tekfîre muhatap olan kişi ise, böyle bir tercihi ve bu yönde herhangi bir girişimi yokken, aynı zamanda İslâmî kimliği örfen devam ediyorken -herhangi bir söz veya davranışı yüzünden- kâfirlikle suçlanan kimsedir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu iki kişi arasında çok büyük fark vardır. Bunun içindir ki (nifak, dolaylı şirk ve zendeka/zındıklık) gibi yorumlanabilecek küfür şekillerinden biri ile İslâm’dan çıkan kimseye mürted denmez. Bunlar, -yerine ve şartlarına göre- tekfîr edilir ve kâfir sayılırlar.
 
Bilindiği üzere, başka dinlerde olduğu gibi İslâm’da “aforoz” diye bir kurum yoktur. Yani hiçbir kimse ve hiçbir makam, müslim bir kişiyi İslâm dininden çıkarmaya yetkili değildir. Ancak, -ister gerçek anlamda olsun, ister formalite gereği olsun- İslâmî kişilik ve kimliğine sahip bulunan bir kimse, üç ana başlık altında sıralanabilecek ağır suçlardan birini eğer İslâm’a karşı açıkça işleyecek olursa İslâm devlet makamları, ya da İslâm âlimleri tarafından kâfirlik suçuyla sorgulanabilir. Bu üç ana başlık şunlardır:
 
Allah Teâlâ’yı (hâşâ!) inkâr etmek, yani Allah’ı yok saymak veya O’na dil uzatmak, veya Sadece O’na gösterilebilecek bir saygı şekliyle başka bir şeye de saygı göstermek ya da O’na doğrudan ortak koşmak,
Âhiret gününü inkâr etmek,
İslâm’ın bütünlüğünü inkâr edici herhangi bir söz veya davranışta bulunmak...
 
Bunlar ana başlıklardır. Yukarıdaki her başlığın altına giren birçok ağır suç vardır. Bunlar Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti esas alınarak özellikle bazı akaid kitaplarında ayrıntılarıyla sıralanmışlardır. İslâm hukuk kaynaklarında da bu konuda geniş açıklamalar mevcuttur. Toplumun önemli bir kesimi, yaygın bilgisizlik yüzünden bu suçlardan haberdar bulunmamaktadır. Bu ise mevcut din anarşisini azdırmaktadır. Dolayısıyla önce toplumu, inançla ilgili tehlikeler hakkında bilgilendirmek gerekir. Çünkü Müslüman bir kişi bu suçlardan birini işlediği zaman İslâm’dan çıkmakla büyük maddî ve mânevî zararlara uğrayabilmekte, ortalığın karışmasına, hatta bazen büyük olayların patlamasına neden olabilmektedir.
 
Ne yazık ki eğitimsiz sürüler şöyle dursun, yüksek öğrenim görmüş birçok kimse bile bu bilgilere ulaşamamış, ya da ulaşmak istememiştir. Oysa bir toplumun içinde huzurlu yaşayabilmek için bireyin, (içtenlikle inanmasa ve bağlanmasa bile) halka ait genel inanış ve kabulleri çok iyi bilmesi gerekir. Aksi halde bu inanış ve kabullere ters düşerek yıkıcı gelişmelere neden olabilir. Önemle vurgulamak gerekir ki, bu durum, aynı zamanda ehl-i tevhid olan mü’minler için de söz konusudur. Laikçiler, sosyete kesimi, tarikatçılar ve alevîler gibi çeşitli inanç grupları, yaygın din olan İslâm’ın kitabî kurallarını, nasıl ki kendi güvenlikleri ve mutlulukları açısından bilmek zorunda iseler, azınlıktaki mü’minlerin de “Popüler Türk Müslümanlığı”, Alevîlik ve “Milli Türk Dini” hakkında geniş bilgilere sahip olmaları gerekir. Takiyye yaparak (ya da yapmak zorunda kalarak) iki dinli yaşamak şüphesiz çok büyük sıkıntılara neden olur. Ayrıca bu üç dinin, (yani popüler Türk Müslümanlığının, Aleviliğin ve Milli Türk Dini’nin) çatışma alanlarına girmemek için, Türkiye’de yaşayan mü’minler, kısa zamanda kendilerini yetiştirerek din sosyolojisi konusunda çok geniş bilgilere sahip olmalıdırlar. Aksi halde bu üç dinin her birine göre küfür suçunu işlemek ve kâfirlikle suçlanmak gibi tehlikelerle karşılaşmaları mümkündür.
 
Bu tehlike mü’minler için çok büyüktür! Çünkü Türkiye’de devlet, Milli Türk Dini’ne bağlı lâikçi fanatiklerin tekelindedir. Bunlar kendi dinlerine göre bir mü’mini en ufak bir gaflet halinde (vatan haini, devrim düşmanı, gerici, yobaz, çağ dışı, radikal, fundamentalist, köktenci, el-kaideci ve Hizbullahçı) diye suçlayabilir, onu en ağır cezaya çarptırabilirler. Onlara göre bu nitelikler birer küfürdür, dolayısıyla gerçek bir mü’min onların dinine göre kâfirdir!
 
Fakat şunu da hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak lâzımdır: Gerek mistik anlayış sahipleri, gerekse lâikçiler, daima İslâm’ın mensupları olarak gözükürler ve gözükmeye çalışacaklardır. Mistik inançlılar zaten bunda bilinçli olarak ısrar etmektedirler. Laikçiler ise özellikle sıkıştıkları zaman kimliklerindeki İslâm kelimesine sığınırlar. Nitekim nüfus kimliğinde “İslâm” yazılı hemen hiçbir mason, hiçbir komünist, hiçbir Mooncu, hiçbir laikçi, hiçbir Satanist, Hiçbir Evranosçu, hiçbir Alevî ve hiçbir mitüdist (yani Milli Türk dini bağlısı), “ben Müslüman değilim” demez. Bu gruplar her zaman takiyye yaparak yaşarlar ve Müslüman gözükürler.
 
Sosyolojik manzaranın, görünürde bile bu kadar karmaşık ve tehlikelerle dolu olduğu Türkiye gibi bir ülkede küfür suçları elbette ki çok yaygın biçimde işlenmektedir.
 
Ahmed Kalkan Hocamızın Darul Harpmi Darul harapmı Eserinden Alınmıştır.
[1] Bak. 2/Bakara, 256
[2] Bak. 47/Muhammed, 9
[3] Bak. 9/Tevbe, 65-66
[4] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 458-459
[5] 4/Nisâ, 65; Abdülkadir Udeh, et- Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk
[6] 9/Tevbe, 65
[7] 33/Ahzab, 57
[8] 9/Tevbe, 61
[9] Bak. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
[10] 16/Nahl, 106
[11] 49/Hucurât, 6
[12] 49/Hucurât, 9-10
[13] Müslim, İman 37, h. no 23
[14] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için bak. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
[15] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459
[16] Buhârî, Edeb 44
[17] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[18] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[19] 60/Mümtehine, 5
[20] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, h. no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, h. no 2643
[21] 16/Nahl, 125