๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Güncel Meseleler ) => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 20 Haziran 2009, 01:14:20



Konu Başlığı: Rüyalar da sinema gibidir
Gönderen: Zehibe üzerinde 20 Haziran 2009, 01:14:20
İnanan biri, “bilinçaltının dışavurumu” diye tanımlamaz rüyayı. Basite indirgemenin ifadesidir bu. Maddeci ruhbilimin eksik tanımıdır. Tartışmak mı? Hayır, rüyayı tartışmanın bir anlamı yok onunla. Ruha inanmayan, kaderi kabul etmeyen birine evvelâ inancın temel konuları anlatılmalı. Sen, inanıyorsun bunlara. İnanmasaydın, rüya ile ilgili fikirlerimi paylaşmaz, seninle de önce temel meseleleri konuşurdum.
...

Olmaz olur mu! Rüyanın elbette bir hakikati var. Bizi ve rüyalarımızı yaratan söylüyor bunu. Bilmem okudun mu Yusuf kıssasını. Kurânın tâbiriyle “en güzel öykü”dür o.

Oku, eminim seveceksin. Bir edebiyat mûcizesi. Tolstoy da pek beğenir bu kıssayı, “İnsanlık tarihinin en güzel hikâyesi” der. Acısıyla tatlısıyla hayat yansır bu sûrenin sayfalarına. İhtişamla sefalet yan yanadır. İnsanî temel duygular boy gösterir sırasıyla. Özellikle aşk, şefkat, kıskançlık... Ahlâkîdir, ibretlerle doludur. Okuyana hemen sirayet eder, etkiler onu. Bütün zamanlara ve bütün insanlara söyleyecek sözü vardır. Önünde, masal çağındaki bir çocukla dünyanın en büyük düşünürü omuz omuzadır. Hârika üslûbuyla Yusuf aleyhisselâmın başından geçenleri anlatır. Bu hayatın neredeyse tamamı bir rüyanın yansıması gibidir. Küçük bir çekirdekle onun ağacı arasındaki ilişkiyi hatırlatır okuyucuya. Bir rüya ile başlar öykü:

“Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki:

“Babacığım, ben rüyada on bir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm.”

“Yavrucuğum! “dedi, “rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü, şeytan insanın açıkça düşmanıdır.”

Aradan seneler geçer... Hayat devam eder... Kader hükmünü yürütür... Rüya, hayatın ta kendisi olur. Kuyuda başlayan dünya serüveni sarayda son bulur. Annesi, babası ve on bir kardeşi sarayda ziyaretine gelirler, onun saygın konumunu görür, makamına hürmet ederler. Misâl âlemindeki sahne gerçek olur.

Hayır, bu kadarla kalmaz. Yusuf suresinde iki rüya daha anlatılır. Daha önce sarayda çalışmış, ama sonra zindana düşmüş iki adamın rüyalarıdır bunlar:

“Zindana onunla birlikte iki delikanlı daha girdi. Birisi dedi ki: “Rüyada kendimi şarap sıkarken gördüm.” Öteki de dedi ki: “Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Zira, biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.”

Yusuf aleyhisselâm, kendisiyle konuşmalarını fırsat bilir arkadaşlarının. Onlara önce inancını anlatır. Asıl görevi budur çünkü. Daha sonra rüyalarını tâbir eder:

“Biriniz, efendisine şarap sunacak. Öbürü asılacak, kuşlar başından yiyecek.”

Rüyanın tâbiri aynen çıkar.

Ve Yusuf suresinde anlatılan son rüya hükümdarınkidir. “Yedi cılız inek” der hükümdar rüyasını anlatırken, “yedi semiz ineği yedi. Rüyamı yorumlayın.” Tâbirciler aciz kalır, “Boş hayâller bunlar, tâbire değmez” derler. Hükümdar tatmin olmaz. Şarap rüyası gören oradadır, kurtulmuştur zindandan. Yusufu hatırlar ve anlatır hükümdara. Hazreti Yusuf tâbir eder rüyayı: “Yedi yıl bolluk, sonra ardından yedi yıl kıtlık olacak” der. Sonra ekler: “Bolluk yıllarındaki ürünün bir kısmını saklayın!”

İşte böyledir “en güzel kıssa”nın rüya konusunu anlatışı!

Bilirsin, Kurân bir defada inmedi Peygamberimize. Yirmi üç yılda tamamlandı. Altı ay boyunca rüyalarda indi âyetler. Efendimiz, uykusundan uyanınca Kurânı hazır bulurdu kalbinde. Rüyalar boş hayâllerden ibâret olsaydı ilahî sözler emanet edilir miydi onlara! Peygamberimizin sözleri de var rüya hakkında:

“Benden sonra peygamberlikten geriye hiçbir şey kalmayacak, ancak mübeşşirât kalacaktır.”

“Mübeşşirât nedir?” dediler.

“Sâdık rüyalardır” buyurdu.

...

Evet, rüyalar üç türlüdür.

Görelim...

Biri, şeytanîdir. Bu tür rüyalarda şeytanın telkiniyle korkutucu, ürkütücü, utandırıcı sahneler yaşanır. Kâbuslar, karabasanlar, erotikler... Tâbire değmiyor bunlar. Geçelim.

İkincisi, boş hayâllerden ibâret. Kurânımızın tâbiriyle “edgasü ahlâm,” yani “hayâl demetleri.” Ciddi bir anlamları yok bunların da. İnsanın hayâl gücü türlü tasvirler yapar. Günlük olayları ve görüntüleri çeşitli biçimlerde bir araya getirir, kurgular. Bazen, yıllar önce aynı vakitlerde yaşanmış hâdiseleri hatıra getirir, sonraki olaylardan derlenmiş ayrıntılarla süsler. Bazen de, ruh dünyandaki dalgalanmalar rüyalarına yansır. Meselâ, öfkeyle yatarsan uykun boyunca kavgalar edersin. Düşmanlık duygularıyla doluysan rüyanda köpekler, yılanlar, kovalamacalar görürsün. Mide hararetiyle yatmışsan, rüyana dereler, çaylar, pınarlar akar. Uyurken çevreden gelen uyarıcıların etkisiyle de rüyalar görürsün. Bir sinek ısırmasını, vücuduna saplanan bir kurşun gibi görülebilirsin. Ayağın açıkta kalmış ve üşümüşsen, kendini karlı bir havada dağ başındaymış gibi görebilirsin. Özellikle sesler insanın içinde rüyalar kurar. Kuşkusuz, bunlar da önemli anlam taşımayan rüyalardır. Uyaranları ayrı ayrı da olsa hepsinin karakteri birdir. Kimi ruhbilimcilerin “bilinçaltının dışavurumu” diye tanımladıkları rüyalar bu türden olsa gerek. Bunu da geçelim.

Geldik üçüncü kısım rüyalara. Bunlara “sâdık rüya” denir. Asıl rüyalar bunlardır. İnsan uyuyunca dış duyuları kapanır. Gözlemlenebilen dünya ile dış duyular ile arasındaki ilişkiler kesilir. O zaman, insanın ruhunda bulunan ve “Rabbanî lâtife” diye nitelenen insanî duygu ile “Misâl âlemi” arasında bir pencere açılır. Ruh, kader levhasından yansıyan bazı olayları bu menfezden görür. Bazen olaylar aynen seyredilir. Bazen de, hayâlimiz bu mânalara sûret giysileri giydirir. Hayâl hazinemiz bir giysi deposu gibidir, orada her mâna için ayrı bir libas vardır. Mânalar hayâlden geçerken bu elbiseleri giyerler. İşte böyle rüyalar için “tâbir ilmi”ni bilmek gerekir. Hangi sûret hangi mânayı anlatıyor, anlamların sembolleri olan görüntüler neye delâlet ediyor, hepsi bilinmeli. Mecaz dilinde de vardır bu semboller. Aslan yiğitliği, tilki kurnazlığı, domuz şehveti, ceylan güzelliği simgeler. Şiir bunlarla örülür. Gönülden çıkan mânalar hayalden geçerken suret libasları giyerler. Rüya ile şiir arasında bir münasebet gören estetler hiç de haksız değiller. Biraz önce de söyledim ya, hayâl dünyamızla Misâl âlemi birbirine benzer.

Evet, Misâl âlemi... Görünen ve görünmeyen dünyaların birlikte yansıdığı bir ayna. Hem geçmiş vardır onda, hem de gelecek. Bütün varlıklar “misâlî”dir. Tıpkı hayâlimize yansıyan görüntüler gibi. İnsan, kimi zaman bu olayların içinde bulur kendini. Ölülerle diriler, geçmişlerle gelecekler aynı anda hazır bulunur. Rüya sahibi onlarla görüşür, tanışır, konuşur. Elinde bir aynan olsa ve sen onu bir bahçeye doğru tutsan, bahçenin bir kısmı aynanda yansır. Ruhun da bir ayna. Rüya anında açılan bir pencereden Misâl âleminin görüntüleri yansıyor, sen de onları görüyorsun. Aslında, insanın hayâl dünyasına benzeyen Misâl âlemi de bir nevi aynadır. Orada da kader levhalarının, olmuşların, olacakların yansımaları vardır. Hatta mânaların ve bedensiz varlıkların bile o âlemde sembolleri bulunur. Bulunmasaydı sevgi hissi nasıl görülürdü rüyalarda. Ya da melek, şeytan, cin gibi maddesiz varlıklar nasıl girerdi rüyamıza.

Peki, sâdık rüyaya dönelim biz. “Rabbanî sinema”ların seyir yerleridir sâdık rüyalar. “Sinema fikri rüyalardan doğmuştur” diyesi geliyor insanın. Tıpkı rüyalar gibi filmler de üç türlüdür çünkü. Kimi Rahmanî, kimi şeytanî, kimi de boş hayâller yığını. Sinemacı, bizim için rüyalar kurgulayan adamdır, uyanıkken rüyalar gösterir bize. Hakiki filmler de sâdık rüyalara benzer.

Hayır, istikbalde olacakları Allahtan başkası bilemez. Ama Allah bildirirse, bilir. Nitekim peygamberlere ve velilere gelecekle ilgili bilgiler sezdirilir. Nebilerin ve velilerin uyanıkken gördüklerini, sıradan kimseler rüyalarda görürler. Bu sebeple, rüyalar normal insanlar için bir nevi velâyettir. Çünkü, ilham yoluyla geçmişi ve geleceği görebiliyorlar. Nedir ilham? Allahın insan kalbine mâna koyması. Rüyalarda olan da budur işte. Şu hâlde, sıradan insanlar da rüyalar vasıtasıyla gelecekten haberler alabilirler. Alıyorlar da. Sayısız tecrübeler var.

Nasıl mı oluyor bu hârika hâdise? Bediüzzaman Hazretleri açıklamış bunu. Özetlemek isterim... Sâdık rüyalar, “hissikablelvuku” denilen bir duygunun, yani “önsezi”nin fazla gelişmesidir. Önsezi ise, herkeste az çok bulunur. İnsanda bugüne kadar adı konmamış hisler de var. Altıncı his, yedinci his... Yani sâika, şâika... Sâika, seni bir hedefe yönlendirir ve götürür. Şâika, şiddetli arzular ve istekler uyandırır. Bu duygular hayvanlarda da var. İşte bazı örnekleri:

Göçmen kuşları düşün... Bir kıtadan bir kıtaya yolculuk ederler. Hangi ilimle! Kuş beyinleriyle mi!

Kedi gibi bazı hayvanlar, gözleri kör olunca yeşil alanlara gider, gözüne ilaç olacak otu bulur, sürerler. Nasıl?

Nerde bir hayvan ölse, kartallar, akbabalar, karıncalar kaderin yönlendirmesiyle gider, hayvan cenazesini bulur, yerler. Yeryüzünü temizlerler.

Yeni dünyaya gelen bir arı yavrusunu düşün. Yıllarca tâlim görmüş gibi rızkının peşine düşer. Uzak mesafelere gider, bal için gereken özsuları toplar, yolunu şaşırmadan yuvasına döner.

Bunlar, ilahî kaynaktan hayvanlara verilen duygular değilse nedir o zaman! Adına “içgüdü” demekle hâlletmiş mi oluyoruz meseleyi. Adlandırmakla sıradanlaşıyor mu bu hârika olaylar!

Kendini düşün! Bir adamdan bahsediyorsun... Ansızın çıkıp geliyor o. Bazı duyguların var, gelecekleri önceden hissediyor. Sözünü etmeye başlıyorsun, ama aklın bunu anlayamıyor. Çünkü, kalbinin eli uzun, aklının eli kısa. İşte bu duygular evliya denilen zâtlarda daha fazla gelişir. Onlar, sıradan insanların göremediklerini bu hislerle görebilir ya da bilebilirler.

Kim istemez güzel rüyalar görmeyi! Bir yolu var elbette: Güzel ahlâklı olmak. Nitekim, “Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir” buyuruyor Peygamberimiz. “Doğru söylemek” güzel ahlâkın dışa yansımasıdır. “Evet, güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür.” Aynan düzgünse görüntü de düzgün olacaktır. Aynan kirli, kırık ya da yamuksa, yansıyan varlık ne kadar güzel olursa olsun, yansıması çirkin olacaktır. Senin ruhun da bir ayna. Ona olaylar ve varlıklar yansıyor. Nasıl görmek istiyorsan öyle olmalısın.

Haklısın, rüyalar dinlendirir insanı. Âyet de bunu ifade ediyor ya. “Uykunuzu dinlenme yaptık” diyor. Sadece beden midir dinlenen uykularda? Hayır, asıl dinlenen ruhtur. Günlük hayatın dağdağaları içerisinde bunalan ruh, rüyalarla nefes alır, rahatlar. Çeşitli âlemleri gezer. Görülmedik manzaralar görmekle lezzet alır. Uykusu süresince âdeta ikinci bir hayat yaşar. Zengin bir hayattır bu. İmkânları geniştir. Hayâller de böyle değil mi! Kim hayâlsiz yapabilir! Rüyalar, uykudayken kurulan hayâllerdir. Hayâller ise, uyanıkken görülen rüyalar. Ne hayâlsiz yapabilir insan, ne de rüyasız.

Olmaz mı! Rüya ile kader arasında sıkı bir ilişki var. Hatırla rüyalarını. Gelecekle ilgili rüyalar görmedin mi hiç? Gördün demek. Evet, ben de gördüm. Kimi zaman gelecek gündüz âleminde yaşayacaklarını görür insan. Konuşmalarını bile. Olmayan bir şey görülebilir mi? Var olanı, yazılı bulunanı görüyoruz. Belli ki, kader bütün hayatı kuşatmış. Her olay, her konuşma, her görüntü kaderde yazılı. Uykudayken beden hapsinden kurtulan ruh, kader sayfalarındaki olayların bazılarını görüyor, diliyle olmasa da gözleriyle okuyor. Anlıyoruz ki, en küçük olaylar bile kaderde yazılı. Demek tesadüf yok, olaylar başıboş gelmiyor, düzensiz değiller. Rüya, kadere enfüsî delildir. İstersen “öznel kanıt” de sen.

Evet, tâbir önemli. Rüyayı tâbir edecek kimsede bazı nitelikler bulunmalı. Her önüne gelene anlatmamalısın rüyanı. Bu konuda Peygamberimizin güzel bir hadîsi var: “Müminin rüyası nübüvvetin kırk parçasından bir parçadır. Onu anlatmadıkça, o rüya kuşun ayağında asılı kalır, anlattığı zaman düşer. O rüyayı, dostun olan akıllı kimselerden başkasına anlatma!”

Akıllı dost! Evet... Tâbircinin güzel ahlâklı olması da çok önemli. Kötü huylu adamın tâbiri de kötü olur. Onun çirkin ruh aynasına yansıyan her şey, o çirkinlikten nasibini alır!

Hayır, rüya ile amel edilmez. Rüya, hukukî bir hükme kaynak da olamaz. Bir mesele hakkında zan uyandırabilir elbette, ama rüyaya dayanarak amel etmek hata olur. Karar verirken, önce temel kaynaklara bakarsın. Orada açık bir hüküm bulamazsan fikri sorulmaya lâyık kişileri bulur, istişare edersin. Yine bir sonuç elde edemezsen sıra istihareye gelebilir. Kaynaklara bakmadan, yetkin kimselere danışmadan üçüncüye, yani rüya görüp ona göre karar verme aşamasına geçmemelisin. Bu da ancak kendinle ilgili bir karar verirken başvurulacak bir yöntemdir. Kendini ikna yolu.

Asla! Kötü rüya anlatılmamalı. Şöyle buyuruyor Peygamber Efendimiz: “Eğer biriniz, hoşlanmadığı bir rüya görürse, hemen kalkıp namaz kılsın ve o rüyayı kimseye anlatmasın.” Başka bir hadîste de, kötü rüya görenin “euzü” okumasını ve onu kimseye anlatmaması tavsiye ediyor. Böyle bir rüya anlatılırsa, tâbirci onu iyiye yormalı, ya da “Hayırdır inşallah” demeli, yorum yapmamalı.

Tâbircide aranan özellikler var elbette. Öncelikle, rüya ilmini bilmeli. Kurân ve hadîs ilmine vâkıf olmalı. Kurânda ve hadîslerde geçen rüyaları, bunların yorumlarını hatırında tutmalı. Aynı zamanda birer veli olan bazı rüya âlimlerinin yorumlarını bilmeli. Zeka, dirâyet ve hassasiyet sahibi olmalı. Rüya sahibine karşı olumsuz duygular beslememeli. Sâdık rüyalarla öbürlerinin farkını anlamalı. Görülen rüya gerçek bir rüya mıdır? Rüya gören rüyasını tam olarak hatırlıyor mu? Hangi sembol neyi anlatıyor? Rüyanın dış görünüşüyle anlamı arasında ne gibi bir ilişki var? Daha pek çok soru var cevabı bilinmesi gereken.

Rüyayı gören kişi rüyanın bir kısmını anlatıp, bir kısmını saklamamalı. Rüya bir bütündür. Tâbirci, rüya görene bunu hatırlatmalı, hiçbir ayrıntıyı ihmal etmeden anlatmasını sağlamalı. Eksik anlatım, yanlış yoruma sebep olur.

Evet, senin rüyanın da dışı korkutucu, ama telaşlanman yersiz. Bazen rüyanın dışı çirkin, utandırıcı ve korkutucudur, ama anlamı gayet güzel olabilir. “Evimde tabut gördüm” diye korkuyorsun. Oysa, evdeki tabut, hayra alâmettir, bolluk ve bereket demektir. Bu konuya ışık tutabilecek bir örnek anlatayım:

Adamın biri rüyasında ölüm meleğini görür. Ona bir insan sûretinde görünür melek. Adam, ölüm zamanını merak eder ve sorar ona. Azrail, elini gösterir beş parmağını açarak. Rüya sahibi korkuyla uyanır uykusundan. Beş gün, beş ay, ya da en fazla beş yıl sonra öleceğim diye düşünür. Hemen koşar bir tâbir âlimine. Rüyasını anlatır. Tâbirci güler adamın telaşına. “Korkma” der, “Azrail sana ‘beş bilinmeyen’i hatırlatmış. Beş mesele var ki hiçbir yaratık bilmez onları. Bunlardan biri de, insanın ecelidir. Melek de bilmez bunu. Azrail demek istiyor ki, ben de bilmiyorum, bu sorunun cevabı beş bilinmeyenlerdendir.” Adam da rahatlar. Bir düşün, ölüm zamanının bilinmemesi ne büyük nimet!

Rüyanın anlamı kişiye göre değişebilir. Rüya görenin konumu, yaşı, sosyal ve ekonomik imkânları, ilgi alanı ve saire tâbirde nazara alınmalı. Meselâ, bir memur kendini rüyasında ata binmiş görse, bu rüya onun “şef ya da müdür olacağına alâmet” sayılır. Bir milletvekili aynı rüyayı görse, “bakan ya da başbakan olacağına işaret” diye yorumlanabilir.

Hangi mevsimde ve günün hangi diliminde görülmüş? Bunlar da önemli. Meselâ, bir insan rüyasında fırtına, kar, şiddetli yağmur görse, bakılır, eğer güzün ya da kışın görmüşse iyiye yorulur, yaz ortasında görmüşse kötüye alâmettir. Çünkü, fıtrata aykırı bir durum vardır ortada... Mevsimle ilgili bir rüya anlatayım sana:

Adamın biri tâbirciye gelmiş, “Ben rüyamda incir yedim” demiş. “Vücudunda yaralar çıkacak” diye yorum yapmış tâbirci. Sonra aynı adam bir daha gelmiş. “Rüyamda yine incir yedim” demiş. “Eline altın geçecek” demiş tâbirci. Her iki rüya da aynen çıkmış. “Niçin ayrı ayrı tâbir ettin?” diye sormuş adam. “Birincide kış ortasıydı” demiş tâbirci, “mevsimi dışında incir yemiştin, hastalık diye yorumladım. İkincide yaz mevsimiydi, incir zamanıydı, ben de hayra yordum.”

Rüyanın gece ya da gündüz görülmesi de kayda değer bir noktadır. Gecenin erken saatlerinde görülen rüyalar daha geç gerçekleşir. Gündüz rüyaları, özellikle seher vaktinde görülenler daha gerçektir.


Üslûp! Edebiyata olan ilgin hemen belli etti kendini. Evet, tâbirde üslûbun da yeri var. Bu konuya ışık tutabilecek güzel bir olay anlatırlar: Abbasi halifelerinden bir zât, bir tâbirci getirterek, “Rüyamda bütün dişlerimin düştüğünü gördüm” demiş. Tâbirci, “Efendimiz bütün akrabalarının ölümünü görecek” diye yorumlamış. Halife bundan müteessir olmuş. Diğer bir tâbirciyi getirterek rüyasını ona anlatmış. İkinci tâbirci, “Efendimiz bütün akrabalarından fazla yaşayacaklar” demiş. Halife memnun olmuş, tâbirciye lütuf ve ihsanda bulunmuş. Her iki tâbirin mânası bir ve fakat ifade tarzı başka olduğundan, evvelki kederi ve ikincisi memnuniyeti netice vermiştir.

Rüyanın zamanı normal zamana benzemez. En uzun rüyalar bile ancak saniyelerle hesaplanıyor. Buna “bastızaman” diyor bilginler, yani “zamanın genişlemesi.” Rüya gören adam, kısa zamanda öyle işler yapar ki, normal hayatta olsa günler, aylar, seneler gerekecekti. Bu da zamanın izafî, yani göreceli olduğuna güzel bir alâmet. Aynı zamanda, kabir hayatındaki zaman kavramını da açıklıyor, bir nebze de olsa. Öyledir kabir hayatı da, kimine bin yıllarca uzun gelecek, kimine de bir gece kadar kısa. Kıyamete göre erken ya da geç ölmek arasında önemli bir fark olmayacak.

Evet, rüyalar bize kabir azabını da hatırlatır. Rüyada da kabirde olduğu gibi acı çeken ruhtur. Kâbusları, karabasanları hatırlayalım, beden uykudadır, ama insan acı çekmektedir. Kabirde de böyle. Kabirden kastım, toprağın altı değil elbette. Toprağa konan, bedenimiz. Topraktan gelmişti, aslına döndü o. Ama ruh başka bir âlemdendi, ölümle bedenden kurtuldu, berzah ya da kabir denilen bir âleme gitti. Kıyamete kadar acı çeken de odur, lezzet alan da.

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar” hadîsini hatırladım birden. Aldanıyoruz. Hayatı sabit, ömrü bâki sanıyoruz. Oysa hayat bir uyku, tıpkı rüya gibi yaşanıyor ve bitiyor. Şu temelsiz ömür de bir rüzgâr gibi uçup gidiyor. Âhiret hayatına kıyasla kabir hayatı da bir uyku. Diriliş sabahında uykudan uyanır gibi uyanacak insan. Ve diyecek:

Hepsi rüya imiş! İşte gerçek hayat!