Konu Başlığı: Ne durağan ne de hayran Gönderen: Sefil üzerinde 07 Haziran 2012, 15:07:14 Ahmet Kurucan Ne durağan ne de hayran Geçen hafta yayımlanan "Nikâh nedir?" başlıklı yazı üzerine gelen tepkilerden hareketle bu yazıyı kaleme alma zorunda hissettim kendimi. Öncelikle her birerlerimiz birbirinden değişik sosyo-kültürel çevrede yaşıyoruz. Ailemiz farklı, sokağımız farklı, okulumuz farklı. Farklı olmasa bile aldığımız, benimsediğimiz, özümsediğimiz ve uyguladığımız değerler farklı. Bu farklılık, insan olmanın en tabii özelliği. Aksi takdirde aynı anne-babadan doğmuş, aynı aile, aynı sokak ve aynı okulda yetişmiş kardeşler tornadan çıkmış gibi birbirine benzerdi. Sözü şuraya getirmek istiyorum; mezhep imamları ve talebelerinin ya da sonraki dönemlerde o mezhepte yerini alan devasa şahsiyetlerin nikâh ekseninde yapageldiği tariflerde rol oynayan sosyo-kültürel şartları görmezden gelmeyelim. Çağını aşkın görüşlere, hükümlere ve eserlere imza atan o insanları, sözünü ettiğimiz tariften hareketle tan u teşni'de bulunmayalım. Bunu o yazıda da söylemiştim; şimdi tekrar etmiş oldum. Nikâhı bir kenara bırakalım ve İmam-ı Azam'ın şu yaklaşımlarına bakalım. Mevzu; kadının evliliğinden velayet hakkı veya bir başka tabirle velisinin evlilik izninin gerekli olup olmaması. İmam-ı Azam der ki; "Âkıle bâliğa olmuş bir kadın kendi başına evlilik akdi yapma hakkına sahiptir; velisinin iznine ihtiyaç yoktur. Ama denklik noktasında problem söz konusu ise velinin itiraz hakkı vardır." Günümüz perspektifinden bakınca çok sıradan gelebilecek bu içtihadi hükmün kıymeti ancak o dönemi bütün bütün tanımak ve bilmekle anlaşılabilir. Neden? Çünkü ortam, kısmen cahiliyye dönemi zihniyet ve kabullerinin geri dönmeye başladığı ve buna bağlı olarak başka fıkhî akılların "kadın velayet hakkını anne-babası ile birlikte kullanmak zorundadır; evlilik akdi yapmaya hakkı vardır ama ebeveyninin iznini almalıdır" dediği bir ortamdır. Bir tek misal verdim; onlarca misal verebilirim. Hemen aklıma gelen ceza davalarında köle-hür, Müslüman-gayrimüslim eşitliği veya eşitsizliği. İmam-ı Azam Hazretleri'nin borçlar ve ceza hukukunun kapsamı içine giren konularda insanların sosyal statü veya dinî kimlik farklılığını hiç nazara almadığı öylesine içtihadi hükümleri vardır ki onun çağları aşkın bu düşünceleri karşısında hayran olmamanız elde değildir. Nitekim bunları büyüteç altına yatıran nice makaleler yazılmış, yapılacak olanlar müstesna birçok master ve doktora tezleri yapılmıştır. Bununla beraber nikâhın tarifinde gösterdiğimiz gibi coğrafî şartların, konjonktürel durumların, bunların şekillendirdiği örf ve âdetlerin tesirinde kalarak getirdikleri yorumlar da vardır. Dolayısıyla manzarayı bir tek kare resimle değil de, o resimler bütününe birden bakarak görmek lazım. Bizim geçen hafta yaptığımız, sadece resmin bir karesini sunmaktan ibaretti. Şöyle bitirelim; genel manada bizim en büyük sıkıntımız, sorgulayan bir akla sahip olmayışımızdır. Belki de asırlardır bütün bütün olmasa da düşünceye dur demiş, yeni düşünce üretememiş; üretilen düşünceleri yenileyememiş durağan bir aklımız ve bir de içine düştüğü çukurun farkında olup ondan çıkma adına çabalama yerine kendini o çukura iten akla hayran olan aklımız var bizim. Halbuki bizim ne durağan ne de hayran, aksine sürekli çalışan, cevval, sorgulayan, kendini yeniden üreten, kendi içinde tutarlılığa ve sürekliliğe sahip olan akla ihtiyacımız var. Bu bağlamda, şeytanın vesvesesi ile aklına gelen şeylerden dolayı duyduğu rahatsızlığı: "Ya Resulallah! Allah, iman ve İslam'a dair kalbimize öyle düşünceler geliyor ki, gökten düşüp parçalanmak, onları söylemekten daha iyidir; bunun sebebi nedir?" diyerek dile getiren sahabiye; "Bu sırf imandır; sizde bulunan imanın alametidir." hadisinin verdiği mesajı yeniden düşünmeye ne dersiniz? Son sözü Bediüzzaman Hazretleri'ne bırakıyorum: "Dar görüşler, dar düşünceler!" |