๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Güncel Meseleler ) => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 02 Kasım 2010, 16:03:06



Konu Başlığı: Binlerce ortak noktamız var
Gönderen: Sefil üzerinde 02 Kasım 2010, 16:03:06
Nasuh Mahruki:“Binlerce ortak noktamız var“

Dağcılık sporlarının ve AKUT’un tanınan siması Nasuh Mahruki, 72.5 milleti yüzlerce yıl huzur ve barış içinde yaşatan geleneğimizin varlığına ve binlerce ‘bir’imizin olduğuna dikkat çekerek, “Farklı olan düşüncelerimizi, inançlarımızı, kıyafetlerimizi, yaşam tarzlarımızı önplana çıkarmak, ortak olduğumuz onca şeyi göz ardı etmek, yüzlerce yıl ortak yaşamın en güzel örneklerini vermiş bu millete zulümdür, haksızlıktır” dedi.

Tehlikeli anlarda hep O'nunlaydım!


Tabiat sporlarının tanınan siması Nasuh Mahruki ile Türkiye aslına bakarsanız 1999 depreminde AKUT’la tanıştı. O günden beri de Türkiye onu yakından takip ediyor diyebiliriz. Everest’e tırmanan ilk Müslüman-Türk olma özelliğini taşıyan Mahruki ile sporun hayatın diğer alanlardaki, insanın ruh macerası üzerindeki etkisini konuştuk.

Türkiye’deki insanlar sportif kabiliyetlerini tanıyor mu ?


Hiç de değil…Türkiye’nin yaş ortalaması 28.8 neredeyse benim yaşımdan 14 yaş daha genç. En son olimpiyatlarda rezil olduk. Türkiye 30 milyon genç nüfusu olmasına rağmen toplam nüfusu 10 milyonluk olan ülkelerin altında kalıyor. Nüfusumuzla doğru orantılı olmayan sonuçlar alıyoruz. Türk insanı kendi potansiyelini performansa dönüştüremiyor. Kabiliyetleri keşfetmiyor. Bizim gençlerimiz diğer ülkelerin gençlerinden daha mı yeteneksiz? Alâkası yok! Türkiye’de ciddî bir sistem sorunu var, sistem başarılı insanı keşfedip onu yükseltecek, ortalama insanın da yeteneklerini geliştirecek şekilde kurulmamış. Yolsuzluğun, hukuksuzluğun, rüşvetin, adam kayırmacılığın, bizden ve bizden olmayan ayırımcılığının bunda büyük payı var.

Türkiye’deki siyasî kutuplaşmalara baktığınızda sporcu gözüyle ne düşünüyorsunuz?


Siyasî kutuplaşma ve bizden ve bizden olmayan ayırımcılığı bizim kültürümüze en yabancı şey. Biz çok kültürlü bir milletiz ve tarih boyunca da öyle olmuşuz. Biz Selçuklu’dan Osmanlı’dan geliyoruz. Osmanlı 600 küsur sene, bugün üzerinde 30 tane devletin kurulduğu topraklarda imparatorluk kurmuş. 72.5 milleti biz huzur ve barış içinde yüzlerce yıl yaşatmışız. Kudüs gibi insanlık tarihinde sorunlarla ve çatışmalarla boğuşan bir yer Osmanlı döneminde ancak sükûneti yaşayabilmiş. Türk kültürü müthiş hoşgörülüdür ve adildir. Biz Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın, Hacı Bektaş’ın torunlarıyız. Biz bu coğrafyada adil devletler kurmayı nasıl becerdiysek yine başarabiliriz. Ama bunun için önce içimizdeki ayırımcılığa ve bundan beslenenlere bir dur dememiz gerekiyor. Tarih boyunca bizi yıkan tek şey böl ve yönet olmuş. Bu tuzaklara karşı artık daha uyanık olmak zorundayız.

Halklar arasında bir kutuplaşma olduğunu düşünüyor musunuz?


Olmayan bir şeyi oldurmaya çalışıyorlar. Buradaki turnusol kâğıdı bence şudur; kim bizim ortak ve bizi bir arada tutan değerleri önplana çıkarıyorsa Türkiye’yi, Türk milletini düşünüyor demektir, kim farklılıklarımızı ortaya çıkarıyorsa ve bunlar üzerinde siyaset yapmaya çalışıyorsa o da Türkiye’nin düşmanıdır. Kim farklılıklarımızı öne çıkarıyorsa, hangi seviyede olursa olsun kendi koltuğunu düşünüyor demektir. Farklı olan düşüncelerimizi, inançlarımızı, kıyafetlerimizi, yaşam tarzlarımızı önplana çıkarmak, ortak olduğumuz onca şeyi göz ardı etmek, yüzlerce yıl ortak yaşamın en güzel örneklerini vermiş bu millete zulümdür, haksızlıktır.

Tabiat sporlarıyla tanıdığımız Nasuh Mahruki nasıl bir çocuktu?


ocukluğumdan itibaren doğaya ve hayvanlara çok düşkündüm. Büyükbabamın Etiler’de yaptığı bahçeli bir evde oturuyoruz, bu bahçede bir çok hayvan besleme fırsatım oldu. İlk akvaryumumu daha ilkokulda kestirdiğim camları silikonla yapıştırarak kendim yapmıştım. Çocukluğumdaki bu ilgi, üniversitede tanıştığım doğa sporlarıyla zenginleşerek hayatımın merkezi oldu yıllarca.

Tabiat sporlarını yapmak belli bir seviyede güç ister. Muhtemelen daha öncesinden de spora yatkınlığınız olmalı?


Çok hareketli bir çocuktum. İlkokulda dört sene yüzdüm ve 11 madalyam vardır yüzmede. Lisede hentbole merak saldım, ancak ders notlarım nedeniyle devam edemedim. Üniversitede ise dağcılık, mağaracılık, aletli dalış, yamaç paraşütü gibi sporlara hem yatkın hem de yetenekli olduğumu keşfettim, çok da zevk aldım ve böylece arkası da geldi.

Spor yaparken tabiatla bütünleştiğinizi hissediyor musunuz?


Doğa müthiş bir kaynak, insanın bütün enerjisini değiştiriyor. Yeşili, denizi seyretmek, bir akarsuyun yanında durmak bile insanın enerjisini bambaşka bir yere taşıyor. Daha sakin hale getiriyor. Bir de işin içinde sportif bir taraf olunca fiziksel ve ruhsal bir mücadeleye giriyorsunuz. Böyle insanlar doğaya yaptığı yolculuklarda kendini tanıma fırsatı buluyor ve sınırlarını görebiliyor, geliştirebiliyor.

Köklü bir aile geleneğiniz var. Bu size hayatınızda kolaylıklar sağladı mı?

Aileden gelen görgü ve kültür çok önemli. İnsan bu birikimi hayatına da yansıtıyor. Aile terbiyesine önem veren bir ailede çocuk, yaşam içerisinde hayatı boyunca yanında olacak kuvvetli değerleri küçük yaşta öğreniyor. Küçük yaşında bile kendine saygı duymayı, çevresine saygı duymayı, haksızlık etmemeyi ve hakkını korumayı, yeri geldiğinde kendini savunması gerektiğini öğreniyor. Annem ve babam ben iki yaşındayken ayrılmışlar, beni babaannem yetiştirdi, ailemde verilen terbiyenin hayatıma çok şey kattığını söyleyebilirim.

Sizce Türkiye geleneklerine ve geçmişine yeterince sahip çıkıyor mu?


Türkiye kendi değerlerine yabancılaşmış bir süreç yaşıyor. Medya ne yazık ki bu süreçte çok kabahatli. Televoleler, magazin programları, garip diziler, sonu gelmeyen futbol sohbetleri, saçma sapan yarışma programları bu kötü gidişin hem önemli bir kaynağı hem de hızlandırıcı etmeni. Özel hayatların en sefil haliyle açığa vurulması ve büyük bir merakla ve iştahla takip edilmesi kent kültürümüzde de Anadolu kültüründe de yoktur. Kırsaldan kente göç etmiş, ama ne kırsal kökenini geride bırakabilmiş ne de kentli olmayı başarabilmiş arada kalmış hibrid bir kültür var artık büyük şehirlerde. Bunların hepsi yoz ve arada kalmış bu hibrid kültürün ürünleri. Dört tane özel seçilmiş sosyopatı çıkarıyorlar ekrana ve milletin gözü önünde birbirlerine saçma sapan konularda kavga ettiriyorlar, küfür, kâfir ve bunu da televizyonculuk diye bize yutturuyorlar. İnsanlara içi bomboş bu didişmeleri seyirlik eğlence gibi izlettiriyorlar. Bu insanları aptal yerine koymaktır. Bu kentli olamamış, ama Anadolunun gerçek kültürünü de taşıyamayan yoz bir kültürün eseridir. Bu televizyon programları da bu yoz kültürün uyuşturucuları.

Futbol konusundaki görüşleriniz nedir?


Ben profesyonel sporcuyum, sporun fiziksel ve psikolojik olarak insana neler kazandırdığını, kişiliğini nasıl geliştirdiğini çok iyi bilirim. Ancak 90 dakikalık çok keyifli ve heyecanlı seyirlik bir spor olan futbol maçlarından sonra her televizyonda üç saat boyunca; “goldü, değildi, taçtı, ofsayttı, bilmem neydi” tartışmalarını son derece yersiz ve mânâsız buluyorum. Saatler süren bu tartışmaların, çok değerli zamanını çalmaktan başka kime ne faydası olabilir? Hayata ne tür katma değer sağlayabilir? Bu tür sonu gelmeyen yorum programları insanların zamanını, duygularını, enerjisini ve beynini çalıyor. Seni hayattan koparıp havanda üç saat su dövdürüyor. Ortaya da olumlu bir enerji çıkmıyor. İşte bu da kendine yabancılaşmanın, insanın kendi doğasından uzaklaşmasının bir parçası. Tuttuğu takım uğruna insanlar döner bıçaklarıyla, koca sopalarla birbirlerine saldırıyorlar. Vatan savunması dersen anlayacağım, ama altı üstü bir takımın taraftarı olarak bir spor oyununun peşinden koşuyorsun. Bunun için vuruşmaya, ölmeye, öldürmeye değer mi? Bunun sporla ne alâkası var. Bu olsa olsa vandallık olabilir...

İnsanların kendine, kültürüne yabancılaşması nasıl ortadan kaldırılabilir?


Toplum hayatı bir ortaklıktır. Ortaklığın sağlıklı sürdürülmesi için herkesin üstüne düşen sorumlulukların farkında olması ve bunları yerine getirmesi gerekir. Bunun için de toplumun çıkarlarının önplanda tutulması gerekir. Bize öğretilen kazan-kazan formülü doğrudur, ama yeterli değildir. Yeterli olan kazan-kazan-kazandır olmalıdır. Yaptığımız işin sonucunda çevreye, doğaya dünyaya, diğer insanlara nasıl bir etkimiz oluyor diye de bakmamız gerekir. Hayatı sadece kâr odaklı ve kâr maksimizasyonu olarak değerlendirirsek varacağımız yer vahşi kapitalizm olur. Herkesin dünyamızdan daha fazla cebine doldurmaya çalıştığı bir talanda herkes kendi doğasından uzaklaşır, vahşileşir, vicdansızlaşır, sağduyusunu kaybeder. Bunun çözümü, hepimizin yaratılış olarak, öz olarak aynı olduğumuzu ve aynı bütünün farklı yansımaları olduğumuzu kavramaktır.

Sizce kazan-kazan-kazandır ilkesine uymayan, tabiatı tahrip eden projeler var mı?


HES’ler ve HES’lere yaklaşım bir sorun. Ben Türkiye’nin enerji üretmesine, barajlar kurmasına, hatta nükleer enerji üretmesine de karşı değilim, ülkemizin enerji ihtiyacının elbette ki farkındayım. Ama bunun iyi hesaplanıp doğru kurulması, doğru projelendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin HES projesi için Antalya Alakır’da suyun az bir miktarını bırakıp geri kalanını borularla taşıyorlar. Eğer böyle yaparsanız derenin ana yatağındaki suyu borulara hapsetmiş olursunuz ki bu da orada yaşayan, o kaynaktan faydalanan böceğe, çiçeğe, bitkiye, hayvana yaşam hakkı tanımaz. Suyun doğal yatağında akması gerekir ki, denge korunabilsin ve aktığı yere faydası olsun. Cansuyu diye bir pay su bırakıyorlar, ama o yetmez ki!

Sizce Anadolu insanlara yetmiyor mu ki insanlar İstanbul’a göç ediyor?


Kaynakları doğru kullanılsa Anadolu Türkiye’ye fazla fazla yeter. Ama Anadolu’da iş ve istihdam olanakları sağlıklı bir şekilde yaratılamadığı için bugün insanlar doğdukları yerden büyük şehirlere göç etmek zorunda kalıyorlar. Türkiye’de yaşayan her beş kişiden biri İstanbul’da yaşıyor. İstanbul’da bugün yaşayan insanların yüzde 75’i İstanbul doğumlu değil, buraya göç etmek zorunda kalmış, karnını doyurmak için gelmiş. Hem kendisi burada mutsuz oluyor, hem de şehrin dokusunu, kültürünü zorluyor. Oysa ülkenin ekonomik kaynakları eşit ve adil olarak ülkeye yayılabilmiş olsa, kim niye göç etmek istesin, doğduğu topraklardan kopmak istesin? Almanya’nın en büyük şehirleri bile 4 milyondan kalabalık değildir. İstanbul ise belki 14 milyon. Burada bir mantıksızlık var. Medeniyeti eşit bir şekilde vatana yayarsan insanlar doğdukları yerde karınlarını doyururlar ve orada kalırlar, orada üretirler, orada mutlu olurlar. Ülke kaynakları yanlış yönetildiği ve günü kurtarmanın ötesinde uzun soluklu planlar yapılmadığı için Türkiye bu sıkıntıları atlatamıyor. 17 Ağustos depremi bunun çok üzücü bir örneği. Türkiye, Kuzey Anadolu Fay hattının geçtiği birinci derece deprem bölgesine, neredeyse ülkenin bütün ağır sanayi yatırımını yapmış. Bu plansızlık değildir de nedir? Bu yatırımları Anadolu’ya pay edebilsek, bir çok sıkıntı çözülebilir. Burada demiryolu ağımızın yetersiz olmasının ve ülkedeki taşımacılığın ağırlıklı olarak daha pahalı bir sistem olan karayolu ile yapılmak zorunda olmasının da büyük payı var.

Spora dönecek olursak; tabiat sporlarının bir mücadele olduğunu söylemiştiniz. Bu mücadele tabiata karşı mı veriliyor?


Doğaya karşı nasıl vereceksiniz ki? Doğa zaten seninle ilgilenmiyor ki! Sadece seyrediyor. İyi yaptın kötü yaptın diye seni ne ödüllendiriyor ne de cezalandırıyor. Sadece yağmur, rüzgâr, güneş gibi olasılıklarını gerçekleştiriyor. Doğada yapılan sporlar doğayla mücadele gibi görünse de aslında insanın kendiyle mücadelesidir. Çünkü insan doğayı değil kendini aşmaya çalışıyor. Aştığın her hedef kendin için yeni bir sınır anlamı taşıyor. İnsan doğaya yaptığı yolculuklarda kendini geliştiriyor.

İnsanın yaradılış gerçeğine ne gibi katkıları var tabiat sporlarının?


Doğada yapılan aktivitelerde başka uyaran yok. Ev kirası, vergi borcu, okul, sınav yok. Sen ve doğa var. Bir de tabi yanında arkadaşların var. Doğa sporları insanın kendi içine dönmesine fırsat veriyor. Kendini dinlemesini, kendini daha iyi tanımasını sağlıyor.

Sizin açınızdan müşahhas olarak neler değişti?

Yazdığım yedi kitap doğayı, kendimi, hayatı ve dünyayı tanıyarak yazdığım eserler. Ben doğadan ve dağlardan çok şey öğrendim. 95 yılında Everest’ten dönerken 27 yaşımı bitirip 28 yaşıma bastığım günde uzun, zorlu ve çok yorgun olduğum bir yürüyüşle dağdan inerken bir daha asla 27 yaşında olamayacağını, zamanı geri döndüremeyeceğimi idrak ettim. Bunu biliyorsunuz, ancak içselleştirmek bambaşka bir şey. Bir saat boyunca oturup bunun üzerinde düşündüm…

Everest gibi bir dağa tırmandınız. Ekip olsanız bile kendi içinizde yalnızsınız. O anlarda Yaratıcıyı düşünüyor mu insan?

Sürekli O’nunlasın O’ndan hiç kopamıyorsun ki! Bu kadar zorlu ve tehlikeli proje gerçekleştirdim, ama bütün bunları hep güven içinde yaptım, her zaman korunduğumu hissettim. Öncelikle her yaptığım işi sağlam yaptım, gerekli tüm önlemleri aldım. Onun ötesinde ise hep hayata güvenerek hareket ettim. Her ne iş yaptıysam, her ne tehlikeyle uğraştıysam “Ben buradan çıkarım, başıma ne gelirse gelsin, bir yolunu bulur atlatırım” düşüncesiyle hareket ettim.

Kuzey Yamacı adında sinema filmi izlemiştim.

Orada da dağcılığın zorlukları bütün gerçekliğiyle anlatılıyordu. Arkadaşlarını bir ipin ucunda asılı olarak bırakıp ölüme terk ediyorlar…

Dağa tırmanırken ip arkadaşı oluyoruz. İp arkadaşlığı bizim için silâh arkadaşlığı gibi kutsaldır. Benim hayatım sana, senin hayatın bana emanet oluyor. Bu hayatta duyabileceğiniz en yüksek güvenlerden biridir. Bu da güvenmeyi ve güvenilir olmayı öğretiyor. Sen olmasan ben, ben olmasam sen gidemezsin.

Dağda bir kaza, bir yaralanma olduğunda tüm öncelikler değişir, o yaralıyı asla bırakamazsın ve nasıl indireceğini düşünürsün. Ölüm farklı, ölümde artık yapabileceğin hiçbir şey kalmaz…

Ölen arkadaşlarınız oldu mu? Peki siz de “KuzeyYamacı” filmindeki gibi bir kazada ulaşmamız imkânsız diyerek arkadaşınızı soğuğun içinde asılı bırakıp ölmeye terk eder miydiniz?

Benim yirmiye yakın arkadaşım dağlarda öldü, bir kısmı gözümün önünde öldü. Ölüm karşısında yapacak bir şey yoktur. O anki duruma göre ekip bir karar verir, ya ilerler ya da ekibin psikolojik durumuna göre geri döner. Ancak “Kuzey Yamacı” filmini izleyince şok oldum. Bizim tanıyalım, tanımayalım birini dağda o şekilde bırakmamız sözkonusu değil. Gerekirse hayatımızı ortaya koyarız, ama hiçkimseyi o şekilde ölüme terk edemeyiz. Bizim kültürümüz buna izin vermez. Türkiye’de böyle bir şey olamaz, hiçbir Türk dağcısı böyle yapamaz. O insanı yorgunuz, malzememiz yok, hava şartları kötü diye bırakamazsınız. Kurtarmayı deneyeceksiniz, ölecekse bile elinizde ölecek, denerken ölecek.

 YeniAsya