Konu Başlığı: Aleniyet ve mahremiyet ilişkileri Gönderen: Sefil üzerinde 24 Mayıs 2012, 17:55:57 Aleniyet ve mahremiyet ilişkileri
Mahremîyet bir derinleşme tecrübesidir. Elbette yalnızlığa ya da yalnızbenciliğe dönüşme riski taşır. Bu riskin sınırlarının başladığı yerde alenîlik şart oluyor. Alenîliğin riski ise yüzeyselleşme, tutunamama ve kayboluştur. Bu yüzden tehlike sınırlarında yeniden mahremîyete dönmeyi düşünmek gerekecektir. Vahim olan husus, kapitalist süreçlerin alenîyet ile mahremîyet arasındaki geçişleri berhava etmesi; parçalardan birisini gömüp diğerini fetişleştirmesidir. Kapitalizm ve onun modernist doktrinleri, alenîyeti baskın bir değer haline getirdi. Modernliğin "açık toplum" vurgusu, kamusal alanların büyümesi ve çoğalmasına dönük övgüler , kentlilik ontolojisi, kent havasının özgürleştirici etkisinin yüceltilmesi (Stadluft macht frei) vb buradan doğar. Oysa bütün bu iddialar üzerinde ayrıntılı kesitler sunan hassas tarihsel okumalarının yapılması gerekir. Meselâ 18.Yüzyıl kamusallılığı ile 19.Yüzyıl kamusallığının niteliklerinin tutmadığını kamusal tarih araştırmaları apaçık ortaya koymaktadır. Yani kamusal kültür geç feodal dönemdeki resimleriyle alabildiğine şenlikli ya da teatral iken, 19.Yüzyıl Viktoryen kamusallık alabildiğine boğucu bir mâhiyet kazanmıştır. Öte yandan Doğu Akdeniz ticaretinden beslenen İtalyan kentlerinin kamusal kültürü ile yüzünü Atlantik Okyanusuna çeviren Hollanda'daki kamusal kültürler hayli farklıdır. Kentsel canlanma geleneksel şehirlerin canlılığını , teatralliğini taşıyan kadim mekânsal dokularını tarumar etti. Kentlerin hikâyesini yazanlar elbette ki en başta burjuva kamusallıklarının mekânsal anlamdaki başat anlatıcısı olan flanörlerdi. Biz Baudelaire, Proust ,Joyce gibi yazarlardan-bunların bizdeki karşılığı ise Ahmed Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ve Ahmed Haşim gibi edebîyatçılardır- kentlerin hikâyesini dinledik. Bu hikâyeleştirmeler elbette edebî anlamda çok önemli derinlikleri ifâde eder. Ama kentlerin tarihinin somut taraflarıyla bir bağını kurmakta zorlandığımı söylemeliyim. Kentlerin sorunlarını içerdikleri somut gerçeklere sâdık olarak edebîleştirenler de çıktı. Ama kişisel kanaatim odur ki, bunlar arasında ilk grubun edebî düzeylerine ulaşan azdır. Kent hikâyeleri ya tarihsel karşılıklarını bulmakta zorlandığımız harikûlâde anlatılar; ya da kent gerçeklerini sunan ama edebî lezzet uyandırmakta diğerlerinin düzeylerine ulaşmakta zorlanan ürünlerle anlatıldı. Bildiğimiz odur ki, kent; mahremîyetlerin çökertildiği, alenîyetlerin özendirildiği bir mekânsal yapılar ağıdır. Bunu anlıyoruz: Çünkü kapitalist üretim, toplumsaldır. Toplumsal ise kolektif hayat geleneklerinin dış bükey olarak yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Kamusal hayat artık teatralliği , başdöndürücü özgürlük havasıyla değil üretim disiplini ve onun rutinleriyle anılmaktadır. Nazi kamplarının nizâmiye kapısını süsleyen "Arbeit macht frei" (İş özgür kılar) sözü, geç feodal Almanya'da türeyen "Stadluft macht frei" (Şehir havası özgür kılar) sözünün somuttaki karşılığıdır. Bu dönüşüm sanki edebî brütü , bir yaşam netine çevirmiştir. Bu aynı zamanda, kamusal hayatların; kontrolünün Big Brother'lara düştüğü-panopticon-; yaygın ve yoğun bir yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın tecrübe edildiği alanlara nasıl dönüşmüş olduğunu da göstermektedir. Artık mahremîyet geride kalmıştır. Çekirdek aile temelli Viktorya dönemi ahlâkının, bireyleri kuşattığı bir ev hayatında artık sadece özelleşebilir. Zaten mahremîyetin yerini alan özel hayatlar, açık ve gizli yaraların biriktiği işleyip apselendiği ve bu apsenin beklenmedik noktalarda patlayıp etrafa saçıldığı - Freud'a sormak lâzım- alanlardır. Özel hayat bu haliyle mahremîyetten uzaklaşmayı ifâde eder. Bloklaşan işçi sınıfı evleri, ya da orta sınıf daireler cendereye alınmış, birbirlerine yabancılaşan ve birbirini yiyen insan manzaraları ortaya çıkarıyor. Home, Sweet Home" güzellemesinden de anlaşılması gereken esasta budur. Bugün kamusal hayatlar; içindeki biricik deneyimin kültürelleşmek olduğu ve tüketime odaklı bir yeni yapılanma arz ediyor. Alenîyet artık,Bauman'ın da vurguladığı üzere; bir önceki evrenin özel hayatlarını da berhava eden; herkesin herkesi gördüğü, ya da kimin kimi gördüğünün belli olmadığı –sinopticon- mutlak bir yapılanmadır. Üstelik artık bir zorunluluk değil, başat insanlık tutkularından birisidir. Buradaki entelektüel mârifet ise; alenîyeti abartmak değil; onu yeniden mahremîyetle buluşturacak bağları kurabilmektir. yenişafak |