๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Aile Hayatı ) => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 10 Ekim 2010, 11:21:14



Konu Başlığı: Hadîsler Işığında Çocuk Terbiyesi
Gönderen: Eflaki üzerinde 10 Ekim 2010, 11:21:14
Hadîsler Işığında Çocuk Terbiyesi

(http://minikkelebek.files.wordpress.com/2010/02/hadisler-isiginda-cocuk-terbiyesi2.jpg?w=436&h=294)

Yüce ALLAH insanı tertemiz ve berrak, işlenmeye hazır kıymetli bir mücevher suretinde yaratmıştır. Bu, onun hayra da şerre de istidadının bulunduğunu ve yaratılıştan kazanılmış olan kalb, akıl, ruh ve vicdan gibi latîf cevherlerinin, hangi inanç ve kültür havzasında yoğrulursa o yöne doğru meyledeceğini göstermektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen “ALLAH sizi hiçbir şey bilmediğiniz hâlde annelerinizin karnından çıkardı ve size işitme(niz için kulaklar), (görmeniz için) gözler ve (anlayıp idrak etmeniz için de) gönüller verdi ki (bundan dolayı O’na) şükredesiniz(Nahl, 16/78)   âyeti de, insana doğuştan İlâhî bir lütuf olarak kazandırılan cevherlerin varlığına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla insan, hayatını idame ettirmek için herhangi bir terbiyeye ihtiyaç hissetmeden tabiî insiyakıyla yaşantısını sürdüren hayvandan farklı olarak, potansiyel hâldeki donanımını bir eğitim sürecinden geçirerek geliştirmek ve belli bir düzeye getirmek mecburiyetindedir.

Yüce ALLAH, Kur’ân’da “Ey iman edenler, kendinizi ve aile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun!” (Tahrîm, 66/6)   buyururken, çocukları dünyevî ve uhrevî hayata hazırlamanın önemli bir mesuliyet olduğuna işaret etmiştir. Keza ALLAH Resûlü de, “Bir baba evlâdına güzel edep ve ahlâktan daha üstün bir miras bırakmış olmaz.” (Tirmizi, Birr 33) ve “Çocuklarınıza ikram edin ve onları güzelce terbiye edin.” (İbn Mâce, Edeb 3) buyurarak bu vazifenin asla ihmal edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır.

Ancak, günümüzde çocuk terbiyesi gibi fevkalâde hassas olan bu meselede inisiyatif, ya bütünüyle âdet ve geleneklere bırakılmış veya gelenekten kaynaklanan kimi yanlışlıkları düzeltmek adına Batı kültürünün şefkatli(!) kollarına terk edilmiştir. Dünden bu güne bazı yörelerde bir anne-babanın kendi anne-babasının veya kayınvalide ve kayınpederinin yanında çocuklarını kucağına almasının yadırgandığına dâir uygulamalar, her ne kadar gelenekten kaynaklanan katı âdetler ise de; bu gün artık geleneğin bu gibi yanlışlıklarını düzeltmek adına maalesef Batı kültürüne dayalı kimi esasların egemen kılınmaya çalışıldığını görmek gibi bir tali’sizliği de yaşıyoruz. Ne acıdır ki, gereksiz bir saygı ve faydasız bir terbiye anlayışının yerini, bu defa mânevî değerlerimizden kopma ve yırtılma hâli istilâ etmiş, bu konuda ifrat ve tefritler yaşanır hâle gelmiştir. Öyle ki, anne-baba belli bir yaştan sonra çocuğunun sigarasına, uyuşturucu kullanmasına, akşamları eve geç gelmesine, hattâ geceleri sokakta geçirmesine, dinî vecibeleri yerine getirmesine dahi karışamamakta; oğluna veya kızına bir şey söylese on katıyla karşılığını almaktadır. Nesillerin gönlünden iffet ve hayâ perdesi sıyrılmış, saygısızlık ve yüzsüzlük âdeta zamane nesillerinin şiarı olmaya yüz tutmuştur.

Çocuk Terbiyesine Dâir Esaslar

ALLAH Resûlü, gerek çocuklarla olan ilişkilerinde ve gerekse çocuk terbiyesiyle alâkalı sözlerinde bu hususta hayatî öneme sahip esaslara işaret etmiş ve bu taze fidanların yetiştirilmesinde hataya düşülmemesi ve fıtratlarını koruyacak prensiplere mutlaka önem verilmesi ikazında bulunmuştur. Bir bütünlük içerisinde bakıldığında, ALLAH Resûlü’nün, fazilet timsali nesiller yetiştirilmesi konusunda bazı önemli esaslara dikkat çektiğini görmekteyiz:

1) Çocuk Terbiyesine Doğumla Birlikte Başlamak

Resûlü Ekrem (as), gerek kendi çocukları ve gerekse yakın çevresindeki çocuklarla doğmadan önce ilgilenmeye başlar ve çocuk terbiyesinin doğumla birlikte ve hattâ daha öncesinde başlaması gerektiğine işaret ederdi. Kızı Hz. Fâtıma torunu Hz. Hasan’a hamile iken yanına uğrayıp hâlini hatırını sorar ve ‘çocuk doğunca kendisine haber verilmesini, haber vermeden de çocuğa hiçbir şey yapılmamasını’ tembih ederdi. (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI/261-262.) Aynı alâkayı torunu Hz. Hüseyin için de göstermiştir.

ALLAH Resûlü, yeni doğan çocuğa verilen ilk gıdanın faziletli ve âlim bir şahsın elinden olmasına özen gösterirdi. Bu ihtimamı sadece kendi torunları için değil, bütün çocuklar için de gösterirdi. Nitekim Hz. Âişe, ‘doğduğu zaman çocukların Peygamber’e (as) getirildiğini, O’nun da bunlara hayır duada bulunup ‘tahnîk’1 yaptığını’ belirtmektedir. (Müslim, Âdâb 27) Müslüman eğitimciler, ALLAH Resûlü’nün çeşitli hikmetlere mebnî bu sünnetinin, yeni doğan çocuğun âlim ve fâzıl bir zâta götürülerek tahnîk ettirmek sûretiyle yaşatılmasını tavsiye etmişlerdir. (İbrahim Cânan, Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, s.81.)

Hz. Âişe’nin ifadesine göre, yeni doğan çocuk için dua edip, ALLAH’tan ömrünün bereketli kılmasını talep etmek de, Peygamber’in (as) bir başka tavsiyesidir (Buharî, Daavât 31).   Resûlüllah (as), çocukların kulağına ilk telkin edilecek şeyin ‘ezân ve ikâmet’ olmasını isterdi. Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin doğduklarında, sağ kulaklarına ezan, sol kulaklarına da ikâmet okumuştu (Ebû Dâvud, Edeb 107). Bu telkin, çocuğun daha ilk günden ihmal edilmeyip, dinin mukaddesleriyle tanıştırılması gerektiğine önemli bir işarettir. Aynı zamanda bu uygulama, ‘Eğitim ve terbiyenin mevsimi beşikten mezara kadardır.’ kanaatini seslendiren Müslüman eğitimciler için de bir mihenk taşı olsa gerektir.

ALLAH Resûlü’nün, çocuğun doğumu sonrasında önemle üzerinde durduğu bir başka husus da onlara ‘güzel bir isim’ verilmesidir. O’nun “Sizler kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O hâlde isimlerinizi güzelleştirin.” (Ebû Dâvud, Edeb 61)   çağrısı, Asr-ı Saadet’te yankısını bulmuş ve güzel isimlerin seçilmesine ihtimam gösterilmiştir. Nitekim Hz. Fâtıma ilk çocuğunu dünyaya getirdiğinde, Hz. Ali ona ‘Harb’ adını koymak istemiş, ancak Peygamber (as) bu ismi beğenmeyerek torununa ‘Hasan’ adını vermiştir. (İbn İshâk, Sîret, s.231.)   Keza oğlu İbrahim’in doğumu müjdelendiğinde: “Bu gece bir oğlum oldu; ona atam İbrahim’in adını verdim.” (Müslim, Fedâil 62) diyerek sevincini açıkça izhar etmişti.

Resûlü Ekrem (as), çocuklar doğduktan sonra ilk yedi gün içerisinde, başlarındaki tüyü tıraş ettirip ağırlığınca ‘sadaka’ vermek (Muvatta’, Akîka 2), ALLAH’a şükrün bir ifadesi olarak ‘kurban (akîka)’ kesmek (Buharî, Akîka 2), yakınlara ve eşe dosta ‘ziyafet’ tertip etmek (Buharî, el-Edebü’l-Müfred, s.335) ve çocuğun doğumunu müjdeleyenlere ‘hediye’ takdiminde bulunmak (İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, VIII/212.)   gibi sünnetler koymak suretiyle, ALLAH’ın bir kimseye verdiği en önemli lütuflardan birinin çocuk olduğuna ve çocuk terbiyesi konusundaki yükümlülüklerin de doğumla birlikte başlaması gerektiğine dikkat çekmiştir.

2) Terbiyede Şefkat-Ciddiyet Dengesini Korumak

ALLAH Resûlü, tabiat itibariyle şefkat ve muhabbet dolu bir yücelik timsaliydi. Her zaman güler yüzlü, tatlı sözlü ve şefkatliydi. Torunlarını öpüp koklarken Peygamber’i (as) gören Akra’ b. Hâbis adlı sahabi bunu yadırgayarak: “Benim on çocuğum var ve şimdiye kadar hiç birini öpmüş değilim.” dediğinde; ALLAH Resûlü de onun bu tavrının hoş olmadığını, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” veya bir başka vesileyle, “ALLAH kalblerinizden şefkat duygusunu çıkardı ise, ben ne yapabilirim ki!” demiştir (Buhârî, Edeb 18).

Hicretin 10. yılında oğlu İbrahim, 16 veya 18 aylıkken hastalanmış ve kucağında vefat etmişti. Bunun üzerine mübarek gözlerinden yaşlar boşalmış; bunu gören Abdurrahman b. Avf, hayretini gizleyememiş ve neden ağladığını sormuştu. ALLAH Resûlü, ağlamanın şefkat ve merhamet belirtisi olduğunu ifadeyle, oğlu İbrahim’e yönelerek duygularını şöyle ifade etmiştir: “Eğer tekrar buluşma vaadi olmasaydı… senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok mahzunuz ey İbrahim! Gözler yaş akıtır, kalb hüzünlenir, lâkin biz ALLAH’ın hoşlanmayacağı şeyi söylemeyiz.” (Buharî, Cenâiz 43)

Resûlullah (as), “Bunlar benim dünyadaki iki reyhanım (kokuların en güzeli)” (Buharî, Fedâilü’s-sahâbe 22) dediği torunlarını kucaklar, koklar ve bağrına basardı. O’nun (as) sevgisi sadece kendi çocukları ve torunlarına münhasır değildi; diğer çocukları da sever okşardı. Üsâme b. Zeyd’in anlattığına göre, ALLAH Resûlü onu bir dizine, torunu Hasan’ı da bir dizine oturtur, sonra ikisini de bağrına basarak: “ALLAH’ım, ben bunları seviyorum; bunları Sen de sev!” (Buharî, Fedâilü’s-sahâbe 18) diye dua ederdi. Bir namaz esnasında sırtına binen torunu kendiliğinden ininceye kadar secdeyi uzatmış, çocuğa müdahale etmemiştir. Hattâ namaz bitince cemaatten birinin, “Ey ALLAH’ın Resûlü, namaz sırasında secdeyi öyle uzun tuttunuz ki, bir hâdise meydana geldiğini veya Sana vahiy indiğini zannettik.” demesi üzerine: “Hayır! Bunların hiçbirisi olmadı; torunum sırtıma bindi. Acele etmeyi ve hevesi geçmeden de sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım.” diye karşılık vermiştir. (Nesaî, Tatbîk 82)

Burada önemli bir hususa işaret etmek gerekir ki, ALLAH Resûlü’nde sevgi ve şefkat her zaman asıl olmakla birlikte; O (as), şefkat ve ciddiyet arasında belli bir denge de gözetmiştir. Zîrâ O (as), misyonu ve donanımı itibariyle bir ciddiyet ve vakar insanıydı. Ashab-ı Kirâm, derlenip toparlanmadan, huzuruna yakışır bir hâl almadan, hürmetsizlik edecekleri endişesiyle O’nun karşısına çıkmaya, yüzüne bakmaya cesaret edemezlerdi. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma da böyleydi. Onlardaki hürmet ifadelerine sürekli şahit olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de zamanla aynı ruh hâletine bürünmüşlerdi. Yaşları ilerledikçe onları tatlı bir mehâbet hissi sarıvermişti. Resûlullah (as), ne kadar yumuşak ve müşfik davranırsa davransın, muhatapları asla lâubaliliğe girmezlerdi.

Sevgiyle ciddiyeti dengeleme konusu, pedagojik açıdan da önemli bir husustur. Öğrencilerin hissiyatını gözetme, onların dertlerini dinleme, başlarını okşama, ellerinden tutma ve ihtiyaçlarını giderme mutlaka ehemmiyetlidir; fakat onlar karşısında ciddiyeti ve vakarı koruma da oldukça önemli bir husustur. Gerek anne-babalar, gerekse öğretmenler, çocuklarına veya öğrencilerine mutlaka sinelerini açmalı, her zaman onlarla ilgilenmeli, dertlerine ortak olmalı, gerekirse harçlık vermeli, hattâ onlar için canlarını bile feda etmeyi göze alabileceklerini göstermeli ve sevgilerini ortaya koymak için her vesileyi değerlendirmeli; ancak onlar karşısındaki konumlarını ve ciddiyetlerini mutlaka korumalıdırlar. Aksi hâlde, kontrolsüz sevgi ve alâkanın çocuğu şımartıp küstahlaştırması ve ukalalaştırması kaçınılmaz olacaktır.

Resûlullah (as), çocukların ve torunlarının henüz çok küçük oldukları bir dönemde, onları birer ikişer omuzlarına almış, öpmüş, sevmiş ve onlara dualar etmiştir. Bu vesileyle, hem şefkat ve merhametinin gereğini ortaya koymuş, hem hâdiseye şahit olan sahabilere bazı terbiye kaidelerini öğretmiş, fakat daha bilemediğimiz onlarca hikmeti gözeterek, torunlarını kucağına aldığı zamanlarda bile, O (as), daimî duruşunu, her zamanki tavrını ve ciddiyetini korumuştur.