๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler( Aile Hayatı ) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 31 Ağustos 2010, 14:10:44



Konu Başlığı: Gençleri serbest bırakmak doğru mu?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 31 Ağustos 2010, 14:10:44
Gençleri Serbest Bırakmak Doğru Mu?

İlahi emir ve yasaklar, insanları ebedi âlem için mükemmel bir şekilde donatarak hazırladığı gibi dünyevi yaşamın da standardını en üstün seviyeye çıkarır şüphesiz. Muhatabı olduğumuz bütün emir ve yasaklar insanın dinini, aklını, canını, neslini ve malını korumaya yönelik olarak belirlenmiştir. Emirlerin ve yasakların alt yapısı ya bu beş kutsal şeyin hepsini ya da birkaçını korumak içindir. Yani dinimizde, herşey sır niteliği taşımaz. Allah, adaleti ve merhameti gereği, pek çok emrin sebeb-i hikmetini biz kullarına bildirmiştir. Tabiri caizse Kuran’ın pek çok hüküm içeren ayeti, bizzat Kur’an tarafından ve Peygamber sözleriyle deşifre edilmiştir. Her ne kadar ibadetler konusu, hikmetinden sual olunamayacak, farziyyetinin çıkış sebebi bilinmeyen mevzular içine girse de, Allah (cc), ibadetlerin içerisine de kişisel ve toplumsal birçok faydalar yerleştirerek, ibadetleri yan sebeplerle bizlere sevdirmiştir. Bir bakıma konuyu gizemli bir havadan uzak tutmuştur.

    İbadetlerdeki ilk ve ana gaye ise, kayıtsız ve şartsız Allah’a kulluktur. Yani Allah’ın tahakkümü altına girerek, kulluğunu, acziyetini idrak etmektir. Buna şöyle bir açıklık getirecek olursak; bir kişi namazın ya da orucun kazandırdığı değerleri, güzellikleri başka kanallardan alacak olursa kendisini namazdan, oruçtan muaf edemez. İşte bunun içindir ki İslam, sadece akıl ve mantık dini değil, kaynağını nakilden alan, akla da ters düşmeyen emirler ve hükümler bütünüdür. Aklın, naklin üstünde bir yaptırımı yoktur. Nefse, emirlere tabii olmak kafese hapsolmak gibi gelse de, “nefsine dur” diyenler gerçek özgürlüğün, Allah’ın koyduğu sınırlamalar ve kurallara uymak neticesinde olduğunu anlar.

    Annemizden bizi kat be kat daha fazla seven Rabbimiz, eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış insanoğlunun, kendisine yakışmayacak davranışlarla, zelil ve rezil olmasını istemez. Hani küçükken hemen hepimiz annemizden ‘Aman yavrum! Tanımadığın bir adam sana çikolata, şeker vererek yanına çağırırsa, sakın yanına gitme, tanımadığından bir şey alma.’ Uyarılarını duymuşuzdur. Yani, çok anlaşılır bir benzetmeyle, Allah, bizi bu şekilde koruma altına almıştır. Çocuk bir gün büyüyüp kendini koruyabilecek yaşa gelse de, kulluğun yaşı yoktur. Ölene kadar muhasebe, mücadele, inişler ve çıkışlar devam eder; bu kulluğun gereğidir. İnsan yaratılış itibariyle çok kompleks bir yapıya sahiptir. Uç noktalarda, kenarlarda, köşelerde gezinmeye müsait bir ruh hali vardır. Derinlere inip vurgun yiyebileceği gibi, kıyılarda, pis sularda da yüzebilir. Orta yolu yakalamak çok zordur. İşte Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından uzak durmak kadar, orta yolu tutturmak, dengeli olmak, tavizsiz ve duru bir din anlayışını özümsemek de bir o kadar önemlidir. İdeallerden sapmadan, dengeyi ve istikrarı korumak, yani istikamet üzere olmak büyük başarıdır ve büyüklerin işidir. Kimse ibadet yaparken sinirlenmez ama çocuğu yaramazlık yapınca ya da damarına basılınca sinirlenir. Yiğitlik de böyle zamanlarda belli olur. Bizim ruh halimize bütünüyle vakıf olan Resul-u Ekrem de ‘yiğitlik er meydanında güreşmek değil nefsinle güreşebilmektir.’ diyerek bu noktaya temas etmiştir. Dolayısıyla, Allah’ın katında seçkin bir konuma gelme mücadelesi veren insan, her an Allah’a dayanır, Allah’a dayanmak zorundadır. En inançsızı bile en zor anda ‘Allah’ım beni kurtar’ diyerek inler.

Rabb-i Teala Hz. bizi yaratıp, panda yavrusu gibi bir kenara atmamıştır. An be an bize muttali, an be an kalbimize nazar eden, sonsuz merhamet sahibidir O… Her yaptığımız işte ondan yardım dileriz. Sınırlarımızı zorlayıp ona dayanırız, kısaca tevekkül ederiz. Ömür boyu Allah rızası için çalışıp çabalasak, Allah bize cenneti vermek zorunda değildir. Salih mü’min profilini her an koruyan bir kul bile son nefeste yine ona sığınarak, tevekkülle, hüsn-ü zanla, lütf-u keremini ister, bağışlanmayı ister. Şöyle ki, hem dünyevi hem de uhrevi taleplerimiz, amellere, fiillere mecbur değildir. Çalışmakla, başarı ille de yakalanamaz. Bununla birlikte, eylem olmadan da istemeye hakkımız olamaz. Külli irade, kulların cüzi iradesini her dem kapsadığı için bizim irademiz, Allah’ın iradesine muhtaçtır. Bu sebeple her an Allah’a tevekkül etmemiz gerekmektedir. Tevekkül, kapsamlı bir şekilde anlaşılarak içselleştirildiğinde, insanı gevşeklikten, lakaytlıktan, ihmalkârlıktan ya da kılı kırk yaracak derecede titizlikten, vehimlerden ve endişelerden koruyan bir anlayıştır.

    Tevekkül deyince, en fazla da sınavlara hazırlanan, sınavlardan nefret ettirilircesine mengeneye sıkıştırılmış öğrenciler geliyor insanın aklına. Çocuklarını sanki bir yarış atı gibi görerek, ‘o dershane senin bu özel hoca benim’ gibi duyarlılık ve titizlik zannettikleri davranışlarıyla, onlara nefes bile aldırmayan anne ve babalar... Neredeyse çocukları daha kundaktayken dershane seçebilecek kadar, başka ebeveynlerle yarış havasına girerek, trajikomik durumlara sahne oluyorlar adeta… ‘Biz üstümüze düşen görevi yaptık’ demek için mi? Uygulanması daha da zor olan, biraz esnek aynı zamanda da otoriter, gerçek anne baba modelinden soyutlanmak için mi? Ya da başka velilere, hocalara hava atmak için mi? Herkesin haksız ya da bir miktar haklı gerekçesi olsa da, öğrencilerin büyük bir kısmının okumadan da, sınavlardan da soğuduğu, korktuğu, kaygılandığı ya da bozulmuş bir ruh sağlığının eşiğinde olduğu bir gerçek…

    Tabii okumak ve çalışmak dünyevi maslahatlarımız için de ufku açık, ileri görüşlü, kültürlü bir birey olmamız için de vazgeçilmezlerimizden. Fakat her insanın, akıl ve zekâ kapasitesi bir olmadığı gibi matematik yerine sanata; fen bilimleri yerine başka ilim dallarına meyyal olabilir. Matematikte yüksek notlar alan bir öğrenci, sosyal derslerde başarılı olmayabilir. Doğrusu, insan ailesinde huzur ve esneklik istiyorsa, çalışma sonucunda bütün bütüne Allah’a dayanma fikrini özümseyerek çocuklarına da aşılamalıdır. ‘Ben yapacağımı yaptım gerisini Allah’a bırakıyorum, hayırlısını istiyorum’ şeklinde bir düşünce kalıbına girildiği zaman, kaygılı bir kişilik yerine, kazansa da kaybetse de özgüvenini kaybetmemiş, sırtı kalın, duyguları sağlam bir kişilik bina edilecektir. İbadetleriyle de Allah’a tam bağlanmış bir gencin, artık sırtı yere gelmez.

    Bir yanda, başarıyı sadece çalışmaya bağlayarak, Allah’a eğreti olarak tutunan, hayırlısını değil de şartsız koşulsuz kazanmayı hedefleyen bir anlayış hâkimken, öte yanda da tevekkül anlayışını tam kavrayamamış ya da nefsanî kılıflara bürünerek tevekkülü kendine siper etmiş, fazlaca lakayt ve rahat bir tavır göze çarpıyor. Bu iki sınır çizgisinde gezinen aileleri, toplumumuzda mumla aramıyoruz elbette. Hele de rahatlığından feragat etmediği için, çocuğuna ilgisiz ve sevgisiz kalanları… Bazı eşlerin, rahat rahat televizyon izlemek maksadıyla çocuklarının dertlerine, neşelerine, heyecanlarına kısacası duygularına ortak olmadan, odalarına kibar ya da kaba bir şekilde gönderdikleri bir gerçek. Sonuç; bilgisayar karşısında ya da cep telefonu elinde, enerji ve duygu olarak sıfırı tüketmiş ya da internet kafelerden beri gelmeyen, içler acısı durum sergileyen gençler, bizim yavrularımız… ‘Ben koruyamıyorum, ben başedemiyorum, Allah korusun, kayırsın’ sözleri duyarsızlığın, tembelliğin apaçık bir ifadesi değil midir? Ebeveynlerin bu vurdumduymaz tutumları, çocuklarını Allah’a emanet etmenin bir neticesi midir? ‘Saldım çayıra, Mevla’m kayıra.!’ Zihniyeti Allah’a tevekkül müdür? Bazı ailelerde de gençlerin arkadaşları ve ailesi hakkında bilgi edinmeden ya da yüzeysel bilgilerle aşırı sıkı fıkı bir diyalog kurmalarına göz yumulduğu ya da komşu evine iki de bir gönderildiği göze çarpıyor. Bu duyarsızlığın hazin sonuçlarını, medyadan da üzülerek takip ediyoruz.

   Pek çoğumuz, hatalar ve yanlışlarla kendimizi tanıyoruz. Ve yaşadıklarımızdan ders çıkarıyoruz. Fakat emek olmadan yemek olmayacağı gibi, mücadele etmeden, sebeplere sarılmadan da her şeyi hazırdan beklemek olmaz. Zaten böyle düşünen bir insan da, önünde herşeyi hazır bulamaz. Müslüman’a düşen görev, panik yapmayacak derecede dikkatli, tedbirli davranmak ‘Allah ‘ın izniyle’ düşüncesinden de kıl payı şaşmamaktır. Hastalıklardan korunmak için nasıl önlemlerimizi alıyorsak, hayatta karşımıza çıkabilecek çengellere takılmamak için de, önlemlerimizi almamız şarttır. Önümüzde, hastalık olan beldeleri karantina altına alan, her konuda önlemden taviz vermeyen bir Peygamber varken, bunun zıttı bir tutum sergilemek bize yakışmaz.

   Anne baba olmak, sorumluluğu ölene kadar bitmeyen, çok zor bir görev kuşkusuz. Bu zorlu imtihan, bebeklik ve çocukluk döneminde gözümüzden sakınıp el bebek gül bebek büyüttüğümüz çocuklarımızı, ev-lendirdiğimiz zaman sona ermiyor. Fakat şu da bir gerçek ki, çok otoriter rollere bürünmüş bir babanın, kızını gelin ettikten sonra kendi kanatlarının altından, damadının otoritesine kayıtsız şartsız bıraktığını hayretle göz-lemliyoruz. Yaşadığımız yüzyılda evlatlarımızı, toplumun bilinen tehlikelerinden ve kültür emper-yalizminden korumak giderek zorlaştı. Hem kendimizin hem de çocuklarımızın ruhunu, beynini, çöküntüye tahribata uğratmamak için sıkı bir mücadele vermemiz gerekiyor. Her ebeveynin sosyal, kültürel ve ahlaki seviyesine göre de bu mücadele paralelliğini koruyor. Fakat ne yazık ki bazı çevrelerde çocukları korumak, kollamak işi evlenme süreciyle birlikte çok asgari seviyeye iniyor.

   Biraz sindirilmeye müsait bir yapıya sahipse ebeveynler ya da işlerine öyle geliyorsa, damatları kızlarına baskıcı hatta zulüm içeren davranışlarla muamele etse de, bu durum karşısında pısırık ve korkakları oynuyorlar. Daha birkaç ay öncesinin evde terör estiren babası, nasıl oluyor da birden bire saf dışı kalıyor. Oysa ki, ‘Eti senin kemiği benim, gelinliğinle girdiğin evden ancak kefenle çıkarsın.’ gibi sözlerle ya da mesajlarla damatlarına her türlü şımarıklığın, cüretkârlığın davetiyesini çıkarmaktadırlar. Pek tabii ailenin reisi kocadır. Evlenen çiftler de nikâh akdiyle yeni bir çekirdek aile kurarak, birbirlerinin sorumluluk alanına girerler. Eşlerin birbirlerine karşı sorumlulukları ve görevleri kaçınılmazdır. Her iki çiftin ebeveyninin de artık bu yeni kurulan aileye, çok fazla müdahil olması mantıklı değildir. Fakat ‘siz sağ ben selamet’ gibi vurdumduymazlık da yakışmaz. Anne babaların çoğunu duyarsızlıkla suçlamıyorum ama (kız ya da erkek) çocuklarınızı evlendirdikten sonra, sorunlu bir evlilik yaşadıkları zaman ‘Ne yapalım yavrum, Allah’ın takdiri, ne gelirse Haktan...’ gibi sözler tek başına tevekkülün yansıması olmadığı gibi pasiflik ve sönüklükten de ileriye geçemez. Ayrıca dinimiz de anne babalara ‘pısmayı’ emretmiyor.

   Peygamber efendimiz, kızı Hz.Fatıma’yı evlendirdikten sonra onu sık sık ziyaret ederek, kızıyla damadı arasında bir sorun cereyan ettiği zaman büyük bir nezaket ve letafetle olaya müdahale etmiştir. Hatta kızıyla damadının yataklarında bile, ortalarına uzanarak fevkalade bir ilgi ve sevgiyle onları bağrına basmış, aralarında muhabbeti tesis etmiştir. Kızını ve damadını ne kadar sevdiğini sadece sözle değil, öperek, koklayarak beden diliyle de göstermiştir.

   Toplumsal bir yaramızdır ki, bir kadın, kocası tarafından sık sık tartaklanıyor ve tazir ediliyorsa, bunda babanın otoritesini damadına karşı sıfırlamasının da büyük bir payı var. Hâlbuki kızları için devamlı sabrı telkin eden anne-baba, azıcık damadına gözdağı verse, uyarıcı bir tarzda yaptırım uygulasa, sorunların azalacağı kanaatindeyim. Tabii bu sözlerim, evli bayanları şımartmak, en ufak bir sorunda boşanmaya yönlendirmek, boşanmayı tasvip etmek manasında değildir. Allah bizden,’ ne gelirse Haktan’ diyerek düzelte-bileceğimiz sorunlar karşısında, eylemsiz kalmamızı beklemiyor.

   Tevekkül, olması gerektiği şekilde idrak edilip uygulanıldığında, diğer birçok ahlaki güzelliklere yönlendirerek, insanın semeresini de bir o kadar artıran, çekirdek bir unsurdur. Mesela, çok başarılı ve hırslı bir öğrenci, girdiği sınavda istediği puanı alamazsa ya da günün birinde kendisi kadar zeki ve çalışkan bulmadığı arkadaşını, çok iyi mesleklerde görürse, tevekkül anlayışı kendisini, düşebileceği hasetten, saçma düşüncelerden korur. Çünkü ‘Ben yapacağımı yaptım, benim için hayırlısı buymuş’ diyeceği için çok rahat ve kendinden emin olacaktır. Gerçek mütevekkile de bu yakışır. Yani bir kişi Allah’a her an dayanırsa, tehlikeli bir harislikten korunacağı gibi bezgin ve atıl bir yaşantıya da düşemez. Duyarsız ve nemelazımcı olmayacağı gibi, aşırı panik davra-nışlarla dengeyi bozması da imkânsız denecek kadar zordur.

   Tevekkül kalın bir urgan gibidir. Her an tutunmanız gereken fakat ona tutunduğunuzu unutmuş gibi, sebeplere, yapmanız gereken şeylere de tutunmak; bunun akabinde de yaptığınız eylemleri, önlemleri unutmuş gibi büyük bir mütevazılık ve acziyetle o ipe, tevekkül ipine sımsıkı sarılmaktır. Orta yolu tutabilenlere ne mutlu…



Şeyda DAL