Konu Başlığı: Çocuklarını Anlayan Anne Baba Gönderen: Hadice üzerinde 03 Aralık 2010, 08:09:24 (http://www.hanimlar.com/show_image.php?filename=images/icerik/2706.JPG&width=250&height=250) Çocuklarını Anlayan Anne-Baba Melek mertebesindeki çocuklarımız. Acaba onların karşılıksız ve çıkarsız sevgilerini, kin ve nefretten, düşmanlıktan uzak yüreklerini ve meraklarını anlıyor muyuz? Ana rahminde parmağını emen çocuk, ancak bu ilimle doğar. Yani, emmekten başka birşey bilmez. Kendinden, ne olduğundan ve nereye, niçin geldiğinden habersizdir. İslâm fıtratı üzerine doğan her çocuğun o temiz duyguları, güzel şeylerle, islâm ahlakıyla doyurulmayı bekliyor. Tabii onları doyurmak da ancak, bizim doymamızla mümkündür. Çocukların ne kadar meraklı olduklarını biliriz. Daha beşiğinde sütünü emen bebek, merakla parmaklarını inceler. Kendini ve çevresini tanımaya çalışır. Büyüdükçe onlara hayvanların, eşyaların isimlerini öğretmeye çalışırız. Onlar her şeyi ilk defa görmenin, farkına varmanın, kendisi için yaratılmış her şeyi tanımanın doyulmaz zevkini yaşarlar. Bu merakları onları ilim öğrenmeye öylesine itmiştir ki, iki seneye kalmadan konuşulan dili öğrenirler. Henüz ülfet perdesi, göz alışkanlıkları olmadığı için, tabiattaki hadiselere, hayvanlara, bitkilere şaşkınlıkla ve zevkle bakarlar. Keşke bizler de bu göz alışkanlıklarından kurtulsak, yağan yağmuru, doğan güneşi ilk defa görmüşçesine tefekkür edebilsek. Ve büyük bir merakla ilim öğrenme heveslisi olsak. Tıpkı çocuklar gibi... Yavrularına uçmayı öğretmeye çalışan bir anne kuşun kanat çırpışlarını gördünüz mü hiç? Aslında yavrusunu hayata hazırlamak için kalp çırpınışlarıdır bu... Peki bizler de yavrularımıza güzel şeyler, dünya ve âhiret hayatında faydalı olacak şeyler öğretmek için çırpınıyor muyuz? Yoksa, çırpındığımızı mı zannediyoruz? Çocuk, öpmek için bize yaklaştığında, "işim var" diye itiyorsak, onun için değerli olan oyuncağına değer vermiyorsak, üzerine yemek dökünce kızıp, odasını dağıtınca dövüyorsak ya da her hareketinde bağırıp çağırmayı adet haline getirmişsek, onun iyi bir insan olmasını istemeye hakkımız yok bu durumda. Çünkü o temiz yüreği kendi ellerimizle boğazlayınca, evde iyi bir insan adayı değil de, saldırgan bir ruh hastası yetiştiriyoruz demektir. Onlar bizim söylediklerimize ve telkinlerimize göre değil, yaptıklarımızdan edindikleri fikirlere göre kişilik kazanıyorlar. Çocuğa iyi şeyler yapmasını söyleyip, biraz sonra da öfkeyle yüzüne haykırırsak, temiz yüreğe kin tohumları ekmiş oluruz. O halde şefkatimizin ışığı onların çevresinde faydasız ve anlamsız koşmamalı. Bu temiz toprağa iyilik tohumları ekebilmemiz için, iyiliğin ne olduğunu hareketlerimizde görmeleri gerekiyor. Onların bizim davranışlarımızı, hareketlerimizi gözlemlediği kadar, biz de onların davranışlarını gözlemlemeliyiz: Bir gün bir akrabamı ziyarete gitmiştim. Akrabam olan hanım ve eşi hiç sebep yokken bir anda şiddetli bir tartışmaya giriştiler. Çok anlamsız ve sebepsiz bir tartışmaydı. Belli ki ikisi de günün stresini karşılıklı haykırarak atıyorlardı. Ama henüz ayakta durmaya başlamış erkek çocukları ve iki yaşındaki kız çocukları onları uzaktan seyrediyordu. En sonunda erkek çocuk bağırarak önündeki tabağı yere fırlattı ve kendi kendine söylen meye başladı. Onunki yalnızca bir taklitti. Küçük kız da bir köşeye büzülmüş, korku dolu ve yaşlı gözlerle olanları seyrediyordu. Fakat, anne ve babanın gürültüsü o kadar çoktu ki bunu farkedecek durumda bile değillerdi. Ben de onların tartışmalarını kestim ve bu gözlemimi söyleyerek, çocukların kavgalarına bakarak nasıl bir tutum sergilediklerini anlattım. Bir anda yumuşadılar, birbirlerine gülümsediler ve çocuklarına dönüp, "Biz şaka yapıyoruz" diyerek sevgilerini gösterdiler. İşte o zaman iki çocuk da koşarak anne-ba-basıııın kucaklarına oturdu. Neticede kavga gitti yerine sevgi paylaşımı geldi. Sıcak aile ortamı tablosu da ancak o zaman kendini gösterdi. Çocukların birer taklitçi olduklarını hiçbir zaman unutmamalıyız. Çünkü ancak bu şekilde öğrenebilirler. Güzel namaz kılan birini gördüğümüzde, biz de onun gibi kılmaya çalışırız. Çocuklar da taklitle öğrenirler. Bir psikoloji öğrencisi bir deneyde, uzun ve sabırlı bir çalışma sonucunda üç küçük yengece doğru yürümesini öğretmişti. Bu, hayret uyandırıcı bir olaydı. Bu küçük yengeçler onunla kaldığı sürece doğru yürümüşlerdi. Ancak, daha büyük yengeçlerin arasına konuldukları zaman onları örnek alarak, tekrar yan yan yürümeye başladılar. Fenelon şöyle diyor: "Çocuklardaki bu taklit meyli, faziletsiz ve kötü örnek olan insanların arasına salıverildikleri zaman, onlarda birçok fenalıkların doğmasına sebep olur." O halde namazımızı taklit eden çocuk da, kavgamızı taklit eden çocuk da, bizim bilmeden yaptığımız davranışlarımız sonucunda karakter kazanıyor. Livingston Larned, "Baba unutur" adlı yazısında, oğluna, şöyle sesleniyor: "Dinle oğlum. Sen yatmış uyurken ben bu sözleri söylüyorum. Odana usulcacık girdim. Daha demin gazetemi okurken, içimi bir pişmanlık dalgası boğmaya başladı. Yerimden sıçrayarak suçlu suçlu senin yanına geldim. Sana kızmıştım. Öteberini vere düşürdüğün zaman sana öfkeyle bağırmıştım. Kahvaltı masasında da sende kabahat bulmuştum. Masaya yemek dökmüştün. Sen okula, ben trene yetişmek üzere evden çıktığımızda elini sallayıp bana: 'Allah’a ısmarladık babacığım' dediğin vakit, ben sana karşı kaşlarımı çattım ve sana 'Omuzlarını dik tut' diye ihtar etmiştim. Aynı şey öğleden sonra geç vakit tekrar başladı. Yoldan yukarı çıkarken, dizlerini yere dayayarak bilye oynadığını gördüm. Çoraplarında delikler vardı. Önüme katıp eve götürerek, seni arkadaşlarının yanında küçük düşürdüm. Ve sana: 'Çoraplar pahalı, kendin almış olsaydın daha dikkatli olurdun' dedim. Daha sonra kütüphanemde gazetemi okurken usulcacık içeri girdiğini hatırlıyorsun değil mi oğlum? Gözlerinde mahzun bir ifade vardı. Sen kapının eşiğinde tereddüt içinde dururken, rahatsız edilmiş bir insan edasıyla 'Ne istiyorsun?' diye sana bağırmıştım. Bir şey demeden bana doğru koştun, kollarını boynuma doladın ve beni öptün. Allah'ın kalbine verdiği ve ihmâlin bile solduramadığı sevgi kuvvetiyle kollarını sıkıştırdın. Sonra koşarak merdivenlerden çıktın. "Fakat sevgili oğlum çok geçmeden gazetem elimden kaydı. Ve içimi müthiş bir korku kapladı. Kusur aramak ve azarlamak alışkanlığı beni kemiriyordu. Seni sevmiyor değildim. Ama senden yapacağından çok fazlasını beklediğimi görüyor, seni kendi yaşımla ölçtüğümü anlıyordum. Halbuki senin karakterinde ne güzel, ne samimi, ne dürüst şeyler var. Senin mini mini kalbin, ufukları kaplayan şafak kadar büyüktü. Senin kendi kendine koşarak beni kucaklaman ve öpmen bunu gösteriyor. Karanlıkta odana geliyor, ağlıyor ve yaptıklarımdan utanıyordum. "Bu sözleri sana uyanıkken söylemiş olsam, anlamayacağını biliyorum. Fakat, yarından başlayarak hakiki bir baba olacağım. Seninle bir arkadaş gibi olup, hep senin gibi düşüneceğim. Ağzımdan acı bir söz çıkmadan evvel dilimi ısırarak o sözü durduracağım ve, 'Daha ne olsa bir çocuk, küçük bir çocuk' diyeceğim. "Ben sana bir çocuk değil, bir erkek muamelesi yaptım. Fakat şimdi seni burada, yatağının içinde bükülmüş olarak görünce, henüz bebeklikten çıkmadığını anladım. Daha dün annenin kucağından ayrılmadın mı? Daha düne kadar başın onun omzuna dayanmıyor muydu? Çok doğru. Senden çok fazla şey istedim. Çok fazla..." Bu yazıdan da anlaşılıyor ki çocukların o temiz, o saf ve bozulmamış duygularını yeterince anlamıyoruz. Adeta içine gömüldüğümüz ve bizi yutan işlerimizden başımızı kaldırsak da, onları anlamak için biraz vakit ayırsak... Bizim onlara öğreteceklerimizin ötesinde, onların o berrak duygularından öğreneceğimiz çok şey var. Keşke her anne baba, bu yazar gibi, çocuklarının kendilerine gösterdiği o duyguları görse de, yeterince ilgilenemeyişin pişmanlığını yüreklerinde hissetse. Onların saf duygularını kirletmeden, temiz yüreklerini boğazlamadan, karşılıksız sevgilerini baltalamadan önce, keşke onları daha iyi anlayabilse... Hülya Kartal |