๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Ağustos 2012, 10:06:18



Konu Başlığı: Yaratıcının Varlığı
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Ağustos 2012, 10:06:18
Yaratıcının Varlığı

Dinin öne sürdüğü, kâinat sisteminin tek ya­ratıcı (Allah) tarafından yaratıldığı ve idare edildiği İddiası, hiçbir şüpheye yer bırakma­dan, maddî delil tarafından doğrulanmakta ve ispatlanmaktadır. Aralarındaki etkileşimlerin istikrarlı ve dengelenmiş kanunlarca kontrol edildiği, kâinatla yanyana bulunan karmaşık sistemler kendilerini yaratamazlar. Algılana­bilir gözlem ve incelemenin de ispatladığı gi­bi, bütün sistemlerde ve kâinatın kanunların­da tam bir ahenk ve dayanışma vardır. Bu ahenk, yaratıcının birliğinin bir yansımasıdır. Kendi iradeleri olmayan, fizikî dünyada gözlemlediğimiz ve İnsan tarafından kontrol edi­len ve kullanılan kuvvetler ve oluşumlar, her-şeye kadir olan bir güç tarafından -Allah ta­rafından- yaratılmışlardır.

İnsan, kâinatın sırlarını ve harikalarını bul, mak amacıyla, yeryüzünün engellerini aşmak için bir arzu hissetmektedir şimdi. Bu arzu onu, bu dünyanın yaratılmasının arkasındaki gerçeklere yaklaştırmaktadır. Kâinata yaklaş­tıkça ve Allah tarafından yaratılan diğer dün­yaları inceledikçe, her yerde gözlemlediği ahenk ve uyum konusunda daha fazla etkile­necektir. Fizikî dünyanın kanunlarında bir değişme yoktur, bu durum kâinatın birliğine yansır ve Yaradan'm birliğine işaret eder. Bu keşif, kâinat, hayat ve yaratıcı hakkında insa­nın muhakemesini etkiler.

İnsanın artan gücünün, kâinatta işleyen fizik kuvvetlerini ve fizik kanunlarını araştırmak için daha büyük fırsatlar vereceği ve böylece kâinat ve onun yaratıcısı hakkında bilgisinin artacağı açıktır. İnsan, kâinatın maddî yapısı­nı anlama gücünü kısıtlayan eksiklikleri ve yetersizlikleri aşacaktır. Fiziki dünya üzerin­deki kontrolü, insanı, huşu ve huzur telkin eden bir düzene sahip olan bu muhteşem kâinatın, kendi kendine veya bir tesadüf so­nucu meydana gelemeyeceği ve kâinattaki kesinlik ve şaşmazhğin, merkezî bir kontrol olmadan süreklilik kazanamayacağı gerçeği­ni tesbit etmeye yaklaştırır. Kâinatta işleyen sistemlerin ve kanunların yakından incelen­mesi ve gözlenmesi insanı bu sonuca götürür.

İnsan bu kuvvetlere hükmedemez, kâinatın sürekliliğinin sırrı açığa çıkar. İnsanın bu kuvvetleri kontrol edebilme yeteneği ve seç­me özgürlüğü varken, bu kuvvetler tek başla­rına bir hiçtirler ve Allah'ın kanunları ile sı­nırlıdırlar. Kendilerine ebedî ve mükemmel olmayan insan tarafından hükmedildiği İçin, bu maddeler ve kuvvetler ebedî ve mükem­mel olamazlar. Güneş, ay ve yıldızlar gibi fizikî varlıkların ilâhlığı konusundaki fikir ve felsefeler böylece yokolmaktadır. Kur'ân, bütün kuvvetlerin insana hizmet etmeleri için Allah tarafından yaratıldığını insana göstere­rek tm £erÇeİe işaret etmektedir: "Görmedi­niz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan şey­leri sîze boyun eğdirdi ve size zahir ve batın (dış ve İÇ' görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yi­ne de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31:20).

Âyette geçen Sahara kelimesi, "boyun eğ­dirmek ve hizmet ettirmek" anlamında kulla­nılmıştır. Bir şeyi birinin menfaatine musah-har kılmanın iki şekli vardır. Birincisi, nesne­ler insanın tam kontrolü altına verilebilir ve insan istediği herhangi bir yolla onları kulla­nabilir. İkincisi, insanın değişik şekillerde faydalandığı ve herşeyin onlar sayesinde işle­diği, istikrarlı ve düzenli bir kanunlar siste­minin var olduğu anlamına gelebilir. Gökler­deki ve yerdeki birçok şey insanın faydalan­ması için birinci şekilde, birçoğu da ikinci şekilde yaratılmış. Birçok canlı, meselâ bit­kiler, yeryüzü ve mineral zenginliği ilk an­lamda insana boyun eğdirilmiştir, buna karşı­lık diğer yıldızlar ve diğer galaksiler ikinci anlamda insan tarafından kullanılmaktadır. Allah'ın 'görülen' nimetleri, insanın hissede­bileceği veya diğer duyularıyla bilebileceği şeylerdir, diğer yandan 'görülmeyenler' ise insan tarafından tamamen bilinmemektedir. insan haberdar olmadığı halde, bedeninde ve kâinatta sessizce (ve bilinmeyen bir şekilde) faydası için çalışan sayısız şey vardır. Yaratı­cısı, güvenliği, rahatça yaşaması ve refahı için, hem içinde hem de dışında çalışan bir-Çok şeyi görevlendirmiştir.

insan, bilgisi arttıkça, daha Önce kendisi için °ır sır olan Allah'ın nimetlerini keşfetmekte­dir. Fakat daha nicesinin "görülmeyen" bir Şekilde kendisi için çalıştığını bilmemektedir. Bununla beraber, bilimsel bilgideki ilerlemeler, Allah'ın varlığını doğrulayan ve insanı ^na yaklaştıran birçok sırrı açığa çıkaracaktır: "Allah, gökten su indirdi, onunla yeri ölümünden sonra diriltti, şüphesiz bunda işiten bir millet için bir âyet vardır. Hayvanlarda da sizin için büyük ibret vardır. Onların karınla­rından, sindirilmiş besin ile kan arasından (çıkardığımız) lezzetli ve içenlerin boğazın­dan kolayca geçen hâlis süt içiriyoruz." (16: 65-66).

İnsan yavaş yavaş, fizikî dünyanın sırlarını aralaması için Kim'İn bu gücü ve kapasiteyi verdiğini merak etmeye başlar. Birçok kuv­veti kontrol etmesi ve onları kendi lehine kullanması için bu yeteneği Kİm vermiştir?

Bu niteliklerle niçin donatılmıştır ki, kâinatın bütün sırları, kanunları ve kuvvetleri sonunda ona boyun eğmektedir? Niçin sürekli ileri gitmesi için ona bu fırsatlar tanınmıştır?

Bunların hepsi bir gerçeğe işaret etmektedir; insandan, O'nun yeryüzündeki bir temsilcisi gibi davranması, Yaradan'm bir yansımasını oluşturması, O'nun sıfatlarını taklit etmesi, kendi zayıflığının üstesinden gelmesi ve böy­lece Allah'ın mükemmelliğine yaklaşması beklenmektedir. Böylece hedefin, Allah'ın sı­fatları ışığında insanın kişiliğinin mükemmelleştirilmesi olduğu görülmektedir. Bu de­mektir ki, insanın hedefi ve geleceği sürekli çabalamasında yatmaktadır (53; 39), çünkü Allah'ın mükemmeliği her ölçünün ötesinde­dir. Dolayısıyla sürekli olarak gücünü, kâinat hakkındaki bilgisini ve anlayışını geliştirme­ye çabalamaktadır.

Bu aynı zamanda demektir ki, insan bütün kanunların, bilinmezlerin ve kâinatın fizikî tezahürünün arkasındaki hakikati inkâr etme­melidir. Çünkü bu kendi zihnini inkâr etmesi anlamına gelir. Bu da fizikî dünyanın kanun­ları hakkında bilgi edinmesini ve onları kendi yararına kullanmasını engeller.

İnsanın tabiattaki işlevi, yüce ve mükemmel varlığın sıfatlarının bir minyatürü veya kop­yası (benzeri) değil midir? İnsan zihni, kendi zihnini kontrol eden yüce varlığın sıfatlarının bir yansıtıcısı gibi davranmıyor mu? Öyleyse insan, kâinatı yaratan, onu düzenleyen, sabit, dengelenmiş kanunlarını yapan yüce zihni nasıl inkar edebilir?

Samimi bilim adamı, kâinatın sistemlerini, kanunlarını ve tezahürlerini inceler ve bütün bunları herşeye kadir olan Allah'ın yarattığını ve O'nun mükemmelliği ve haşmetinin bir yansıması olduğu sonucuna varır: "De ki: 'Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)ın ve gözlerin sahibi kim­dir? (onları yaratıp yöneten kimdir?) Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buy­ruğumu) yürütüyor (kainatı yönetiyor)?'.

'Allah' diyecekler. De ki: 'O halde azabından)   korunmuyor   musunuz?   j§t Rabb'iniz Allah budur. Gerçekten sonra sa pıklıktan  başka  ne   var?   Öyleyse  nasıl (hak'tan sapıklığa) çevriliyorsunuz?" (10- 3] 32).

Gerçek bilim adamı, imanını arttıran, kendili ve medeniyetini maddî olarak zenginleştiren araştırmasına devam eder ve Allah'ın yaratı-şındaki harikaları keşfetmek için kâinatın de­rinliklerine dalar. Bu şekilde elde edilen bil­gi, hayatın maddî ve manevî yönlerini ayır­maya yönelik eğilimleri dağıtır. Allah'ın, kâinatın her yanına yayılmış olan fizikî teza­hürlerinin bu şekilde incelenmesi, insanı Al­lah'a yöneltir ve insanın maddî ve manevî dünyaları arasında uygun bir ilişki oluşturur. Bu tavır değişikliği insanın yücelmesi için yeni ufuklar açar ve hakikatin daha üst sevi­yelerine yükselmesine yardım eder. Başka bir deyişle, kâinatın maddî yapısının ve onun içinde işleyen kanunların iyi bir şekilde anla­şılması, Yaradan'm daha iyi anlaşılmasını sağlar ve insanı O'na yaklaştırır.

Bu beraberinde şu sonucu getirir: Fizikî kâinatın kuvvetlerine ve öğelerine yavaş ya­vaş hükmeden, sağlam bir şekilde ilerleyen ve etkisini ve kontrolünü giderek attıran in­san zihni, aslında, kâinattaki bütün sistemleri ve fizikî tezahürleri kontrol eden ve onlara hükmeden yüce Zihnin bir yansımasıdır. Bu aynı zamanda demektir ki, yüce Zihin, insa­nı, bu kanun ve kuvvetleri kontrol ederek, İn­celeyerek ve gözlemleyerek O'nu anlaması gayesiyle yaratmıştır. "Yeryüzünde ve kendi­nizde, kesin İnanç sahipleri için birçok delil­ler vardır. Artık görmeyecek misiniz?" (51: 20-21).

İşte bu yüzden insan tabiattaki herşeyin ken­disiyle işbirliği yapmaya elverişli olduğunu görür. İnsan, fizikî olarak zayıf ve güçsüzdür, fakat Allah, fizikî kuvvetleri kontrol etmesi için ona bilgi ve zekâ lütfetmiştir. Kur'ân bu ilâhi nimetleri şu sözlerle hatırlatmaktadır: "Doğrusu biz insanı, imtihan etmek içir karısllc bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık- Şüphesiz Biz ona doğru yolu gös­terdik ister şükredip inanır, ister nankörlük edip inkâr eder; bu artık onun bileceği şeydir'(76:2-3).

Bu sayesinde fizik kanunlarını ve kâinat sis­temini kavradığı zekâsını inkâr edene ve ya­ratıcıyı inkârları için sebep ileri sürenlere karşı bir savunmadır. İstikrarlı ve dengeli ka­nunlarıyla insan zihnini ve bütün kâinatı ya­ratan yüce Zihnin inkârı nasıl mümkün ol­maktadır?

"AHâh, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Şüphe­siz bunda inananlar için bir ibret vardır." (29: 44). Yasin sûresinde de şu ifadeler yer al­maktadır: "Ne yücedir O (Allah) ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bil­medikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. Gece de onlar İçin bir ayettir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar ka­ranlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müste-karrı (karâr bulacağı yer veya karâr bulması) için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allâh)'ın takdiridir. Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline d.Öndü. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün Önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüz­mektedirler." (36: 36-40).

Enbiyâ sûresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Yer onları sarsmasın diye onun üstünde yüksek dağlan yarattık. Ve istedikleri yere gidebilmeleri için orada geniş yollar açtık. Gök kubbesini de emniyeta alınmış bir tavan yaptık; onlar ise bundaki alâmet ve deliller­den yüz çevirmektedirler." (21: 31-32).

 sûresi bize şunları söylemektedir: "Al­lah'ın yarattığı her şeyin gölgelerinin nasıl sağdan, soldan sürünüp Allah'a secde ederek döndüğünü görmediler mi? Göklerde ve yer­de bulunan gerek canlılardan, gerek melek­lerden hepsi Allah'a secde ederler, onlar asla büyüklenmezler. Üstlerindeki Rab'lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar." (16: 48-50).

Bu ayetler, insan zihninin, ister kabul etsin veya etmesin, bütün kâinatı yaratan ve sürek­li kontrol eden yüce Zihin tarafından yaratıl­dığında şüphe bırakmamaktadır. Kâinatın gözlenmesi, sıfatlan ve tezahürleri mükem­mel, istikrarlı ve dengelenmiş kanunlar şek­linde tabiatta kendini gösteren yaratıcının varlığına açık bir delil getirmektedir. Kur'ân bu gerçeğe şu sözlerle değinmektedir: "Gö­ğün ve yerin Rabb'ine andolsun ki bu iş, sizin konuştuğunuz gibi gerçektir." (51:23).

Kur'ân'ın bu âyeti, Allah hakikatine değin­mektedir: Allah, nihaî otorite ve bu kâinattaki tek hakikattir. Fizik kanunlarını veya insanlık tarihini inceleyen her zeki in­san ancak şu sonuca varır: Allah'ın varlığı bir gerçektir.

Kur'ân açıkça göstermektedir ki, bütün maddî yapıyı ve onun kanunlarını idare eden yüce zihnin, muhakeme metodu kâinatın her yerinde aynıdır ve insan, Hak'ka ulaşırken aynı muhakemeyi takıp eder. Doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün ölçüsü hiçbir za­man değişmez. Bu, insan zihninin hayat bo­yu, kâinata hükmeden aynı Hak tarafından yönlendirildiğinin açık bir göstergesidir. Baş­ka bir ifadeyle, kâinatı saran yüce zihnin ve nihaî hakikatin bir parçasıdır. Dolayısıyla kâinatın birlik ilkesi O'nun ilmini, rahmetini sulhunu ve mükemmelliğini gösteren Allah'ın nurunun (ve sıfatlarının) küçük bir par­çası ve yansımasıdır. Kur'ân'ın ifadeleriyle: "Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (konuşup, düşün­celerini açıklamayı) öğretti. Güneş de, ay da bir hesap ile (cereyan etmektendir. Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedir. Göğü yükseltti ve mizanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yap­mayın." (55:1-9).

Bu ayetler, bütün kâinat sisteminin Allah'ın yaratışının bir sonucu olduğunu ve O'nun planına göre işlediğini göstermektedir. Bu iş­leyişe müdahale edebilecek ve kâinatın ka­nunlarını değiştirebilecek güçte kimse yok­tur. Bununla beraber, bu ayetler bütün kâinat sisteminin adalet (ve denge) ilkesine dayan­dığına işaret etmektedir. Büyük yıldızlardan, küçük otlara kadar herşey, eşsiz adalet ve denge kanunları ile kontrol edilmekte ve sü­reklilik kazanmaktadır; onlar olmadan hiçbir şey varlığını sürdüremez. Bu sistemin bir parçası olarak insan, üzerinde kontrol ve gü­ce sahip bulunduğu yer kürede adaletle dav­ranmak zorundadır; aksi takdirde hem kendi tabiatına hem de bütün kâinat sistemine karşı çalışacak, bu adaletsiz davranışlarının getir­diği kaos ve karmaşaya katlanmak zorunda kalacaktır.

Bu ayetler aynı zamanda insanı, kendi fıtratı­na ve kâinatın tabiatına karşı sâdık olmaya davet etmektedir. Onun için doğru yol budur ve tabiî olarak kendisi ve herşey için faydalı­dır. Fakat kendi tabiatına ve kâinatın (tabiatı­na (adalet ve denge) karşı gelirse, kendi varlığını uzun süre sürdüremeyecek ve eninde sonunda bütün sistemlerini mahvedecektir. Tam bir adalet, denge ve ahenge dayanan kâinat sistemini terkettiğİ için bunlar başına gelecektir. Adalet sisteminden ayrılan ve yanlış ve dengesiz yollara sapan herhangi bir öğe veya birim, uzun süre ayakta kalamaz; çünkü böyle yapmakla kendi tabiatına karşı gelmekte ve denge noktasından ayrılmakta­dır. Tabiatı, ona dengeli ve istikrarlı bir ko­num belirler. Kâinattaki her yaratık, kendi ta­biatına itaat ederek merkezî konumunu koru­duğu sürece düzgün ve başarılı yaşar veya çalışır, fakat bu dengeli durumu terk eder et­mez bertaraf olur. İnsan ise bir istisna değil-dır.

İnsan, Allah'ın sürekli kendisini gördüğünü bilmelidir. Yaptığı herşey Allah'ın bilgisi da­hilindedir. Allah'ın kendisini göremeyeceği hiçbir yere gidemez: "Ne işte bulunsan, Kur'ân'dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka biz içine daldığınız an üzerinizde şâhidir. Ne yerde, ne de göte zerre ağırlığınca bir şey, Rabb'in(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (10: 61).

Sebe' sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ye­rin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni, oraya çıkanı bilir. O çok esirgeyen, çok ba­ğışlayandır. İnkâr edenler: 'Kıyamet sâat(i) bize gelmez,' dediler. De ki: 'Hayır gaybı bi­len Rabb'im hakkı için o, mutlaka size gele­cektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey, O'ndan gizli kalmaz. Ne bundan kü­çük, ne de bundan büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta olmasın. (Herşeyi apaçık bir Kitapta tesbit etmiştir) ki, inanıp iyi işler yapanları mükâfatlandırsın. Onlar İçin mağfi­ret ve güzel bir rızık vardır." (34: 2-4).

Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, kâinattaki herşey, her an O'nun bilgisi dahi­linde ve kontrolü altındadır: "O, hem gökte ilâh, hem de yerde ilâh'tır. O, hikmet sahibi­dir, bilendir. Göklerin, yerin ve ikisi arasındi şeylerin mülkü ve saltanatı kendisine âit 0Ian (Allah) ne yücedir. Kıyamet saatini an­cak O bilir ve siz O'na döndürüleceksiniz."
(43: 84-85).

Bu ayetler, Yaradan'm kudretinin ve ilminin mahiyetini ve sonsuzluğunu eşsiz ve en güzel bir biçimde tanımlamakta, Allah'ın "Sessiz Kitabı" (maddî kâinat ve ötesindeki dünya) İle olan ilişkisini göstermektedir. Kur'ân, maddî kâinatı tanımlamakta ve insanı Al­lah'ın bu harika dünyasını incelemeye, anla­maya ve böylece maddî sınırlamaların ötesi­ne geçmeye ve madde dünyasının ötesindeki hakikatleri; Rabb'ini, O'nun sıfatlarını ve O'nun mükemmelliğini bulmaya ve bütün bunlardan sonra kendi aslî görevini anlamaya davet etmektedir.

İnsanın, "güneşte, ayda", "gölgelerin uzama­sında", "gecenin ve gündüzün değişmesin­de", "insan renginin ve dilinin çeşitliliğinde" Allah'ın işaretlerini gözlemleyerek anlayabi­leceği nihai hedefine Dr. İkbâl de işaret et­mektedir. Hakikatte, insanın algısına hitap eden varlıklar âlemi, tüm hârikalar ve esra-nyla, bu nihâî hakikati gösteren bir levhadır. İnanan bir insan bu işaretler üzerinde düşün­mek zorundadır; kör ve sağır gibi davranıp onları görmemezlikten gelemez. Aksi durum­da fizikî tezahürlerdeki hayat işaretlerini an­layamaz ve ezelî hakikat karşısında sonsuza kadar kör kalır.

Görüldüğü gibi İslâm, kâinattaki somut ger­çekleri gözlemlemenin ve irdelemenin öne­mini vurgulayarak ve buradan Hakka ulaşıp, eski Yunan filozoflarının soyut düşüncelerini yıkmıştır. Kur'ân'm öğretisi Müslümanlara, kâinatın aslen dinamik ve genişlemeye muk­tedir olduğu ve bunun, somut gerçeklerin gözlemlenmesine dayanan ve Grek felsefesi­nin tamamen teorik ve spekülatif tabiatına karşı olan muhakeme fikrini sunmuştur. Al­gıya dayanan bu tümevarımlı muhakeme, bil­gi edinmenin tek etkili metodu olarak kabul edilmiştir.

Kur'ân böylelikle, somut olanı incelemenin ve düşünmenin, insanı kâinatın fiziksel sınır­larının ötesine taşıdığını Öğretmektedir (55: 33). Kâinatı sadece "sonlu varlıkların bir kol-leksiyonu" ve zamanı "bölünmüş anların bir serisi" olarak düşünmek, insan zihnini karış­tırır ve zekâyı tereddüde düşürür. Sonuç ola­rak insan bir yere varamaz. İnsan gerçek amacını geliştirmek ve kâinat gerçeğini yaka­lamak için bu engelleri aşmak zorundadır. Kur'ân, en sonunda Allah'a döneceğini gös­tererek, bu konuda insana yardım eder.

"Sizi ilk defa O yaratmıştı, ve işte O'na dön­dürülüyorsunuz..." (41: 21). Ve yine, "Allah, yoktan yaratır, sonra da bunu tekrarlar. Sonra da O'na döndürüleceksiniz." (30: 11).

Kur'ân, yıldızlara ve aya değil, fakat Allah'a döndürüleceğini göstererek, İnsanın enerjisi­ni ve çabalarını doğru yola yönlendirmekte, böylece sonsuz manevî bir hayat için, ufuk kazandırmaktadır. İnsanın nihai hedefine, Al­lah'a giden yolda ona başarı sunmaktadır. Bu felsefe insana, Greklerin sonlu ve sınırlı he­define karşı, hem saf zihnî dünyada hem de dinî düşünüşte sonsuz bir ideal sağlamakta­dır. Başka bir ifadeyle, kâinata statik bakışın yetersizliğini İspatlamakta ve insana sabit bir hedeften öte dinamik bir hedef sunmaktadır.

Böylece Kur'ân, zaman ve mekân dünyasın­da insan mücadelesine, daha önceki herhangi bir dünya görüşü tarafından tamamen bilin­meyen yeni boyutlar kazandırmıştır. Sürekli genişleyen bir zaman-mekân dünyasını, yani büyüyen kâinat fikrini anlatmaktadır. Böyle­ce müslüman felsefesi ve düşüncesi büyü­mekte ve "dinamik kâinat kavramı" temelin­de gelişmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm, insan için bir başka bilgi kaynağı olarak "tarih"i, yani kendi ifadesiyle "Allah'ın günleri"ni sunmaktadır. Kur'ân'ın bize öğretmek istediği başlıca kurallardan bi­ri şudur: Milletler topluca değerlendirilir ve kötü hareket ve davranışlarının cezasını hem bu dünyada hem öbür dünyada çekerler. Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeği iyice vurgulamak İçin sürekli tarihten örnekler gösterir, ve oku­yucuları, insanoğlunun geçmişte ve şimdiki tecrübeleri üzerinde durup düşünmeye davet eder. Buna dair bazı misaller verelim:

"Andolsun biz, Musa'yı da 'Kavmini karan­lıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini (geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları) hatırlat!' dîye âyetlerimizle birlikte göndermiştik. Şüphesiz bunda sabreden, şük­reden herkes için âyetler (ibret verici işaretler) vadır." (14: 5).

"Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecek­leri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıraca­ğız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım sağlamdır." (7: 181-183).

"Sizden önce İlâhî kanun demek olan birçok 1 vak'alar gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşln da peygamberleri yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün." (3: 137).

"Siz bir yara aldıysanız, muhakkak onlar da sizin yaranız gibi bir yara almışlardı. Bu gün­leri, kiminin lehine, kiminin aleyhine olmak üzere insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz..." (3: 140).

Ve bütün felsefe şu sözlerde özetlenmiştir-"Her ümmetin bir sonu vardır ve o son geldi­ğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler." (7: 34).

Yukarıdaki son âyet daha özel bir tarihî ge­nelleme niteliğindedir. Bu, vecizeli bir for­mül şeklinde ifade edilince, organizmalar olarak telâkki edilen insan topluluklarının ha­yatını ilmî şekilde ele alma imkânına işaret eder.

Kur'ân-ı Kerîm'in beşerî bilginin kaynağı olan tarihle ilgisi, sadece genel olarak tarihî olayları gözümüzün önüne koymakla bitme­miş, çok daha öteye giderek, tarihî eleştirinin en önemli kurallarından birini bize bahset­miştir. İslâm'da tarihe ilgi ve tarih anlayışının doğup gelişmesi başlı başına ilgi çekici bir mevzudur. Kur'ân-ı Kerîm'in sık sık gerçek­lere dikkatimizi çekmesi, Hz. Peygamber'in söylediklerinin doğru ve sağlam bir bi­çimde aktarılması gereği, müslümanların ge­lecek nesillere- daimi ilham kaynakları hazır­lama tutkusu, ünlü tarihçilerin dünya sahne­sine çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ancak tarih, okuyucunun hayal gücünü harekete ge­çirecek ve onu coşturacak bir sanat haysiye­tiyle, tarihin gerçek bir bilim dalı olarak ge­lişmesinde sadece bir basamak olmuştur. Ta­rihin ilmî bir şekilde incelenmesi, daha geniş bir hayat tecrübesi, pratik aklın daha çok ol­gunlaşması ve nihayet, hayat ile zamanın ni­teliği konusunda bazı temel görüşlerin tam olarak anlaşılması demektir. (Dr. Muham-med İkbâl, The Reconsîrucîion of Religious Thought in islam).