Konu Başlığı: Yahudilere Muamele Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2012, 13:20:40 Yahudilere Muamele Rasûlullah, Medine Yahudileri ile ilişkilerini dostça sürdürmek için büyük çaba sarfetmiştir. Bunun bir sebebi, onların kitab ehli olmaları ve yeryüzünde Allah'ın hükmünü üstün kılma mücadelesinde Peygamber'i desteklemelerinin umulmasıydı. Diğer bir sebep ise, müslümanlann komşuları olması dolayısıyla, bölgede huzur ve güvenin devam edebilmesinde de bu iyi komşuluğun sürdürülmesine duyulan ihtiyaçtı. Bu gaye ile Rasûlullah Yahudilerle bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre hem müslümanlar hem de Yahudiler, Medine'yi düşmana karşı birlikte savunacaklar ve şehrin güvenliğini tehlikeye sokabilecek şekilde düşmanla yardımlaşmayacaklardı. Her iki halk da Medine devletinin eşit vatandaşları olup, eşit haklar ve imtiyazlardan yararlanacaklardı. Fakat Yahudiler anlaşmaya uymadılar. Çeşitli yollarla düşmana yardım etmekle kalmadılar, şehir içinde ve dışında Hz. Muhammed ile ashabına karşı entrikalarını da sürdürdüler. Ne zaman düşman Medine'ye saldırsa, Yahudiler onlara her türlü yardımı gösterir, geride düşman kuvvetleriyle işbirliği yaparak müslümanları arkadan vurmaya çalışırlardı. Sürekli tekrarlanan düşmanca hareketleri ve entrikalarına rağmen Rasûlullah müslümanlarla barış içerisinde yaşayabilmeleri İçin Yahudilere her türlü fırsatı tanıdı. Ne var ki onlar, Rasûlullah'a ve onun misyonuna olan düşmanlık ve kinlerini hiçbir zaman terketmediler. Herhangi bir Yahudi kabilesinin açık bir biçimde anlaşmayı ihlâl ederek düşmanla işbirliği yapabileceği ve müslümanlara karşı fiilen savaşabileceği gibi benzer durumlarda gereken tedbirler hemen alınırdı. Tabiî bunlar İslâm devletinin bütünlük ve güvenliğinin korunmasına yönelikti. Bedir savaşında Benî Kaynuka hainlik etmiş ve bu olaydan pişmanlık da duymamıştı. Bundan dolayı Medine'den sürgün edildiler. Uhud savaşı sırasmda Benî Nadîr düşmanla aktif bir biçimde işbirliği yapmaktaydı. Onlara anlaşmanın getirdiği yükümlülükler hatırlatıldığında Rasûlullah'i öldürme teşebbüsünde bulundular. Bunun üzerine onlar da Medine'den uzaklaştırıldılar. Gerçekte, Rasûlullah onlara karşı son derecede âlicenap ve merhametliydi. Oysa günün geçerli uygulamalarına ve Yahudi şeriatına göre bu suç, yetişkin erkeklerin öldürülmesini, kadınların da câriye yapılmasını gerektiriyordu. Rasûlullah onlara şefkatle davranmış ve hayatlarını bağışlamıştı. Medine'nin son Yahudi kabilesi Benî Kureyza Ahzab (Hendek) savaşında düşmanla ittifak kurmuştu. Onlar, yaptıklarının cezasını Rasûlullah'in değil de, eski dostları Sa'd b. Mu'âz'ın kararlaştırmasını istediler. Mu'âz da onların âkibetlerini Tevrat'a göre belirledi: Erkeklerin öldürülmesini, kadın ve çocukların köle yapılmasını, mallarının da müslümanlar arasında paylaştırılmasını hükme bağladı. (Buhari ve Müslim). Hayber Yahudileri özellikle Benî Nadîr'in kendi topraklarına yerleşmesinden sonra, düşmanla birlik olup entrikalar çevirmekteydi. Mağlubiyetlerinden sonra, Rasûlullah'dan Hayber'de kalmalarına, topraklarını işlemelerine izin vermesini rica ettiler. Karşılığında da ürünlerin yarısını vermeyi teklif ettiler. Rasûlullah onlara merhamet edip, tekliflerini kabul etti ve topraklarında kalmalarına izin verdi. Bu olaylar açıkça Rasûlullah'in Medine ve diğer bölgelerdeki Yahudilere özel bir ayrıcalık verdiğini gösterir. Çünkü onlar kitab ehliydiler ve müslümanlar nezdinde önemli bir itibarları vardı. "Onlar barışçı insanlar olarak kaldıkları sürece herhangi bir çatışma olmamıştır. Bütün dinî, hukukî ve ekonomik olaylarda özerklikten faydalanmışlar ve başarılı olup zenginleşmişlerdir." (Muhammed Hami-dullah, Muhammad Rasulullah, Karaçi, 1979, sh. 95). Hz. Peygamber'in düşmanlarını da kapsamak üzere bütün insanlara karşı merhametinin yoğunluğu yukarıda gösterildiği gibi O'nun yüce davranışlarından anlaşılabilir. Bu durum Kurân'ın esirlerle ilgili olarak ortaya koyduğu prensiplerde de görülmektedir. Bütün bunlar, mağlup edilen savaşçı erkeklerin Öldürülmelerinin veya kadın ve çocuklarıyla birlikte köle yapılmalarının genel bir uygulama haline geldiği bir zamanda olmuştur. Bu şartlar altında İslâm, esirlere muamele konusunda en insanî hukuka sahiptir. Bu hukuk, düşman tarafından tutsak edilmişlerin kurtarılabilmesi için lüzumlu tedbirlerin alınmasını, müslümanların (ve İslâm devletinin) vazifesi kılmıştır. Bu noktada zekâttan elde edilen gelirin bir bölümünün, kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması işine ayrılması Kur'ânî bir emirdir: "Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalpleri müslümanlığa ısındınlacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedi-lir. Allah bilendir, hakîmdir." (9: 60). Yine Kur'ân müslümanlara şunları öğütler: ".. .Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah'a, ahi-ret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; O'nun rızâsı için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, düşkünlere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalannı yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler; işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır." (2: 177). (Daha fazla bilgi için bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I, "Savaş siyaseti, kanunları, esirler ve af' kısımları, sh. 420, 429, 625). Kölelerin azad edilmesi iki şekilde mümkün olur. Birinci şekilde, köle sahibiyle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre, gereken parayı sahibine ödediği takdirde hürriyetine kavuşabilecektir. İşte bu durumdaki köleye gereken para yardım olarak verilir. İkinci şekilde, İslâm devleti kendi başına kölenin ücretini Öder ve onu azad eder. Birinci şekil genel bir kabul görmesine rağmen, ikincisinde görüş ayrılıkları vardır. Hz. Ali, Sa'id b. Cübeyr, Leys, Sevrî, İbrahim Nehâî, Şa'bî, Muhammed b. Sirîn, Hanefiler ve Şafiîler bunu gayri meşru sayarken, İbni Abbas, Hasan Basri, Mâlik, Ahmed ve Ebû Sevr devletin böyle bir fondan yapacağı harcamayı meşru kabul ederler. İnsanların köle azad etmesini teşvik eden bir çok hadis vardır. Ebû Hureyre Rasûlullah'in şu sözünü nakleder: "Her kim müslü-man bir köleyi âzad ederse Allah, onun her uzvuna karşılık, âzad edenin bir uzvunu cehennem ateşinden korur." (Buhari). Ebû Zer, Rasûlullah'a "hangi ibadet en faziletlidir?" diye sorduğunu: "Allah'a iman ve Allah yolunda cihad." buyurduğunu, bu defa kendisinin "hangi esir veya köleyi âzadlamak en faziletlidir?" diye sorduğunu belirtir. Ve bunun üzerine Rasûlullah'in de: "Pahası yüksek ve sahibi yanında rağbeti çok olan." buyurduğunu nakleder. (Buhari). Ebû Musa da Rasûlullah'in; "Esirleri serbest bırakınız." buyurduğunu rivayet etmiştir. (Buhari). Müslüman esirlerin düşman esaretinden kurtarılabilmesi için diyetlerinin devlet hazinesinden ödenmesi (9: 60) veya İslâm devletinin esir aldığı düşmanlarla değiştirilmesi hükümleri Rasûlullah'in bu hadisinden çıkarılmıştır. Para vererek köle âzad etmenin Rasûlullah tarafından yapılmış bir örneği yoktur. Ancak bir defasında güzel bir düşman kadınını, Kureyşlilerce esir edilmiş bazı müslümanlarla değiştirmişti. Kadın Benî Fezare seferinde ele geçirilmişti ve bu kabiledendi. Arabistan'ın en güzel kadını olarak tanınırdı. (Taberi). Müslümanların elegeçirdikleri esirler konusunda Kur'ân'da açık emirler vardır. Muhammed sûresinde yer alan âyette şöyle belirtilir: "(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfedip bırakır ya da fidye alırsınız..." (47: 4). Enfâl sûresinde de şunları okuruz: "Yeryüzünde ağır bas(ıp küfrün belini iyice kır)ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz..." (8: 67). Aşağıdaki temel hususlar müslüman fâkihlerce sözkonusu âyetlerden çıkarılmıştır: 1- Savaşın esas gayesi düşmanın askerî kudretini yoketmektir. Böylece onun savaşma gücü azalacak ve teslim olacaktır. Sonuçta savaş sona erdirilebilecektir. İslâm ordusu hiçbir şart altında bu gayeyi gözden kaçırmamalı,- dikkatini düşman askerlerini ele geçirme üzerinde yoğunlaştırmalıdır. Düşmanın bütün savaşma gücü yokedilip, savaş meydanında savaşan bir tek insan bile kalmadıktan sonra, sıra esirlerin gözetilmesine gelmelidir. 2- Müslümanlara, esirlerine ya merhamet göstermeleri ya da onları serbest bırakmaları söylenir. İlk kısımdaki merhametin birinci anlamı, onlara esaretleri boyunca şefkatle ve nezaketle muamele edilmesidir. İkinci manası, öldürülmeleri veya ömürleri boyunca esir olmaları yerine müslümanlara köle olarak dağıtılmalarıdır. Üçüncü durumda zımmî olarak kabul edilirler ve cizye ödemeleri gerekir. Son olarak, "merhamet" kelimesi herhangi bir ödeme yapılmaksızın esirlerin serbest bırakılması manasına da gelir. Kölelerin belirli bir karşılığa göre serbest bırakılmasında üç yol izlenebilir: Birincisi, belirli miktarda para ödenerek, ikincisinde, esirlerin bazı hizmetleri yerine getirmeleri şartıyla, son şekilde ise düşmanın esir aldığı müslümanlarla değiştirilerek. Rasûlullah ve ashabı bu muhtelif yollardan her birini zaman ve mekâna göre farklı olaylarda uygulamışlardır. 3- Yukarıda sözü edilen "merhametli mua-mele"nin ilk İcabı, esirlerin tutsaklıkları süresince yiyecek ve giyeceğinden, hasta veya yaralı iseler sağlık durumlarından devletin mesul olmasıdır. İslâm fıkhı esaret altındakilerin aç-açık bırakılmalarına, korkutulup dövülmelerine müsaade etmez. Aksine, müslümanlarm onlara şefkat ve merhametle muamele etmeleri öğütlenir. Bedir savaşında elegeçirilen esirlerin sahabe arasında paylaştırıldığı ve onlara iyi davranılmasınm Öğütlendiği hususunda Hz. Peygamber'in sünnetinden çeşitli örnekler zikredilir. Esirlerden biri olan Ebû Aziz daha sonraları şunları söylemişti: "Ben, Ensar'dan bir ailenin nezaretindeydim. Sabah ve akşam olmak üzere her iki öğünde de bana ekmek verdiler. Oysa onlar sadece hurma ile idare ediyorlardı." Ateşli bir hatip olan ve aynı zamanda Hz. Peygamber'in aleyhinde de konuşmalar yapmış olan Süheyl b. Amr bir diğer, esirdi. Ashabdan bazıları onun dişlerinin kırılmasını teklif ettiğinde Rasûlullah şu cevabı vermişti: "Eğer onun dişlerini kırarsam, peygamberi olmama rağmen Allah da benim dişlerimi kırar." (İbni Hişam). Yemâme kabilesinin reisi Sümâme b. Üsâl esir edilmişti. Esareti süresince O'na, Rasûlullah'in emriyle güzel yiyecek ve süt verildi. (İbni Hişam). Bu uygulamalar Rasûlullah'in ashabınca da sürdürüldü. O devirde müslümanlarm savaş esirlerine kötü davrandıklarına dair herhangi bir örnek yoktur. 4- Merhametle muamele etmenin, ikinci mânasına gelince: İslâm, esirleri sürekli esaret altında tutarak, onları zorla çalıştırma yolunu uygulamaz. Eğer, esirlerin değişimi veya hem esirlerin kendisi hem de ülkeleriyle fidye karşılığı onların serbest bırakılmaları konusunda herhangi bir çözüm bulunamaz ise, bu durumda esirler, şahıslara köleler olarak dağıtılırlar. Tabiî ki, sahiplerine onlara şefkatle davranmaları öğütlenir. Bu usûl, Rasûlullah ve ashabı devrinde kabul görmüştü. Bununla birlikte bir nokta hatırda tutulmalıdır: Bir kimse esaretinden önce İslâm'ı kabul etse, ancak şu ya da bu şekilde esir edilecek olsa, bu kişinin serbest bırakılması gerekir. Fakat bir kişi, esir edildikten veya bir başkasına verildikten sonra müslü-man olursa hürriyetini kazanamaz. îmrân b. Hüseyn, Benî Ukeyl'den bir kimseninn tutsak edildikten sonra müslümanlığını ilân ettiğini, bunun üzerine Rasûlullah'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Sen bu sözünü esir edilmeden önce söylemiş olsaydın, elbette kurtulmuştun." (Ahmed, Müslim ve Tirmizi). Aynı hususta, Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Bir kişi müslü-manlar tarafından esir edildikten sonra İslâm'a girerse öldürülmekten kurtulur; ama savaş ganimeti muamelesi görmekten kurtulamaz." Bu yüzden İslâm hukukçuları arasında, esaretinden sonra müslüman olan bir kimsenin kölelikten kurtulamayacağı hususunda tam bir görüş birliği vardır. (İmam Muhammed, Kita-bü' s-Siyerü' l-Kebir). 5- Esirlere ihsanın üçüncü şekli, esirlerin İslâm devletinde hür olarak yaşayan ve korunan bir tebâ olmaları hasebiyle devlete senelik cizye ödemeleridir. Bunlar müslümanlar gibidirler, ancak zımmî sta-tüsündedirler. Bir kişiyi esir etmek nasıl meşru ise, onlara cizye ödettirmek ve zımmî kabul etmek de öylesine meşrudur denilmiştir. Bir beldede, onların cizye ve toprak vergisiyle (haraç) mükellef tutulmaları, sonra da hür olduklarının ilân edilmesi müslüman yöneticilerin (İslâm devletinin) yetkisindedir. (Kitabü? s-Siye-rü'l-Kebir). Bu tarz uygulamalar, genel olarak, esirlerin yeni fethedilen bir bölgenin esir edilen halkı hakkında yapılmıştır. Rasûlullah Hayber halkına bu örneğe uygun bir uygulamada bulunmuştur. Daha sonra Hz. Ömer Irak ve diğer ülkeleri fethettiği zaman büyük ölçüde bu örneğe uymuş ve ona göre hareket etmiştir. Irak fethedilince, bölge halkından bazıları Hz. Ömer'e gelerek şöyle derler: "Ey mü'-minlerin emîri! Biz bundan önce İran yönetimi altında idik, bize çok eziyet ettiler, çok kötü muamelede bulundular, çeşit çeşit ezâ ve cefâ çektirdiler. Sonra Allah sizi gönderdi, biz de sizin gelişinizden memnun olduk. Size karşı ne savunma yaptık, ne de yapılan savaşa katıldık. Fakat, duyduk ki, bizleri köle yapacakmişsı-mz. Doğru mu?" Bunun üzerine Ömer şu cevabı verdi: "İslâmı kabul etmek veya cizye verme yollarından birini seçiniz ve hürriyetinizi muhafaza ediniz." Onlar da cizye vermeyi seçerek serbest bırakıldılar ve müslümanlarla aynı medenî haklardan faydalandılar. Ebu Ubeyd, Hz. Ömer'in Ebû Musa el-Eş'arî'ye şunları yazdığını nakleder: "Savaşta ele geçirilen kimselerden çiftçi ve köylü olanlarım serbest bırakınız.!' (Ebû Ubeyd, Kitâbû' l-Emvâl).. 6- Esirlere ihsanın dördüncü şekli, onların tamamını herhangi bir fidye veya karşılık beklemeksizin serbest bırakmaktır. Bu, İslâm devletinin esirin genel durumu karşısında kullandığı özel bir yetkidir. Bu özel yetki ile, onu hayat boyu memnun bırakarak düşmanlıktan dostluğa, kâfirlikten müslümanlığa dönmesi ümidi ile esir serbest bırakılmaktadır. Şurası çok açıktır ki, düşman tarafa mensup bir kişinin müslümanlarla savaşmak için tekrar geri gelmesini göze almak bir risktir. Fakat herhangi bir şekilde faydalı olabileceği düşünülürse, böyle yapmakta bir sakınca yoktur. (Kitâbû s-Siyerü'l-Kebir). Yukarıda belirtildiği şekilde, Hz. Peygamber tarafından yapılmış birçok Örnek vardır. Benî Kureyza kabilesinden esir edilen Zübeyr b. Bata ve Amr b. Sa'd'ı Hz. Peygamber serbest bırakmıştı. Zübeyr'in hayatını bağışlamasının sebebi, cahiliye günlerinde yapılan Buas Savaşı sırasında onun Ensâr'dan Sabit b. Kays'ı himaye ederek koruması idi» Hz. Peygamber, Sabit'e yaptığı iyiliğe karşılık olarak Zübeyr'i serbest bıraktı. Amr b. Sa'd ise, kabilesi Hz. Peygamber ile yaptığı anlaşmayı bozarken, herhangi bir ihanette bulunulmaması için elinden gelen çabayı sarfetmesi hasebiyle serbest bırakıldı. (Kitâbû'l-Emvâl). 7- Rasûlullah zamanında esirlerin para karşılığında salıverilmeleri konusunda bir tek örnek vardır: Bedir savaşından sonra her bir esir, 1.000 ile 4.000 dirhem arasında bedel ödemek şartıyla serbest bırakılmıştı. (Tabakatvç Kitâbû'l-Emvâl). 8- Esirlerin bir takım hizmetler karşılığında serbest bırakılmasının Örneğini yine Bedir olayında görüyoruz. Kureyş esirlerinden mâlî gücü olmadığı için fidye veremeyenlerin serbest bırakılmaları için Hz. Peygamber her bir esirin Ensar çocuk larından on tanesine okuma yazma öğre' meşini şart koşmuştu. (Müsned-i Ahme ve Kitâbû' l-Emvâl). 9- Savaş esirleri değişiminin bir kaç örneğini Hz. Peygamber zamanında görebiliriz. Daha önce zikredildiği gibi çok güzel bir Kureyşli kadın esir, birçok müslüman esir karşılığında değiştirilmişti. (Müslim, Ebû Dâvud, Tahavi, Kitâbû'l-Emvâl ve Tabakat). İmrân b. HÜseyn'den nakledildiğine göre, bir defasında Sakif kabilesi iki müslümanı yakalamıştı. Daha sonra, onların dostu olan Benî Ukeyl kabilesinden bir kişi müslümanlar tarafından esir alındı. Hz. Peygamber bu adamı Taife göndererek karşılığında esir edilen iki müslümanın serbest bırakılmasını sağladı. (Müslim, Tirmizi ve Ahmed) 10- Kur'ân'daki "...(Savaş sona erince) Ondan sonra artık ya lütfedip bırakır ya da fidye alırsınız..." (47: 4) âyetinin tefsirinden 'savaş esirleri öldürülmemelidir' hükmü çıkarılmıştır. Abdullah b. Ömer, Hasan Basri, Atâ ve Hammâd b. Ebî Süleyman âyetin metnini genel görüş olarak almışlardır. Onlar, 'bir kişi ancak savaş sırasında öldürülebilir' hükmünde ısrar etmişlerdir. Savaş sona erdiğinde, esirler de hapsedildiklerinde, onları öldürme hakkı ortadan kalkar. İbni Cerir ve Ebu Bekir el-Cessas'dan rivayet edildiğine göre, Haccac b. Yusuf savaş esirlerinden birini Abdullah b. Ömer'e göndererek onu öldürmesini emretmişti. O da bu âyeti (47:4) okuyarak, "Esir edilmiş birinin öldürülmesine, bu âyete göre izin yoktur." diye esiri öldürmeyi reddetmişti. Yine Abdullah b. Âmir'in, Abdullah b. Ömer'e bir savaş esirini öldürme emri verdiği, ancak onun aynı sebebe dayanarak bu emre itaat etmediği zikredilir. (Siyerü'l-Kebir). 11- Bu âyette, esirleri öldürme açık bir şekilde yasaklanmamıştır. Bundan yola çıkarak Hz. Peygamber, Allah'ın emrinin özünü şu şekilde anlamış ve uygulamıştır: İslâm devlet başkanı, bazı savaş esirlerinin öldürülmesini gerekli buluyorsa ve bunun için özel durumlar ve mecburiyetler hissediyorsa öldürebilir. Fakat bu genel bir kural değil, yalnızca bir istisnadır. Buna mecbur kalındığında başvurulabilir. Rasulullah, Bedir'deki 70 esirden Ukbe b. Ebî Muayt ve Nadr b. el-Haris'in, Uhud esirlerinden ise yalnız şair Ebû Azze'nin öldürülmesini emretmişti. Hayber savaşı esirlerinden sadece Kinane b. Ebî'l-Hukayk, anlaşmayı bozduğu için Öldürülmüştü. Mekke'nin fethinde ise yalnızca birkaç kişinin Öldürülmesi emredilmişti ki, zaten onlar da çok ağır suçlar işlemişlerdi. Bu birkaç istisnanın dışında, Rasulullah 'in genel tavrı, savaş esirlerinin öldürülmemesi doğrultusundaydı. Bütün bunlar, islâm'ın savaş esirleri konusunda çok şümullü bir hukuk meydana getirdiği gösterir. Bu kurallar bütün muhtelif hâdiselerde, muhtelif zaman ve mekânlarda değişen problemlere tatminkâr çözümler üretebilen bir faaliyet alanıdır. {Tafheem al-Qur'an, c. V, sh. 12-18). Bununla beraber, savaş esirlerinin problemleriyle İlgilenen İslâm hukukunun insanî, mâkûl; kin ve intikamdan uzak olduğunu belirtebiliriz. İslâm, problemlerin, hem kazanana hem de mağluba zarar vermeden, bölgede kalıcı barışı sağlamaya hazırlık olacak şekilde, gerçekçi ve insanî bir tavırla çözümlenmesini önerir. Aynı zamanda her iki tarafa, insanların itibar, şeref ve canlarına hürmet etmelerini hatırlatır. Bu hukuk, uluslararası savaş halinde, düşman ülkenin vatandaşı tarafından işlenen suçların, kişisel suçlar olarak telâkki edilemeyeceğini, bu şartlar altında, yargılamasının ve cezasının şahsî olamayacağını belirtir. Ancak çok istisnai durumlarda, devlet, adalete uygun bulur, kişi de suçlarını kendi başına, kendi gücüyle işlemiş olursa, bu kimse işlediği suçlardan yargılanır ve gereken cezaya çarptırılır. Sonuç olarak, bu konuda genel prensip, savaş esirlerinin öldürülmemesidir. Ancak, "bu hüküm, esirlerin savaş hakları dışında, işledikleri suçlardan yargılanıp, cezalandırılmalarına engel değildir. Rasûlullah'in yüksek yetkisini kullanarak, Bedir'de elegeçirilmiş iki esirin öldürülmesini emretmesi bu konuya örnek bir uygulamadır." (İbni Hişam). Bir esirin savaş sırasında savaşın gereği olarak yaptıklarından sorumlu tutulamayacağı, İslâm hukukçuları tarafından açıkça kabul edilmiştir. Aynı şekilde savaşçıların, müslümanlann canlarına ve mallarına verdikleri zararlardan mesul olmayacakları konusunda da tam bir görüş birliği vardır. Onlar, İslâm'a girseler veya zımmî olarak İslâm devletinin vatandaşları olsalar dahi bu durum değişmez. Dinleri (veya devletleri) onlara bu doğrultuda emir verdiği için vicdanen böyle yapmak zorundaydılar ve bu sebeple müslümanlara karşı muarız bir güç oluşturmuşlardır. Bu noktada, onlar müslü-manlarla aynı mantığa sahiptirler. Malların ganimet olarak elegeçirilmesinde de aynı durum geçerlidir. (Dubusiy, Asrar, varak 148a). Esirlerin Hakları: Yukarıda açıklandığı gibi, esirler her şart altında gözetilmesi gereken belirli haklara sahiptirler. "Onlar, sıcaktan, soğuktan ve benzeri durumlardan korunurlar. Rasûlullah'in uygulamasında olduğu gibi, giyecekleri yoksa giyecek sağlanır." (Buhari). Herhangi bir problemleri varsa, rahatsız iseler, bunlar mümkün olduğunca giderilir. Bu aynı zamanda, bizzat Rasûlullah 'in hareket tarzıdır. (İbnü'1-Esir). Esir, vatanındaki malı için vasiyet yazma hakkına sahiptir. (Serahsî). Açıktır ki, bu vasiyet uygun kanallarla düşman yöneticilerine bildirilecektir. Esirler arasında, anne çocuğundan, diğer yakın akrabalar da birbirlerinden ayınlmazlar. (Serahsî). Esirlerin İtibar ve mevkileri şahsî durumlarına göre tesbit edilir. (Makrizî). Rasûlullah'a isnad edilen bir hadiste şöyle denilir: "Mağlûp ettiğiniz bir milletin itibarına, şerefine hürmet edin." (Câhız ve İbni Asâkir). İslâm tarihinin ilk yıllarında, esirlerin zorla çalıştırıldığını gösteren herhangi bir delil yoktur. Eğer, kaçmaya çalışıp başara-mazlarsa, düzen ve disiplini bozarlarsa cezalandırılabilirler. Kaçma teşebbüslerinde başarılı olduktan sonra, tekrar yakalanırlarsa, önceki kaçma suçları cezalandırılmaları için bir sebep oluşturmaz. Sadece, esirin kaçmamak için verdiği sözü tutmaması belki cezayı gerektirebilir. Esirlerin köleleştirilmesine gelince: Hz. Peygamberin savaş esirlerine böyle yaptığına dair çok az Örnek vardır. Ancak, şimdiye kadar açıklandığı gibi Rasûlullah'in genel uygulaması onların hepsini serbest bırakmaktı. En bilinen olay, Benî Kureyza Yahudilerin-den kadın ve çocukların köleleştirilmesidir. Fakat bu karar, Yahudilerin kendi seçtikleri bir hakem tarafından verilmiş ve bu kararda Hz. Peygamber'in herhangi bir etkisi olmamıştı. Kaldı ki bu hüküm Yahudi şeriatıyla tam bir uyum ilerisindedir. Zira, (Eski Ahid) Tevrat'ta şöyle denilir: "Bir şehre karşı ceng etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barışıklığa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki, eğer sana sulh cevabı verirse, ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan bütün kavim sana angaryacı olacaklar, ve sana kulluk edecekler. Ve seninle musalaha etmeyip ceng etmek isterse, o zaman onu muhasara edeceksin. Ve Allah'ın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin; ancak kadınları, ve çocukları, ve hayvanları, ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin; ve Allah'ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin. Bu milletlerin şehirlerinden olmayıp senden çok uzakta bulunan bütün şehirlere böyle yapacaksın." (Tesniye, 20:10-15). Hz. Peygamber'in siyaseti, "Araplar köle-leştirilemez" hükmüyle zirvesine ulaştı. (Mebsut ve Şerhü's-Siyer'ül-Kebir). Halife Ömer, savaşan ülkenin köylü, esnaf ye meslek sahibi vatandaşlarının köle yapılmaması için emirler vermiştir. (Kenziı l-Ummal.) Kur'ân, kölelerin serbest bırakılmasını çeşitli şekillerde teşvik eder: "...Allah rızası için... boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi... işte doğru olanlar onlardır..." (2:177). Tevbe sûresi zekâtın bir bölümünün, kölelerin âzad edilmesinde kullanılması için ısrar eder (9: 60). Paranın böylesi gayeler uğrunda harcanmasının zorluğuna rağmen, Be-led sûresinde yer alan âyetle, bu amelin üstünlüğü belirtilir: "(O) Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek(tir)." (90:12-13). Kur'ân'ın bazı âyetlerinde, köle âzad etmenin birçok günah ve hata İçin kefaret olduğu ifade edilir. (4: 92; 5: 89-93). Aşağıdaki âyet, Halife Ömer tarafından şu şekilde yorumlanmıştır: Müslüman bir köle çalışıp, sahibine değerini ödemek isterse, bu teklifin köle sahibi tarafından reddedilmesine izin verilmez. Ayette şöyle denilmektedir: "...Ellerinizin altında bulunan (köle ve câriye)lerden, mükâtebe (akdi) yapmak (çalışıp belli bir para ödemek karşılığında hürriyetlerini kazanmak isteyenler) isteyenlerle -eğer kendilerinde bir iyilik görürseniz- mükâtebe yapın (bedel vermelerini kabul edin)..." (24: 33). Bu örnekler, Rasûlullah'in düşkün ve âciz durumdaki insanların durum ve statülerini geliştirmek için nasıl ciddî gayretler sarfettiğini gösterir. Bu tedbirlerin, köleliğin genel bir uygulama olduğu, zayıf ve yoksul insanların tam olarak haklarına sahip çıkamadığı 1400 yıl önce, toplumdaki zayıf insanların toplumsal mevkiilerini geliştirmek için alındığı unutulmamalıdır. O zaman alınmış bu tedbirlerin yapısını ve büyüklüğünü, modern zamanlarda birçok medenî ülkede olanlarla karşılaştırdığımız zaman, bu inkılâpçı değişiklikleri yapan Hz. Muhammed'in üstün şahsiyeti hakkında bir fikre sahip olabiliriz. Modern zamanlarda, ırk ayrımının ve renk konusundaki peşin fikirlerin değişik biçimlerinin, nerede ise dünyanın bütün medenî ülkelerinde önemsenip, uygulandığım görebiliriz. Farklı renklerdeki birçok insana, uygulamalarda ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmaktadır. Avrupa'nın hemen hemen bütün ülkelerinde beyazlar, daha düşük vasıf ve eğitimlerine rağmen tercih edilirlerken, diğer renklerdeki insanlar, öğrenimlerine, uzmanlıklarına ve akademik kariyerlerine uygun iş bulamamaktadırlar. Buna rağmen, onlar, İslâm'ı ve Peygamber'ini nasıl eleştirebilirler? ... O Peygamber ki, toplumun sosyal, ekonomik ve siyasî sahalarında inkılâpçı değişiklikler yapmış, zayıfa ve yoksula uygun ve gerekli haklarını vermiş, onlan bütün sosyal ve medenî haklardan faydalanmada elit tabakayla eşit kılmıştır. Çalışana itibarı, yoksula saygıyı erkek ve.kadın kölelere toplumsal statülerini veren, onlan İslâm devletinin eşit vatandaşları yapıp, hepsine aynı şekilde muamele eden Hz. Muhammed'den başkası değildir. Buna kadınlar da dahildir. O, kadınların toplumdaki mevkilerini yükseltmiş, onlara erkeklerle eşit haklar vermiştir (2: 228). Hz. Peygamber, kadınların yaratılışlarına uygun görevlerini faal bir şekilde yapabilmelerinde lâzım olabilecek bilgi ve hünerleri elde edebilmeleri için onlara bütün kapılan açmıştır. Hayat yolunda, kadınlara erkeklerle eşit haklar verilerek, onlara, babalannın, erkek kardeşlerinin, kocalarının ve oğullarının mirasından bir pay almalan sağlanmıştır. Kadınlar din, eğitim, ekonomi ve sosyal hayatın her sahasında aynı haklardan faydalanırlar. (Daha fazla bilgi için bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. II, 1. bölüm). |