Konu Başlığı: Uygulamaya Açık Bir Teklif Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 29 Ağustos 2012, 08:30:17 Uygulamaya Açık Bir Teklif Bütün hayat sistemleri ideolojik olduğu kadar tatbikinde de, baştanbaşa bir kontrole ve onarıma gerek duyar. Aydın sınıfının, hem manevî hem fıkhî alanlarda böyle bir hareketin gerekliliğine, gerçek ve samimi bir şekilde inanmasının yanısıra, vahyin kaynağıyla aramızda bir mesele olmaksızın, bütün sistemlerimizi normal ve sağlıklı temeller üzerine oturtacak, bu işleri yapacak bir arzu duyması gerekir. Çünkü vahiy, dinin rehberliğinde İnsanın gelişmesinde ona yardımcı olan dahilî bir rehberlik kaynağıdır. Bu amaç açısından manevî liderliklerin manevî sistemlerin mahiyeti, yapısı ve metodları üzerinde tahlilî bir şekilde düşünmeleri zarurîdir. Ortadaki durumun, teoride ve uygulamada başarı oranını önceden tahmin etmeli ve Hz. Peygamber tarafında Kur'ân ve Sünnet şeklinde vasiyyet edilen manevî gerçeklerle bu durumu karşılaştırmalıdırlar. Eğer manevî sistemlerinin hem ideolojik alanda hem de pratikte vahiy ve maneviyattan sapmış olduğunu görürlerse, diğer sistemlerden alınmış olan bu bozuk fikir, anlayış ve yöntemleri bir kenara atıp Rehberliğin İlâhi temellerine yeniden dönmelidirler. Bu işlemler sırasında her ne kadar arzu edilmese ve acı verici de olsa takip olunan anlayışlar, çok hürmet gören şeyhlerin metodları, manevî halkaların liderleri tahlil edilmelidir. Hakikati ve Allah rızasını arayanlar için, bu işlemlere, hiçbir merhamet, acıma hissi engel olmamalıdır. Bu maneviyatımızın (Kur'ân ve sünnet) orijinal kaynaklarıyla ilişkimizi koruyabilmemiz için yapılması gerekli bir görevdir. Manevi liderlerin, orijinal kaynağın nurunu, yüzyıllarca bulandırmış ve donuklaştırmış olan bu kiri uzaklaştırmadaki başarılan bütün müslümanların başarısını tayin edecektir. Manevî ve sufiyâne şuurumuzda samimi olarak yeni bir ruhu ve gayreti canlandırıp kuvvetlendirmedikçe, muhtemelen, ancak "orijinal kaynak"tan gelebilecek olan yüksek çaptaki bu manevî liderliği sağlayamayacaklardır. Ne kendileri mükemmel ölçülere ve takvaya erişebilirler ne de müridlerine güzel amel ve hareketleri telkin edebilirler. İslâm sadece düşünce ve teoriden ibaret olan insan hayatında fikir ve uygulama alanında rol oynamayan bir maneviyatı tasvip etmez. Gerçekte İslâm maneviyatı Allah'ın izni ile, gerçek olan dünyanın incelenmesinden ve gözlenmesinden gelir. Hakikatler üzerinde çalışmak ve düşünmek ancak insanın zihnini fizikî sınırların ötesindeki âleme yöneltebilir. Fizikî âlem, insan hislerine esas gerçeğin göstergesi durumunda olan sayısız harikuladelikler ve sırlarla doludur. Böylece maddî dünya üzerinde tefekkür etme insanı Yaratıcının büyüklüğünü ve azametini anlamaya sevk eder. Ona hayatında inkılâb yapacak, hayatında yeni bir amaç ve gayret verecek olan bir maneviyat hissini telkîn eder. İslâm bütün öğretileri vahye dayanan tek dindir. Eğer ibadetler, Hz. Peygamber'in sahabelere aşıladığı aynı ruhla yapılsaydı şahıslar arasında daha yüce ahlâkî ve manevî özelliklerin büyüyüp gelişmesinde mucizeler gösterebilirdi. Böyle yapılan ibadet insanı Allah'a yaklaştırır ve O'nunla olan ilişkilerinde kuvvetli bir âmili gösterirdi. İnsanın manevî mükemmelliğe ve ahlâkî faziletlere sahip olmasını mümkün kılar, insanlar arasındaki ilişkiyi kökünden değiştirerek toplumu ve sosyal sistemimizi mükemmel ve dayanıklı bir temel üzerine bina edilmesini sağlardı. Kur'ân'm mesajı ortada fakat manevî liderlerimiz ondan yapıcı şekilde faydalanamamaktadırlar. Her yerde açıklandığı gibi Allah'ın kullarına daveti daima açıktır: "Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Dua eden, bana dua ettiği zaman onun duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versin (benim çağrıma uysunlar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulmuş olalar." (2: 186); "Rabb'iniz buyudu ki: 'Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluğa tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." (40: 60). İnsan nerede ve ne zaman İsterse onunla ilişki kurabilir: "Rabb'ini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle, sabah akşam an, gafillerden olma!" (7: 205). Bu davet günün veya gecenin herhangi bir zamanında yapılan duaya icabet için, şartsız ve ilâhî bir vaadi taşır: "İman eden ve sâlih amel işleyenlerin dileklerini kabul eder; lütuf ve kerimnden onlara, daha fazlasını verir..." (42: 26). Hz. Peygamber, Cibril hadisi olarak bilinen hadislerinde ihsariı açıklarken "Sanki görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor" ifadelerinden anlaşıldığı gibi, kul eğer arzu ve onu yapacak kuvvete sahipse namazlarda Allah ile karşı karşıya gelebilir ve ona kalbini açabilir. Bütün bu fırsatlar, insanın zamanın ve mekânın değişen meydan okumalarına cevap verebilmesi akîdevî ve pratikteki meselelerini çözebilmesi manevî şuurunu ve mükemmelliğini en yüksek seviyede tutabilmesi için sağlanmıştır. Bu fırsat, Allah ile manevî bağı canlı tutacak olan insan enerjisini ve arzusunu yeniden canlandırmayı ve kuvvetlendirmeyi hedef almışlardır. O Allah ki daima canlı ve her şeye kadirdir. Müslüman liderler ibadetlerin gerçek ruhunu taşıdıkları sürece rehberliklerinin gücü ve tazeliği zamanın ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Fakat ibadetleri gerçek ruhunu kaybeder kaybetmez Allah ile olan ilişkileri zayıfladı ve müslüman yığınlara gerekli olan doğru rehberliği sağlamada etkisiz kaldılar. Yavaş yavaş müslümanların manevî ve ahlâkî seviyeleri düştü bu düşüş kendini kurumların ve hayat nizamlarının dejenere olup kötüleşmesinde kendini açıkça göstermiştir. Burada şunu da belirtmeliyiz ki, ibadetsiz gerçek bir İslâmî ruh elde edilemiyeceği gibi, İbadetlerin amaçlarını, hikmetlerini ve pratikteki manalarını anlamadan, görünüşteki şekillerini yerine getirmekle insan yaratılış amacını yerine getirmiş olmaz. Ki Allah insanları dünya üzerinde kendi adına etkili ve yaratıcı bir halifeliği tesis etmeleri için halketmiştir. İnsanın yaratılışından önce, melekler, bu ibadet şekliyle ilgilendiler. Kur'ân bu gerçeğe şu ayetlerle değinir: "Bİr zamanlar Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. (Melekler:) 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi (halife) yapacaksın? Oysa biz seni överek teşbih ediyor ve seni takdis ediyoruz!' dediler. (Rabb-'in): 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' dedi." (2: 30). Böylece Allah meleklere onların, inşanın halifelik'vazifesinin hikmetini ve felsefesini anlayamayacağını açıkça bildirdi. Melekler Rabb'lerinin emirlerini itaat ile ve ihlasla yerine getiriyordu ama bu ibadetleri Allah'ın istediği amaç için yeterli değildi. Allah Teâlâ, meleklerin yaptığı ibadetten daha değişik bir şey istiyordu. Allah, insanı yarattı, ona kendi isteği ve iradesiyle, meleklerde ve diğer varlıklarda olduğu gibi zorlamaksızın itaat ve isyan olarak kullanabileceği kuvveti verdi. İslâm'da namaz, oruç ve diğer ibadetler hayatın bir parçası olup onlardan ayrı değildir. Mesela yönetim, yargı, alış-veriş, savaş ve barış gibi uluslararası olaylar kısacası insanın bütün sosyal kurumları İbadetlerden ayrı değildir. Namazda imamlık yapan aynı zamanda, devlet meselelerinde, mahkeme kararlarında, ticaret işlerinde yönetim ve hukukta söz sahibi olabilir. İslâm, parçaları birbirinden ayrılmayan bütünlükçü ilâhi bir nizadır. Beşiktan mezara Allah'ın emirlerine ve rızasına uygun olarak yapılan bütün işler bir çeşit ibadettir. Bu İslâm'da zühd ve takva olarak kabul edilir. Bu kitabın sonraki bir bölümünde zikrolunacağı gibi, ibadet bütün kâinat sisteminde insanın genel tutumunu yansıtır. Eğer insan ibadetin bu çeşidine gerçek anlamda riayet ederse, sadece kâinatın iç hukukuna tam bir uygunlukla adalet ve mizan (denge) unsurlarını yerine getirmiş olmaz, aynı zamanda insanın manevî bilincini "diri tutacak, zamanın ve mekânın İhtiyaçlarına göre onu tam kapasitede çalıştıracak olan ibadetin pratik faydalarından da istifade etmiş olur. Manevî liderlerimiz müslümanlara ibadetlerini gerçek manada yapabilecekleri rehberliği sağlayamaz -ibadetlerle, günlük hayattaki meseleleri ve dini oluşturan sistem ve kurumlar arasında irtibat kurumazlarsa; müs-lümanları manen ve ahlaken yükseltecek, sosyal sistemlerini yönetecek ve güç ve motivasyonu aşılayacak yeni ruhu canlandırmaları mümkün olmayacaktır. Bunun gibi, hukuk uzmanlarımız, modern teknoloji ve sanayinin getirdiği yeni, karmaşık problemleri çözmede usûl ve yaklaşımlarının yapısı üzerinde yeniden düşünmelidirler. Bu âlimlerimiz Kur'ân ve Sünnet'in rehberliğini altında, özellikle şeriatın muhtelif emirlerindeki illet (sebeb) ve mesâlihi (fayda) bulmaya çalışmalıdır. Muhakkak ki Allah Teâla, hikmetini bilemesek de, bütün emirlerini bir hikmet ve güzeliğe bina etmiştir. Fa-Her ne kadar hikmetini bilip-anlamasak da emirler uyulması açısından zorunlu olup, faydalarını ve hikmetini bilmemiz de gerekli değildir. Bununla birlikte hukukçularımız için, şeriatın hükümleri üzerinde doğru şekilde yorum yapabilmeleri, doğru olarak çeşitli durumlarda uygulayabilmeleri ve bu hükmün hikmeti, güzelliği üzerindeki şüpheleri giderebilmeleri İçin şeriatın emirlerinin hikmetini bilmeleri gereklidir. Şeriat hükümlerinin bu büyük faydalarını ve hikmetlerini gören kimseler, bazı toplumlar ve zamanlar için ne kadar kapsamlı ve faydalı olursa olsun beşerî kanunların her çağın insanını faydalandıracak dahili hikmetlere sahip olmadığına kânî olacaktır. Bu sadece Hz. Peygamber'in şeriatının hak oluşunu tesis etmekle kalmayacak aynı zamanda müslümanlarm imanlarını kuvvetlendirecek ve onlara gönül huzuru verecektir. Hz. İbrahim, Rabbinin ölülere nasıl hayat verdiğini kendine göstermesini niyaz etti: "(Allah): 'İnanmadın mı?' dedi. (İbrahim): 'Hayır (inandım), fakat kalbim kuvvet bulsun diye (görmek istiyorum.') dedi..." (2: 260). Şüphe yok ki aklî deliller, samimi ve ciddi hakikat arayıcılarının, meseleleri anlamalarında ve kalplerinin mutmain olmasında büyük rol oynarken aynı zamanda Kur'ân ve Sünnet temelleri üzerinde bir hukuk sistemi tesis etmeye yardımcı olurlar. Bu sistem sadece günübirlik problemleri çözmekle kalmaz, zamanın ve mekânın değişen ihtiyaç ve taleplerine de uygundur, ki bu İslâm gibi evrensel olarak tatbîki mümkün olan temel esasları taşıyan bir sistem için çok önemlidir. Kur'ân'ın evrensel olarak uygulanabilmesi için şeriatın genel prensiplerine ve hikmetine ters düşmemek suretiyle bölgelere göre değişen örf ve âdetlere müsade olunmalı, bu prensipler makul ölçülerde ve doğru yorumlan-malıdir. Bununla birlikte âlimler, amelî meselelerde Kur'ân ve Sünnet'in rehberliğinden ve genel prensiplerden en üst derecede faydalanmalıdır. Âlimler vahiy kaynağından faydalanırken, rehber ve tarihî tecrübeler gibi malzemelere de sahiptirler. Artık bunları makûl ölçülerde, yerli yerinde kullanarak mantıkî ve doğru sonuçlara ulaşmak âlimleri düşmektedir. Somut gerçekler bu şekilde yorumlanırsa günümüzdeki problemlerimize mantıkî, faydalı ve en uygun cevabı bulmakla kalmaz, şu eskimiş ve durgunlaşmış kurumlarımıza hür düşüncenin, akim ve araştırmanın orijinal ruhunu geri getirmiş oluruz. Bu yolla, Sahâbe'nin Hz. Peygamber'in hayatından getirmiş olduğu çift yönlü inkılâpçı ruhu kendi hayat sistemimizde yeniden canlandırabiliriz. Bir yandan Allah ile yakın alâkamız şahıslarda din şuurunu kuvvetlendirecek, diğer yandan, günümüz problemlerine akılcı ve analitik bir yaklaşım İslâm'ın aklî ve ideolojik felsefesine, onun evrenselliğine yeni bir yön ve güç verecektir. Bütün bu kuvvetler Allah'ın izniyle, önceki müslümanlara sağlanmış olan yeni saikayı yeniden diriltecektir. Bu açıdan, şunu belirtmeliyiz ki, hukuk bilginlerimiz somut olaylar ile soyut fikirler arasındaki belirli ilmî dengeyi korumalıdır. Kur'ân'daki evrensel kuralların, Hz. Peygamber zamanındaki örneklerin ve kıyasın ruhunu temsil edecek şekilde âlimlerimiz hem akılcı hem analitik yeteneklerini kullanarak bir hukuk sistemi inşa etmelidirler. Bu, yenilerin basit ve kontrolsüz muhakemelerine etkili ve kuvvetli bir engelleme yapar. Aynı zamanda İslâm hukuk sisteminde canlılık ve hareketlilik kaynağı olur. Çift yönlü yasama sistemi Vahyî hakikatlerle akıl arasındaki izdivacın ihtiyaçlarını, ideal bir şekilde karşılar." (Dr. Muhımmed İkbal, a.g.e.). Adalet ve hakkaniyeti esas alan sistemlerle meclis, "şura"ya seçilen insanları temsil etmeli ve bu şûra her İslâm ülkesinin şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olmalıdır. Diğer bir meclis de o İslâm ülkesinin ihtiyaç ve şartlarına göre seçilmiş veya tayin edilmiş, hukuk ve din âlimlerini temsil etmelidir. İlk planda bu her İslâm ülkesine kendi hukuk sistemini yapmaya imkân verecek, diğer yandan Kur'ân ve Sünnet temelleri üzerinde her nesnenin ihtiyaçları karşılanmış olacaktır. Gelecek nesiller de devamlı şekilde karşılaştıkları yeni durumlar ve ihtiyaçlar karşısında hukuk sistemlerini bu prensipler üzerine bina edecek ve geliştireceklerdir. (Mevlâna Abdülmecîd Deryabâdî, Temeddun-i İslâm, İdare-i Edebiyat-i Delhi). |