๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 03 Haziran 2012, 16:59:04



Konu Başlığı: Teokrasi Ve Vekillik
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 03 Haziran 2012, 16:59:04
Teokrasi Ve Vekillik (Hilâfet)

Hilâfet, 'Kıralların İlâhî hakkı' ya da 'Papa otoritesi' diye isimlendirilen hususlardan ya­pıca ve fonksiyonca tamamen farklıdır. Al­lah'ın vekilliği belirli bir ferde, sınıfa veya kavme değil, bir bütün olarak topluma ait­tir. Hiç şüphesiz bu, Allah'ı kendilerinin hü­kümranı kabul eden, O'nun İlâhî kuralları­nı kendilerine hayat şekli olarak benimseyen ve uygulayan müslüman toplumun (ümme­tin) ortak hakkıdır. "Allah içinizden iman edenlere ve salih amelde bulunanlara vaadet-miştir; hiç şüphesiz, onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yer­yüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacaktır." (24: 55). Vekillik, gerçek anlamda halkın yö­neten olmasıdır; bu yüzden temelde ve işlev­de yönetimin monarşik, teokratik ve Papa­lık formlarına karşıttır. Aynı zamanda insan­ların mutlak hükümranlık gücüne sahip ol­dukları batılı laik demokrasilerden de fark­lıdır, ki bu sonuncu formda insanların iste­ği ülkede en üstün gücü oluşturur. Oysa hi­lâfet yönetimi altında insanlar sadece tek ba­şına hükümran olan Allah'ın vekilidirler. (Ebu'1-Alâ Mevdudî, 'The Islamic Law and Constitution' sh. 210).

Batılı yazarlar, bilerek ya da bilmeyerek, ve­killiğin fonksiyonu ve yapısı hakkında şaşır­mışlar; yüzyıllar süren devlet-kilise mücade­lesi ve bu mücadelenin çağrıştırdığı kötülük ve dehşet dolu görünümü hatırlayarak onu batılı teokrasi anlayışıyla mukayese etmişler­dir. Gerçekte, batı zihniyetinde var olan te­okrasi felsefesi, "İslâmî düşünceye yabancı­dır; çünkü İslâm kişisel ya da kurumsal hiç­bir bedenî oluşumu Allah'ın temsilcisi oldu­ğunu iddia edecek şekilde yetkili kılmamış-tır. Allah Allah'tır, insansa insan. Rasul vah­yin taşıyıcısıdır ve Peygamberin vefatıyla her ikisi de (peygamberlik ve vahiy) noktalanmış­tır". (Dr. Said Ramazan, 'Concept Of The Islamic State' kitabındaki Theocracy Ruled Out' isimli makalesi, sh. 29-31). Rasulullah ardında Allah'ın kanunlarını bırakmıştır, fakat bunlar mabud değildir, ancak ve an­cak Allah'ın kanunlarıdır. Bütün müminler bu kanunlara itaat ederler. Hiç kimse özel imtiyaz sahibi olduğunu iddia edemez; çün­kü Allah indinde hepsi işitirler. Herkes, Özel bir imtiyaz iddia etmeksizin 'İlâhî Metin' üzerine konuşma hakkına sahiptir, anrak son söz 'İlâhî Metin'indir.

Batıdaki devlet-kilise çatışmasının diğer bir veçhesi de dinin kişi ile tanrısı arasında özel bir konu haline gelmesidir. Bu da yavaş ya­vaş dini meselelerde imtiyaz sahibi kişilerin ya da saint (aziz)ler gibi belirli bir sınıfın kut­sallık kazanmasına yol açtı. İslâm'da böyle bir anlayışyoktur; yerine, dini yaşantının ger­çek özünü oluşturan nafile ibadetlerin gizli­liği vardır ki, bu tür bir 'gizlilik' kişi ya da kişiler grubu için İslâm'da herhangi bir tip 'kutsallık' oluşturmaz. Nafile ibadetler giz­lilik içerisinde yapılırken, müslümanlar üze­rinde bağlayıcılığı olan ilâhî kurallarla yö­netilirler. İlâhî kuralların hâkimiyeti doruk noktasındadır, öyle ki Muhammed'ın in­san olarak hareketleri bile bu kurallara bağ­lıdır, hiçbir kayıt altında bu kuralları çiğne-yemez. (Dr. Said Ramazan, a.g.e.). "Ey ne­bi, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek Allah-ın sana helâl kıldıklarını niçin sen kendine haram kılıyorsun?" (66: 1). Ayet net bir şe­kilde gösterir ki, İlâhî kanunlar en üstündür, hiç kimse onun sınırlarını aşmak yetkisine sahip değildir, Rasul'ın kendisi bile, Al­lah'ın haram kıldığını hiç kimse helâl kıla­maz; helâl kıldığını da hiç kimse yasaklayamaz. Bu kuraİ her konuyu kapsar; hiç kim­se İlâhî kanunların üzerinde addedilmemiş-tir. Gerçek İslâm Devleti'nde İlâhî Kanun­un üstünlüğü bütünüyle yürürlüktedir. Hiç kimse davranışlarının sonuçlarından kaça­maz, çünkü hiçbir kişi ya da topluluk özel imtiyaza sahip değildir, İlâhî Kanun'un üze­rinde bir dokunulmazlık barındırmamakta­dır. Herkes Allah'a itaat eder; herkes O'nun hükümlerine muhataptır, bağımlıdır.

Daha önce de açıklandığı üzere Allah'ın ve­kili tüm toplumdur. Bu yüzden de bireyler hilâfete eşit katılımda bulunurlar, toplumda­ki sosyal pozisyonu veya doğumu esas alan bir ayırım yahut bölünme toplumda görül­mez. Bütün fertler toplumda eşit statü ve po­zisyon sahibidir. Kişiler arasındaki değerlen­dirmede tek kriter onların kabiliyet ve karak­terleridir. Kur'an bunu şu ayetle açıkça or­taya kor: "Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasmız diye sizi halklara ve kabilelere ayırdık. Hiç şüphesiz sizin Allah katında en üstün olanınız takvaca en ileri olanımzdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır." (49: 13). Aynı ilkeyi Rasulullah da şu sözleriyle açıklamıştır; "İman ve takva dışında hiç kimsenin diğerlerine üstünlüğü yoktur. Bü­tün insanlar Adem'in soyundandır ve Adem de balçıktan yaratıldı... Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Araba üstün­lüğü yoktur. Ne beyaz adamın siyah adama, ne de siyah adamın beyaza üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takva iledir. "Hz. Peygam­ber Mekke'nin fethinden sonra Kureyşli-lere şöyle seslenmiştir: "Ey Kureyş halkı, Al­lah, cahiliye günlerinize ait kibrinizi ve ata­larla gururlamşınızı söküp attı. Ey insanlar, hepiniz Adem'in soyundansınız, Ademde balçıktan yaratıldı. Hangi kavimden olursa­nız olun soyunuzdan gurur yoktur. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba kar­sı bir üstünlüğü yoktur. Doğrusu Allah in­dinde en hayırlınız, takvaca en üstün olanınızdır."

Bu sözler aynı zamanda, sosyal statü veya doğumu nedeniyle hiçbir kişi ya da toplulu­ğun kendi fıtrî yeteneklerinin ve kişiliğinin gelişmesini engelleyecek, yahut geciktirecek kayba uğramasının söz konusu olmadığını ifade ederler. Diğer bir deyişle, herhangi bir kısıtlamaya gidilmeksizin bütün fertler için eşit ilerleme imkânları sağlanır ve herkes ken­di kişisel dirayeti, yeteneği, yararlılığı ve eği­timine dayanarak yapabileceği en iyi ilerle­meyi yapmakta özgürdür (Ebu'l-Alâ Mevdudî, a.g.e.)