๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:33:42



Konu Başlığı: Temel İnsan Hakları
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:33:42
TEMEL İNSAN HAKLARI

İnsanların Eşitliği

Hz. Muhammed, insanlık için bil rahmet­tir. O'nun yol göstericiliği, insanlığın tümüne ebedî huzur ve güven mesajıdır. O bütün in­sanları bilgi zenginliğine, iyilik ve saflığın dünyasına davet eder ve bütün ırk, inanç ve renk farklılıklarını ortadan kaldırır. Gerçekte bütün insanları hayatın sosyal, iktisadî ve siyasî bölümlerinde aynı seviyeye getirir, zaman-mekân ve zenginlik engellerini ortadan kaldırır. Bütün gruplar, sınıflar ve uluslar O'nun nazarında aynıdır; prensip olarak din ve renge bakmaksızın onları eşit görmekten çekinmez. "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi cemaatlere ve kabilelere ayırdık. Al­lah katında en değerliniz O'na karşı gelmek­ten en çok sakınanmızdır. Allah bilendir, ha­ber alandır." (49: 13).

Bu âyetle biyolojik köken aynılığının beşerî değerlerde de eşitliği getireceği ve bunun bir Allah'a inanmak şartıyla bütün insanlığı kap­sadığı belirtilmektedir. Hepimiz, bir tek in­sanlık ailesinin mensubu olduğumuz (yani esasta aynı ana babadan geldiğimiz) için he­pimiz eşitiz; hiç kimsenin bir diğerine doğuş­tan gelen bir üstünlüğü yoktur. (Zemâhşerî). Bu sebeple herkes birbirinin değer ve şerefine saygı gösterip, muhafaza etmelidir. İnsan nü­fusundaki çoğalma ve milletlerin büyümesi, dış farklılıkların temelinde yatan esas beşerî birliği anlama, istek ve çabalarını azaltmaya­cak, tersine daha da artıracaktır. Bunun sonu­cunda da her türlü ırkî, millî ve kabilevî taraf­girlikler (asabİyyâ) yürürlükten kalkacaktır.

Rasûlullah bu tavrı, millî veya kabilevî geçmişleriyle Övünen insanlara söylediği şu sözlerle, kesin bir biçimde yürürlükten kaldır­mıştır: "Şüphesiz ki, Allah Teâlâ sizlerden cahiliyyenin sıkıntılarını ve o dönemin atalar­la övünme âdetini kaldırdı. însan ya Allah'ını tanıyan bir mü'min veya bedbaht bir günahkâr olur. Bütün insanlar Adem'in ço­cuklarıdır, Âdem ise topraktan yaratılmıştır." (Tirmizi ve Ebû Davud). Hz. Peygamber'in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Ka­bile bağlılığıyla (asabiyye) ortaya çıkan biz­den değildir, kabilesine bağlılık amacıyla sa­vaşan bizden değildir, kabilevî bağlılık uğ­runda ölen bizden değildir." Asabiyye nin ne anlama geldiği kendisine sorulduğunda; "O, kendi yakınlarınıza haksız bir gaye uğruna yardımcı olmanızdır" cevabını vermişti. (Ebû Davud).

Kur'ân ve Sünnetin İzahları ışığında bütün in­sanlığın bir erkek ile bir kadından çoğaldığı açık bir şekilde anlaşılmıştır. Nasıl ki bir ebe­veynin çocukları arasında ayırım yapması lü­zumsuz ise, bunun gibi, erkekle erkek veya erkekle kadın arasında ayırım yapmak da mânâsız bir meşguliyettir. Renk, ırk, zengin­lik ve coğrafî kökene bağlı ayırımların hiçbir mâkûl dayanağı yoktur. Bu farklılıkların hep­si gerçek dışı ve temelsizdir. Oysa, bütün gü­cümüzü temel insanî eşitlik üzerinde yoğun­laştırmamız daha mantıkî ve daha akılcı olur. Bu ise, bütün beşerî faaliyetlerde herbir İnsa­nın eşit haklardan faydalanmasını gerektirir. Hz. Muhammed bu hayat anlayışını insan­lığa sundu ve bütün mü'minlerin bu anlayışta ısrarlı olmalarını istedi. Tek bir hususta eşit­sizlik vardır: O da mü'minlerle kâfirler, Al­lah'a ibadet edenlerle, O'na isyan edenler ara­sındadır.

Bu âyet, insanlara ve onların, 'toplumsal mevkii ve siyasî gücüne bakılmaksızın herke­se değer verilmelidir' şeklindeki isteklerine saygı gösterir. Bir kişinin toplumdaki konu­munun düşük veya yüksekliği, zengin veya fakirliği hiç önemli değildir. Bu kişiye insan olarak -lehinde veya aleyhinde olmaksızın-aynı hürmet ve itibar gösterilmelidir. İnsanî haklarla ilgili konularda zengin ve güçlüye, yoksul ve fakir karşısında özel ayrıcalıklar tanınmamalıdır. Bu husus, toplumdaki değişik gruplar arasındaki gerçek ölçüyü korumada çok önemlidir. İnsanlar olaylarda bu idare ku­ralını izledikleri sürece birlik ve bağlılıklarını geliştirirler, hayatın her alanında istikrarlı bir gelişme gösterir. Ancak bu Ölçüyü kaybettik­leri ve insan haklan konusunda değişik sınıf ve gruplar arasında ayırımcılık başladığı za­man birlik ve bütünlüklerini kaybeder, ağır ağır gerilemeye başlar, maddî, manevî ve ahlâkî açıdan harap olurlar. Bu bütün insanlık tarihi boyunca böyle olmuştur. Aşağıda meali verilen Kur'ân ayeti bunu güzel bir şekilde açıklar: "Biz bir ülkeyi helak etmek istediği­miz zaman onun varlıklılarına emrederiz (yö­neltiriz veya çoğaltırız), orada fısk yaparlar (kötü arzularının peşinde koşarlar); böylece o ülkeye (azâb edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz." (17: 16).

Dünyadaki milletlerin yükseliş ve alçalış se­bepleri bu âyette sarih olarak gösterilir. Onla­rı yükselten ve diğer milletlerin gözünde al­çaltan kendi davranışlarıdır. Bir beldenin zen­gin ve güçlü insanları Allah'ın emirlerine uy­maz, diğer insanlara karşı günah ve zulüm iş­lerlerse, bu, düşüşün ilk işaretleridir. Onlar diğerlerinin haklarına tecavüz ederek, şeytan­lıklarım ve günahlarını yeryüzünde yayarak kendi kabirlerini kazarlar. Bunun sebebi şu­dur: Aşağılanıp, şerefi çiğnendiği ve hakları­na tecavüz edildiğinde toplumun birlik ve be­raberliği bozulur, iyileşme ve gelişme temel­leri sarsılır, sınıf mücadeleleri başlar. Bu iç mücadele neticesinde toplum tahrip olur. İn­san daima sırat-ı müstakimden sapmaya eği­limlidir ve günahlarla dolu bir hayata düşkün­lük gösterir.

Servet sahipleri daima kendilerinin özel hak­lara ve ayrıcalıklara sahip olduklarını iddia ederler; zayıf ve güçsüzlerin hayatlarını önemsemezler. İnsanın şeref ve değerinin maddî şartlardan önce geldiğini bir türlü anla­mazlar ve sonuçta temel insan haklarının öne­mini kavrayamazlar. Sürekli diğer insanların paylarını ve haklarını gaspederler, yaptıkları­nın sonuçlarını da hiç düşünmezler.

Aşağıdaki âyet bize Allah'ın Peygamberleri, onlara görevlerini hatırlattıklarında nasıl red­dedip, onlarla alay ettiklerini bildirir: "Kav­minden, kendilerine dünya hayatında bol ni­met verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret (hayatın)a kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dedi­ler ki: 'Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir kısana itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir'." (23: 33-34).

Bu tip insanlar hayat tarzlarının kötülüğünü, istedikleri gibi bir hayattan hoşlanmanın dahi yanlı olduğunu hep inkâr ettiler. Sürekli zen­ginlikleri ve servetleriyle gururlandılar, bu se­beple refah seviyesi itibariyle toplumun daha düşük fertlerinden üstün olduklarını iddia et­tiler. Servet sahibi tamahkâr insanların kafa yapılarını Kur'ân şu ifadelerle belirtir: "Biz hangi ülkeye uyarıcı gönderdikse mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimseleri: 'Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.' dediler. Ve dediler ki: 'Biz malca ve evlatça daha ço­ğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.' De ki: 'Rabb'im, dilediğine rızkı yayar ve (dilediği­ne) kısar; fakat insanların çoğu bilmezler." (34: 34-36).

Bu âyet genellikle servet sahiplerinin ortak düşünce tarzını gösterir. Ne zaman Allah'a ve diğer insanlara karşı vazife ve mükellefiyetle­ri onlara hatırlatılsa, kazanılmış haklan, zen­gin ve güçlülük gururlan ve toplumsal ko­numlan daima buna muhalefet eder ve haki­kati inkâr ederler. Onlara şu hatırlatılır: Maddî zenginlik ve kaynaklar evrensel bir plan ve Allah'ın iradesine uygun olarak dağı­tılır; bunlar fazilet veya kusur işaretleri değil­dir. Malın çokluğu mutlak olarak sizin iyi bir insan olduğunuz, Allah'ın da sizden hoşnut olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, malın yokluğu da sizin günahkâr olduğunuz, Al­lah'ın da sizden razı olmadığı şeklinde yo­rumlanamaz. Çok sık olarak tersi de olabilir.

Sonuçta, hiç kimse zenginliğin Allah'ın sev­gisini, fakirliğin ise Allah'ın gazabını getirdi­ğini ileri sürerek zenginliğiyle gururlanamaz. (The Holy Qur'an, sh. 1145). Gerçek şu ki, bu insanlar maddî zenginliğin ve yeryüzünde­ki kaynakların dağılımındaki hikmet ve anla­yışı anlayamamışlar ve kendi hatalı ve yanlış çıkaranlarını uydurmuşlardı. Kur'ân bunların boş gururlarını kötü ve günahkâr hayatlarını sürdüreceklerini, yeryüzündeki insanî ilişkile­rin temel hakikatini hiçbir zaman anlayama­yacaklarını bildirir: "Nihayet varlıklılarını azâb ile yakaladığımız zaman, hemen feryada başlarlar." (23: 64).

Bu ceza onlara, dünyanın zevk-safa ve lüksü içinde başkalarının haklarını unutup Allah'ın koyduğu hadleri aşmaları sebebiyle verilecek­tir. Onlar diğerlerinin şeref ve haysiyetlerine, canlarına ve mallarına hürmeti unuturlar; ül­kedeki zayıf ve yoksullara zulmederler; zen­ginliklerinin ve güçlerinin kibriyle diğer in­sanların itibarlarım ve haklarını ayaklar altına alırlar. Zenginin bu günahkâr davranışı ergeç toplumu değişik parçalara böler, bütünlüğünü bozar, sonunda da onu çökertir. (Tafheem al-Qur'antc. IV, sh. 207).

Çeşitli milletlerin yükseliş ve yıkılışları üzeri­ne yapılacak bir çalışma bu konuda yeterli delili sağlar. Kültür ve medeniyetleri, hürriyet ve demokrasi görüşleriyle övünen Yunanlılar ve Romalılar bile kölelerinin ve düşmanları­nın haklarını güçbelâ kabul etmişlerdi. Onla­rın hürriyet ve demokrasisi soylular ve zen­ginler içindi. Yoksul ve zayıflar onların ara­sında herhangi bir haktan mahrum ve zillet içinde yaşıyorlardı.

Bir yazarın sözleri şöyle: "İnsanlık karşılıklı hak ve görevlerin tam olarak belirlendiği se­viyeye henüz yükselemediği iptidai dönem­lerde; hukuk bir ya da birkaç kişinin çoğunlu­ğa yönelik emirlerinden oluştuğu zaman; ha­yatın yasasını ve yönetimin rehberini güçlü­nün isteği oluşturduğu zaman... işte o zaman, insanlarda doğuştan var olan kaçınılmaz sos­yal, fizikî ve zihnî eşitsizlikler mütemadiyen kölelik şeklini alır; güçlünün zayıf üzerinde mutlak olarak hakimiyet kurduğu bir düzen ortaya çıkar. Zayıfın, güçlüye karşı bu tam itaati, güçlünün efsanevî felaketlerden kurtul­masına yardım etmiştir: 'Ekmeği yüzündeki ter ile toprağa girinceye kadar yiyeceksin.' Ayrıca fırsatları değerlendirmeleri mümkün olmamış, böylece hoş sonuçlar elde etmişler­dir." Ancient Law isimli kitabın müellifi de şöyle yazmaktadır: "Bir kişinin kendi rahat ve huzuru için, başkasının bedenî kuvvetlerini hizmet aracı olarak kullanması, şüphesiz -in­san ırkı kadar yaşlı- köleliğin tesisidir." (Mai-ne, Ancient Law, sh. 104).

Yahudiler, Yunanlılar, Romalılar ve kadim Germenler -bunların yasal ve toplumsal ku­rumları modern davranış ve âdetler üzerinde büyük etkiye sahiptir- her İki çeşit köleliği, tek tek olduğu gibi aile boyu köleliği de kabul etmişler ve uygulamışlardır. Medenî hukukla­rına göre köleler yalnızca taşınır maldırlar. Bu durum Hristiyanlann idaresinde de değiş­medi. Romalılar arasında kölelik ilk zaman­lardan beri yaygındı. Köleler nerede doğduk­larına, savaşla veya satın almayla elde edil­melerine bakılmaksızın, basitçe taşınır mal idiler. Efendileri onları yaşatma ve öldürme gücüne sahipti. Kölelerin evlilikleri yasal de­ğildi ve bir köle ile hürün evliliği ağır ceza­larla yasaklanmıştı. Bu yasağın çok tabiî bir sonucu olarak metres hayatı serbest bir hâle gelmişti. Öyle ki, rahipler bile bu durumu kanıksamışlar ve bizzat uygulamışlardı. (Karşı­laştırınız, Milman, Latin Christianity, c. II, sh. 369).

Eğer çevre ülkelerde ve insanın eğiliminde bu kadar derin kökleri olmasaydı, köleliğin ken­disini uygulayan nesil ölür ölmez tamamıyla ortadan kalkması gerekecekti. Oysa böyle bir olay vuku bulmamıştır. Ancak İslâm'ın tâlim ve tebligatı sayesindedir ki, kölelik kurumuna öldürücü darbe vurulmuştur... İslâm ırk ve renk, siyah-beyaz, asker-halk, yöneten-yönetilen arasında ayırım yapmaz; yalnız teoride değil, uygulamada da bunlar kamilen eşittirler. Tarlada veya misafirlikte, çadırda veya sa­rayda, camide veya pazarda herhangi bir ayı­rım, küçümseyiş olmaksızın birbirleriyle içi-çedirler. Sâdık bir müntesib ve değerli bir ta­lebe olan İslâm'ın ilk müezzini zenci bir köle idi. Arap yarımadasında o zamana kadar meydana getirilmiş en büyük müslüman or­dusunun komutanı bir kölenin oğlu idi. Ger­çekte Hz. Peygamber, takipçilerini sık sık, Allah rızası için köle âzâd etmeleri hususunda teşvik ederdi. Köle âzâdı Allah'ın hoşnut ol­duğu en güzel ibadetlerdendir. Bazı günahla­rın cezasının kefareti olarak köle âzâd edil­mesi kuralı getirilmişti. Kölelerin hürriyetle­rini, hizmetlerinin karşılığında kazandıkları ücretlerle satın almalarına izin verilmesi em­redilmişti.

Aynca hürriyetlerini kazanmak için gereken tutarın kölelere devlet hazinesinden ödünç verilmesi mümkün kılınmıştı: "...Ellerinizin altında bulunan (köle ve câriye)lerden mükâtebe (akü) yapmak (hür olmak için be­del vermek) isteyenler(in), -eğer kendilerinde bir iyilik görürseniz- mükâtebe yapın (bedel vermelerini kabul edin). Ve Allah'ın size ver­diği malından onlara da verin. (Onların size verecekleri mal veya paradan bir kısmım on­lara bağışlayın veya hürriyete kavuşmak iste­yen bu insanlara zekâtten yardım edin)..." (24: 33). Rasûlullah akrabaların, komşula­rın, yol arkadaşı ve yakmlannkiyle aynı dere­cede kölelerin haklarına da nezaketle riayeti istemiştir. İslâm topraklarına kaçan bir firari derhal hür olur. Köle bir kadının çocuğu ba­basının konumunu takip ederken, anne ise ba­banın ölümüyle hürriyetine kavuşur. Hepsinin ötesinde, İslâm'da kölelik statüsüne hiçbir şüphe düşmemiştir. O bir kazadır, tahrif edil­miş hristiyanlığın medenî hukukunda olduğu gibi tabiatın temel kuralı değildir. (Emir Ali, The Spiril of islam, sh. 260-278).

Hem doğuda hem de batıda kitlelerin duru­mu, kölelerinkinden daha iyi değildi. Onların medenî hakları ve siyasî imtiyazları yoktu. Bunlar zengin ve güçlü rahiplere ait sınıfların tekelindeydi. Zayıfla güçlünün, zenginle yok­sulun, üst tabakadan biriyle alt tabakadan bi­rinin hukuku aynı değildi.

Sâsâni (İran) ülkesinde, din adamları ile top­rak sahipleri olan Dehkanlar bütün güç ve nü­fuzun sahibiydiler ve ülkenin zenginlikleri bunların elinde toplanmıştı. Köylüler ve yok­sul sınıflar genellikle kanunsuz bir despotluk­la toprağa bağlanmışlardı. Bizans imparator­luğunda rahipler, büyük kodamanlar ve fahi­şeleri, Sezar ve genel valinin yardımcıları olan diğer isimsiz vekiller, zenginlik, nüfuz ve gücün mutlak sahipleriydiler. Halk ise re­zalet ve sefalet içinde yaşamaya çalışıyordu. Barbar krallıklarda da -gerçekte feodalizmin olduğu her yerde- nüfusun çok büyük bir kıs­mını ya sertler veya köleler oluşturmaktaydı. Köylü ya serflik konumundaydı veya kendi toprağını derebeyinin emirleri doğrultusunda işletmekteydi. Aileleri, eşyaları ve taşınır malları ile köleler, bunların istediği gibi kul­lanma hakkına sahip olan toprağın efendisine aittiler. Boyunlarındaki yuvarlak demir halka hizmetçilerin ve kölelerin işaretiydi. Hür kim­selerin durumu da sıradan serflerinkinden pek farklı değildi.

Topraklarını bırakmak veya birşey satın al: mak isteseler, efendilerine ceza olarak bir miktar para ödemek zorundaydılar. Yüklü bir vergi ödemeksizin miras kalan herhangi bir-şeye sahip olamazlardı. Efendilerine bir pay vermeden mısırlarını öğütemez, ekmeklerini yapamazdı. Önce 10'da birini kiliseye, 20'de birini krala ve daha küçük paylan da saray mensuplarına ayırmadan ekinlerini hasat ede­mezlerdi. Efendileri onları bırakmazsa evleri­ni terkedemezlerdi. Efendilerine her zaman karşılık beklemeden hizmet etmekle yüküm­lüydüler. Derebeyinin kızı veya oğlu evlendi­ğinde, herkes bu sevince katılmalıydı. Ancak hür birinin kızı evlendiğinde, önce, rezilâne tecavüzlere boyun eğmek zorundaydı.

Allah'ın Son Peygamber'i gelir gelmez hürriyetin önemini açıkladı. İnsanların ger­çekten eşit olduğunu ilân etti. Her türlü zümre imtiyazlarını kaldırdı ve insanları meslekle­rinde serbest bıraktı. Yeryüzündeki milletleri boyunduruk altında tutan zincirleri kırdı. Aşa­ğıdaki âyet meali Rasûlullah'in insanlara olan merhametini şu sözlerle bildirir: "...O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzer­lerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar..." (7: 157).

îslâmın siyasî karakterinin özü Rasûlullah'in Medine'ye hicretinden sonra Yahudilere kabul ettirdiği serbestlik belgesinde ve İslâm, yarımadada tamamıyla tesis edildiğinde Necrân Hristiyanlan ve komşu ülkelere gön­derilen mesajlarda bulunabilir. Yalnızca îslâmî görüş, insanlık arasında İlahî Birliği öğretmiş, Rasûlullah de beşerî eşitliği öğütlemişti. Allah'ın birliği, Rasûlü'nün me­sajı ve akidesi tanınıp kabul edildiği sürece, İslâm vicdanına en geniş müsamahayı göste­rir.

Sonuç olarak, mübelliğ/dâvetçi Müslüman as­kerler nereye gittilerse, mazlum kitleler ve baskı altındaki muhalifler tarafından "hürriyet müjdecileri" ve ezici esaretten "kurtarıcılar" olarak selâmlanmışlardır. İslâm onlara hukuk Önünde fiilî eşitlik ve sabit vergilendirme ge­tirdi. (Emir Ali, a.g.e, sh. 260-278).

Hz. Peygamber'in verdiği, bütün insanlığın eşitliği ve insana saygının gerekliliği dersi herşeyin başlangıcıydı. O şöyle buyurmuştur: "Cahiliyyeden kalma bütün âdetler kaldırıl­mıştır, hepsi ayağımın altındadır." (Müslim) ve "Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine hiçbir üstünlüğü yoktur. Hepiniz Adem'in soyundansımz. Adem ise top­raktan yaratılmıştır. Şunu bilin ki bir müslü-man diğer bütün müslümanlann kardeşidir." (Taberi ve İbni Sa'd).

"Kölelerinize âdil davranın. Onlara, yediği­nizden yedirin, giydiklerinizden giydirin." (İbni Sa'd)

"Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim." (Müslim ve Ebû Davud).

"Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır." (İbni Hişâm ve Taberi).

"(Sizi şu hususta uyarıyorum) Herbirinizin canı, malı ve ırzı bu günün, bu aym ve bu şehrin kutsallığı gibi hürmete lâyıktır." (Bu-hari, Müslim ve Ebu Davud),

Şüphesiz İslâm, insanlara öyle bir şeriat getir­miştir ki, basitliğine rağmen, maddî medeni­yetin ilerlemelerine uygun en büyük gelişme­leri yapabilecek kapasitededir. O, devlete in­san hak ve görevlerinin âdil bir şekilde belir­lendiği esnek bir anayasa vermiştir. Bu ana­yasa vergilendirmeyi sınırlandırmış; insanları hukuk önünde eşit kılmış; özerklikle ilgili prensiplere sahiptir. O, idarî otoriteyi kanun­larla denetleyerek hâkim iktidar üzerinde bir kontrol mekanizması kurmuştur. Bu kanunlar dinî müeyyideler ve ahlâkî mükellefiyetlere dayanır. Her bir prensibin mükümmelliği ve müessiriyeti (vazıını ebedîleştirebilir). Urqu-hart'a göre, geri kalanları da kıymetlendirir. Bunların birleşimi diğer siyasî sistemlerden daha üstün olan, güç ve enerjinin şekillendir­diği bu düzeni oluştururlar. (Urquhart, Spiril ofthe East, c. I, sh. 28'den iktibasla The Spirit of islam, sh. 274-289).

İslâm, insanların eşitliğine ve insan haklarına büyük önem verir; özellikle yönetici duru­munda olanların buna uymasını ister. Bundan dolayı yöneticilere, tâbi olanlara karşı yerine getireceği hususî vazifeler yüklemiş, hürriyet ve eşitlik kavramlarını yerleştirmek ve bunla­rı yönetenlerin zulümlerinden korunmak için pratik çalışmalar yapmıştır.

Sonuç olarak eşitlikçi prensiplere dayanan, sadelik ve mutlakiyette olağanüstü olan İslâm hükümleri, yapılması zor olan veya insan aklı ile uyuşmayan bir itaat istemez. Müslümanla­nn kurdukları ülkeler feodal düzen ve kanun­ların feci sonuçlarından uzak kaldılar. Her­hangi bir imtiyaz veya sınıflaşmaya izin vermeyen kanunlardan iki büyük sonuç elde edildi. îlki; toprağın, barbar yasalarınca uydu­rulmuş mesuliyetlerden kurtarılması, ikincisi, insanlara hak verilmesinde mükemmel bir eşitliğin uygulanması- Müslümanlar ve zimmîler (İslâm devletinin gayri müslim vatan­daşları) hukuk önünde mutlak olarak eşittir; ne İmam ne de Sultan bir zımmînin malını is­teği dışında elinden alamaz. En ufak bir ta­hakküm şüphesinden kaçınmak için, müslümanlara parası ile de olsa bir zımmînin topra­ğını almalarına izin verilmemiştir. Dördüncü halife Hz. Alî'ye göre; "onların kanı bizim ka­nımız gibidir."