Konu Başlığı: Temel İnsan Hakları Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:33:42 TEMEL İNSAN HAKLARI İnsanların Eşitliği Hz. Muhammed, insanlık için bil rahmettir. O'nun yol göstericiliği, insanlığın tümüne ebedî huzur ve güven mesajıdır. O bütün insanları bilgi zenginliğine, iyilik ve saflığın dünyasına davet eder ve bütün ırk, inanç ve renk farklılıklarını ortadan kaldırır. Gerçekte bütün insanları hayatın sosyal, iktisadî ve siyasî bölümlerinde aynı seviyeye getirir, zaman-mekân ve zenginlik engellerini ortadan kaldırır. Bütün gruplar, sınıflar ve uluslar O'nun nazarında aynıdır; prensip olarak din ve renge bakmaksızın onları eşit görmekten çekinmez. "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi cemaatlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz O'na karşı gelmekten en çok sakınanmızdır. Allah bilendir, haber alandır." (49: 13). Bu âyetle biyolojik köken aynılığının beşerî değerlerde de eşitliği getireceği ve bunun bir Allah'a inanmak şartıyla bütün insanlığı kapsadığı belirtilmektedir. Hepimiz, bir tek insanlık ailesinin mensubu olduğumuz (yani esasta aynı ana babadan geldiğimiz) için hepimiz eşitiz; hiç kimsenin bir diğerine doğuştan gelen bir üstünlüğü yoktur. (Zemâhşerî). Bu sebeple herkes birbirinin değer ve şerefine saygı gösterip, muhafaza etmelidir. İnsan nüfusundaki çoğalma ve milletlerin büyümesi, dış farklılıkların temelinde yatan esas beşerî birliği anlama, istek ve çabalarını azaltmayacak, tersine daha da artıracaktır. Bunun sonucunda da her türlü ırkî, millî ve kabilevî tarafgirlikler (asabİyyâ) yürürlükten kalkacaktır. Rasûlullah bu tavrı, millî veya kabilevî geçmişleriyle Övünen insanlara söylediği şu sözlerle, kesin bir biçimde yürürlükten kaldırmıştır: "Şüphesiz ki, Allah Teâlâ sizlerden cahiliyyenin sıkıntılarını ve o dönemin atalarla övünme âdetini kaldırdı. însan ya Allah'ını tanıyan bir mü'min veya bedbaht bir günahkâr olur. Bütün insanlar Adem'in çocuklarıdır, Âdem ise topraktan yaratılmıştır." (Tirmizi ve Ebû Davud). Hz. Peygamber'in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Kabile bağlılığıyla (asabiyye) ortaya çıkan bizden değildir, kabilesine bağlılık amacıyla savaşan bizden değildir, kabilevî bağlılık uğrunda ölen bizden değildir." Asabiyye nin ne anlama geldiği kendisine sorulduğunda; "O, kendi yakınlarınıza haksız bir gaye uğruna yardımcı olmanızdır" cevabını vermişti. (Ebû Davud). Kur'ân ve Sünnetin İzahları ışığında bütün insanlığın bir erkek ile bir kadından çoğaldığı açık bir şekilde anlaşılmıştır. Nasıl ki bir ebeveynin çocukları arasında ayırım yapması lüzumsuz ise, bunun gibi, erkekle erkek veya erkekle kadın arasında ayırım yapmak da mânâsız bir meşguliyettir. Renk, ırk, zenginlik ve coğrafî kökene bağlı ayırımların hiçbir mâkûl dayanağı yoktur. Bu farklılıkların hepsi gerçek dışı ve temelsizdir. Oysa, bütün gücümüzü temel insanî eşitlik üzerinde yoğunlaştırmamız daha mantıkî ve daha akılcı olur. Bu ise, bütün beşerî faaliyetlerde herbir İnsanın eşit haklardan faydalanmasını gerektirir. Hz. Muhammed bu hayat anlayışını insanlığa sundu ve bütün mü'minlerin bu anlayışta ısrarlı olmalarını istedi. Tek bir hususta eşitsizlik vardır: O da mü'minlerle kâfirler, Allah'a ibadet edenlerle, O'na isyan edenler arasındadır. Bu âyet, insanlara ve onların, 'toplumsal mevkii ve siyasî gücüne bakılmaksızın herkese değer verilmelidir' şeklindeki isteklerine saygı gösterir. Bir kişinin toplumdaki konumunun düşük veya yüksekliği, zengin veya fakirliği hiç önemli değildir. Bu kişiye insan olarak -lehinde veya aleyhinde olmaksızın-aynı hürmet ve itibar gösterilmelidir. İnsanî haklarla ilgili konularda zengin ve güçlüye, yoksul ve fakir karşısında özel ayrıcalıklar tanınmamalıdır. Bu husus, toplumdaki değişik gruplar arasındaki gerçek ölçüyü korumada çok önemlidir. İnsanlar olaylarda bu idare kuralını izledikleri sürece birlik ve bağlılıklarını geliştirirler, hayatın her alanında istikrarlı bir gelişme gösterir. Ancak bu Ölçüyü kaybettikleri ve insan haklan konusunda değişik sınıf ve gruplar arasında ayırımcılık başladığı zaman birlik ve bütünlüklerini kaybeder, ağır ağır gerilemeye başlar, maddî, manevî ve ahlâkî açıdan harap olurlar. Bu bütün insanlık tarihi boyunca böyle olmuştur. Aşağıda meali verilen Kur'ân ayeti bunu güzel bir şekilde açıklar: "Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emrederiz (yöneltiriz veya çoğaltırız), orada fısk yaparlar (kötü arzularının peşinde koşarlar); böylece o ülkeye (azâb edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz." (17: 16). Dünyadaki milletlerin yükseliş ve alçalış sebepleri bu âyette sarih olarak gösterilir. Onları yükselten ve diğer milletlerin gözünde alçaltan kendi davranışlarıdır. Bir beldenin zengin ve güçlü insanları Allah'ın emirlerine uymaz, diğer insanlara karşı günah ve zulüm işlerlerse, bu, düşüşün ilk işaretleridir. Onlar diğerlerinin haklarına tecavüz ederek, şeytanlıklarım ve günahlarını yeryüzünde yayarak kendi kabirlerini kazarlar. Bunun sebebi şudur: Aşağılanıp, şerefi çiğnendiği ve haklarına tecavüz edildiğinde toplumun birlik ve beraberliği bozulur, iyileşme ve gelişme temelleri sarsılır, sınıf mücadeleleri başlar. Bu iç mücadele neticesinde toplum tahrip olur. İnsan daima sırat-ı müstakimden sapmaya eğilimlidir ve günahlarla dolu bir hayata düşkünlük gösterir. Servet sahipleri daima kendilerinin özel haklara ve ayrıcalıklara sahip olduklarını iddia ederler; zayıf ve güçsüzlerin hayatlarını önemsemezler. İnsanın şeref ve değerinin maddî şartlardan önce geldiğini bir türlü anlamazlar ve sonuçta temel insan haklarının önemini kavrayamazlar. Sürekli diğer insanların paylarını ve haklarını gaspederler, yaptıklarının sonuçlarını da hiç düşünmezler. Aşağıdaki âyet bize Allah'ın Peygamberleri, onlara görevlerini hatırlattıklarında nasıl reddedip, onlarla alay ettiklerini bildirir: "Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret (hayatın)a kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dediler ki: 'Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir kısana itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir'." (23: 33-34). Bu tip insanlar hayat tarzlarının kötülüğünü, istedikleri gibi bir hayattan hoşlanmanın dahi yanlı olduğunu hep inkâr ettiler. Sürekli zenginlikleri ve servetleriyle gururlandılar, bu sebeple refah seviyesi itibariyle toplumun daha düşük fertlerinden üstün olduklarını iddia ettiler. Servet sahibi tamahkâr insanların kafa yapılarını Kur'ân şu ifadelerle belirtir: "Biz hangi ülkeye uyarıcı gönderdikse mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimseleri: 'Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.' dediler. Ve dediler ki: 'Biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.' De ki: 'Rabb'im, dilediğine rızkı yayar ve (dilediğine) kısar; fakat insanların çoğu bilmezler." (34: 34-36). Bu âyet genellikle servet sahiplerinin ortak düşünce tarzını gösterir. Ne zaman Allah'a ve diğer insanlara karşı vazife ve mükellefiyetleri onlara hatırlatılsa, kazanılmış haklan, zengin ve güçlülük gururlan ve toplumsal konumlan daima buna muhalefet eder ve hakikati inkâr ederler. Onlara şu hatırlatılır: Maddî zenginlik ve kaynaklar evrensel bir plan ve Allah'ın iradesine uygun olarak dağıtılır; bunlar fazilet veya kusur işaretleri değildir. Malın çokluğu mutlak olarak sizin iyi bir insan olduğunuz, Allah'ın da sizden hoşnut olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, malın yokluğu da sizin günahkâr olduğunuz, Allah'ın da sizden razı olmadığı şeklinde yorumlanamaz. Çok sık olarak tersi de olabilir. Sonuçta, hiç kimse zenginliğin Allah'ın sevgisini, fakirliğin ise Allah'ın gazabını getirdiğini ileri sürerek zenginliğiyle gururlanamaz. (The Holy Qur'an, sh. 1145). Gerçek şu ki, bu insanlar maddî zenginliğin ve yeryüzündeki kaynakların dağılımındaki hikmet ve anlayışı anlayamamışlar ve kendi hatalı ve yanlış çıkaranlarını uydurmuşlardı. Kur'ân bunların boş gururlarını kötü ve günahkâr hayatlarını sürdüreceklerini, yeryüzündeki insanî ilişkilerin temel hakikatini hiçbir zaman anlayamayacaklarını bildirir: "Nihayet varlıklılarını azâb ile yakaladığımız zaman, hemen feryada başlarlar." (23: 64). Bu ceza onlara, dünyanın zevk-safa ve lüksü içinde başkalarının haklarını unutup Allah'ın koyduğu hadleri aşmaları sebebiyle verilecektir. Onlar diğerlerinin şeref ve haysiyetlerine, canlarına ve mallarına hürmeti unuturlar; ülkedeki zayıf ve yoksullara zulmederler; zenginliklerinin ve güçlerinin kibriyle diğer insanların itibarlarım ve haklarını ayaklar altına alırlar. Zenginin bu günahkâr davranışı ergeç toplumu değişik parçalara böler, bütünlüğünü bozar, sonunda da onu çökertir. (Tafheem al-Qur'antc. IV, sh. 207). Çeşitli milletlerin yükseliş ve yıkılışları üzerine yapılacak bir çalışma bu konuda yeterli delili sağlar. Kültür ve medeniyetleri, hürriyet ve demokrasi görüşleriyle övünen Yunanlılar ve Romalılar bile kölelerinin ve düşmanlarının haklarını güçbelâ kabul etmişlerdi. Onların hürriyet ve demokrasisi soylular ve zenginler içindi. Yoksul ve zayıflar onların arasında herhangi bir haktan mahrum ve zillet içinde yaşıyorlardı. Bir yazarın sözleri şöyle: "İnsanlık karşılıklı hak ve görevlerin tam olarak belirlendiği seviyeye henüz yükselemediği iptidai dönemlerde; hukuk bir ya da birkaç kişinin çoğunluğa yönelik emirlerinden oluştuğu zaman; hayatın yasasını ve yönetimin rehberini güçlünün isteği oluşturduğu zaman... işte o zaman, insanlarda doğuştan var olan kaçınılmaz sosyal, fizikî ve zihnî eşitsizlikler mütemadiyen kölelik şeklini alır; güçlünün zayıf üzerinde mutlak olarak hakimiyet kurduğu bir düzen ortaya çıkar. Zayıfın, güçlüye karşı bu tam itaati, güçlünün efsanevî felaketlerden kurtulmasına yardım etmiştir: 'Ekmeği yüzündeki ter ile toprağa girinceye kadar yiyeceksin.' Ayrıca fırsatları değerlendirmeleri mümkün olmamış, böylece hoş sonuçlar elde etmişlerdir." Ancient Law isimli kitabın müellifi de şöyle yazmaktadır: "Bir kişinin kendi rahat ve huzuru için, başkasının bedenî kuvvetlerini hizmet aracı olarak kullanması, şüphesiz -insan ırkı kadar yaşlı- köleliğin tesisidir." (Mai-ne, Ancient Law, sh. 104). Yahudiler, Yunanlılar, Romalılar ve kadim Germenler -bunların yasal ve toplumsal kurumları modern davranış ve âdetler üzerinde büyük etkiye sahiptir- her İki çeşit köleliği, tek tek olduğu gibi aile boyu köleliği de kabul etmişler ve uygulamışlardır. Medenî hukuklarına göre köleler yalnızca taşınır maldırlar. Bu durum Hristiyanlann idaresinde de değişmedi. Romalılar arasında kölelik ilk zamanlardan beri yaygındı. Köleler nerede doğduklarına, savaşla veya satın almayla elde edilmelerine bakılmaksızın, basitçe taşınır mal idiler. Efendileri onları yaşatma ve öldürme gücüne sahipti. Kölelerin evlilikleri yasal değildi ve bir köle ile hürün evliliği ağır cezalarla yasaklanmıştı. Bu yasağın çok tabiî bir sonucu olarak metres hayatı serbest bir hâle gelmişti. Öyle ki, rahipler bile bu durumu kanıksamışlar ve bizzat uygulamışlardı. (Karşılaştırınız, Milman, Latin Christianity, c. II, sh. 369). Eğer çevre ülkelerde ve insanın eğiliminde bu kadar derin kökleri olmasaydı, köleliğin kendisini uygulayan nesil ölür ölmez tamamıyla ortadan kalkması gerekecekti. Oysa böyle bir olay vuku bulmamıştır. Ancak İslâm'ın tâlim ve tebligatı sayesindedir ki, kölelik kurumuna öldürücü darbe vurulmuştur... İslâm ırk ve renk, siyah-beyaz, asker-halk, yöneten-yönetilen arasında ayırım yapmaz; yalnız teoride değil, uygulamada da bunlar kamilen eşittirler. Tarlada veya misafirlikte, çadırda veya sarayda, camide veya pazarda herhangi bir ayırım, küçümseyiş olmaksızın birbirleriyle içi-çedirler. Sâdık bir müntesib ve değerli bir talebe olan İslâm'ın ilk müezzini zenci bir köle idi. Arap yarımadasında o zamana kadar meydana getirilmiş en büyük müslüman ordusunun komutanı bir kölenin oğlu idi. Gerçekte Hz. Peygamber, takipçilerini sık sık, Allah rızası için köle âzâd etmeleri hususunda teşvik ederdi. Köle âzâdı Allah'ın hoşnut olduğu en güzel ibadetlerdendir. Bazı günahların cezasının kefareti olarak köle âzâd edilmesi kuralı getirilmişti. Kölelerin hürriyetlerini, hizmetlerinin karşılığında kazandıkları ücretlerle satın almalarına izin verilmesi emredilmişti. Aynca hürriyetlerini kazanmak için gereken tutarın kölelere devlet hazinesinden ödünç verilmesi mümkün kılınmıştı: "...Ellerinizin altında bulunan (köle ve câriye)lerden mükâtebe (akü) yapmak (hür olmak için bedel vermek) isteyenler(in), -eğer kendilerinde bir iyilik görürseniz- mükâtebe yapın (bedel vermelerini kabul edin). Ve Allah'ın size verdiği malından onlara da verin. (Onların size verecekleri mal veya paradan bir kısmım onlara bağışlayın veya hürriyete kavuşmak isteyen bu insanlara zekâtten yardım edin)..." (24: 33). Rasûlullah akrabaların, komşuların, yol arkadaşı ve yakmlannkiyle aynı derecede kölelerin haklarına da nezaketle riayeti istemiştir. İslâm topraklarına kaçan bir firari derhal hür olur. Köle bir kadının çocuğu babasının konumunu takip ederken, anne ise babanın ölümüyle hürriyetine kavuşur. Hepsinin ötesinde, İslâm'da kölelik statüsüne hiçbir şüphe düşmemiştir. O bir kazadır, tahrif edilmiş hristiyanlığın medenî hukukunda olduğu gibi tabiatın temel kuralı değildir. (Emir Ali, The Spiril of islam, sh. 260-278). Hem doğuda hem de batıda kitlelerin durumu, kölelerinkinden daha iyi değildi. Onların medenî hakları ve siyasî imtiyazları yoktu. Bunlar zengin ve güçlü rahiplere ait sınıfların tekelindeydi. Zayıfla güçlünün, zenginle yoksulun, üst tabakadan biriyle alt tabakadan birinin hukuku aynı değildi. Sâsâni (İran) ülkesinde, din adamları ile toprak sahipleri olan Dehkanlar bütün güç ve nüfuzun sahibiydiler ve ülkenin zenginlikleri bunların elinde toplanmıştı. Köylüler ve yoksul sınıflar genellikle kanunsuz bir despotlukla toprağa bağlanmışlardı. Bizans imparatorluğunda rahipler, büyük kodamanlar ve fahişeleri, Sezar ve genel valinin yardımcıları olan diğer isimsiz vekiller, zenginlik, nüfuz ve gücün mutlak sahipleriydiler. Halk ise rezalet ve sefalet içinde yaşamaya çalışıyordu. Barbar krallıklarda da -gerçekte feodalizmin olduğu her yerde- nüfusun çok büyük bir kısmını ya sertler veya köleler oluşturmaktaydı. Köylü ya serflik konumundaydı veya kendi toprağını derebeyinin emirleri doğrultusunda işletmekteydi. Aileleri, eşyaları ve taşınır malları ile köleler, bunların istediği gibi kullanma hakkına sahip olan toprağın efendisine aittiler. Boyunlarındaki yuvarlak demir halka hizmetçilerin ve kölelerin işaretiydi. Hür kimselerin durumu da sıradan serflerinkinden pek farklı değildi. Topraklarını bırakmak veya birşey satın al: mak isteseler, efendilerine ceza olarak bir miktar para ödemek zorundaydılar. Yüklü bir vergi ödemeksizin miras kalan herhangi bir-şeye sahip olamazlardı. Efendilerine bir pay vermeden mısırlarını öğütemez, ekmeklerini yapamazdı. Önce 10'da birini kiliseye, 20'de birini krala ve daha küçük paylan da saray mensuplarına ayırmadan ekinlerini hasat edemezlerdi. Efendileri onları bırakmazsa evlerini terkedemezlerdi. Efendilerine her zaman karşılık beklemeden hizmet etmekle yükümlüydüler. Derebeyinin kızı veya oğlu evlendiğinde, herkes bu sevince katılmalıydı. Ancak hür birinin kızı evlendiğinde, önce, rezilâne tecavüzlere boyun eğmek zorundaydı. Allah'ın Son Peygamber'i gelir gelmez hürriyetin önemini açıkladı. İnsanların gerçekten eşit olduğunu ilân etti. Her türlü zümre imtiyazlarını kaldırdı ve insanları mesleklerinde serbest bıraktı. Yeryüzündeki milletleri boyunduruk altında tutan zincirleri kırdı. Aşağıdaki âyet meali Rasûlullah'in insanlara olan merhametini şu sözlerle bildirir: "...O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar..." (7: 157). îslâmın siyasî karakterinin özü Rasûlullah'in Medine'ye hicretinden sonra Yahudilere kabul ettirdiği serbestlik belgesinde ve İslâm, yarımadada tamamıyla tesis edildiğinde Necrân Hristiyanlan ve komşu ülkelere gönderilen mesajlarda bulunabilir. Yalnızca îslâmî görüş, insanlık arasında İlahî Birliği öğretmiş, Rasûlullah de beşerî eşitliği öğütlemişti. Allah'ın birliği, Rasûlü'nün mesajı ve akidesi tanınıp kabul edildiği sürece, İslâm vicdanına en geniş müsamahayı gösterir. Sonuç olarak, mübelliğ/dâvetçi Müslüman askerler nereye gittilerse, mazlum kitleler ve baskı altındaki muhalifler tarafından "hürriyet müjdecileri" ve ezici esaretten "kurtarıcılar" olarak selâmlanmışlardır. İslâm onlara hukuk Önünde fiilî eşitlik ve sabit vergilendirme getirdi. (Emir Ali, a.g.e, sh. 260-278). Hz. Peygamber'in verdiği, bütün insanlığın eşitliği ve insana saygının gerekliliği dersi herşeyin başlangıcıydı. O şöyle buyurmuştur: "Cahiliyyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır, hepsi ayağımın altındadır." (Müslim) ve "Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine hiçbir üstünlüğü yoktur. Hepiniz Adem'in soyundansımz. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Şunu bilin ki bir müslü-man diğer bütün müslümanlann kardeşidir." (Taberi ve İbni Sa'd). "Kölelerinize âdil davranın. Onlara, yediğinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin." (İbni Sa'd) "Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim." (Müslim ve Ebû Davud). "Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır." (İbni Hişâm ve Taberi). "(Sizi şu hususta uyarıyorum) Herbirinizin canı, malı ve ırzı bu günün, bu aym ve bu şehrin kutsallığı gibi hürmete lâyıktır." (Bu-hari, Müslim ve Ebu Davud), Şüphesiz İslâm, insanlara öyle bir şeriat getirmiştir ki, basitliğine rağmen, maddî medeniyetin ilerlemelerine uygun en büyük gelişmeleri yapabilecek kapasitededir. O, devlete insan hak ve görevlerinin âdil bir şekilde belirlendiği esnek bir anayasa vermiştir. Bu anayasa vergilendirmeyi sınırlandırmış; insanları hukuk önünde eşit kılmış; özerklikle ilgili prensiplere sahiptir. O, idarî otoriteyi kanunlarla denetleyerek hâkim iktidar üzerinde bir kontrol mekanizması kurmuştur. Bu kanunlar dinî müeyyideler ve ahlâkî mükellefiyetlere dayanır. Her bir prensibin mükümmelliği ve müessiriyeti (vazıını ebedîleştirebilir). Urqu-hart'a göre, geri kalanları da kıymetlendirir. Bunların birleşimi diğer siyasî sistemlerden daha üstün olan, güç ve enerjinin şekillendirdiği bu düzeni oluştururlar. (Urquhart, Spiril ofthe East, c. I, sh. 28'den iktibasla The Spirit of islam, sh. 274-289). İslâm, insanların eşitliğine ve insan haklarına büyük önem verir; özellikle yönetici durumunda olanların buna uymasını ister. Bundan dolayı yöneticilere, tâbi olanlara karşı yerine getireceği hususî vazifeler yüklemiş, hürriyet ve eşitlik kavramlarını yerleştirmek ve bunları yönetenlerin zulümlerinden korunmak için pratik çalışmalar yapmıştır. Sonuç olarak eşitlikçi prensiplere dayanan, sadelik ve mutlakiyette olağanüstü olan İslâm hükümleri, yapılması zor olan veya insan aklı ile uyuşmayan bir itaat istemez. Müslümanlann kurdukları ülkeler feodal düzen ve kanunların feci sonuçlarından uzak kaldılar. Herhangi bir imtiyaz veya sınıflaşmaya izin vermeyen kanunlardan iki büyük sonuç elde edildi. îlki; toprağın, barbar yasalarınca uydurulmuş mesuliyetlerden kurtarılması, ikincisi, insanlara hak verilmesinde mükemmel bir eşitliğin uygulanması- Müslümanlar ve zimmîler (İslâm devletinin gayri müslim vatandaşları) hukuk önünde mutlak olarak eşittir; ne İmam ne de Sultan bir zımmînin malını isteği dışında elinden alamaz. En ufak bir tahakküm şüphesinden kaçınmak için, müslümanlara parası ile de olsa bir zımmînin toprağını almalarına izin verilmemiştir. Dördüncü halife Hz. Alî'ye göre; "onların kanı bizim kanımız gibidir." |