Konu Başlığı: Tek Bir Ümmet Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:48:42 Tek Bir Ümmet İslâm ilk geldiği zaman, insanlan soy, ırk, vatan, ortak çıkar ve imtiyazlara dayalı beraberlikler kurmuş olarak buldu. Bütün bu önemsiz bağlılıkların insanın gerçek fıtrat ve özü ile ilgisi yoktu. Bunlar daha çok, İnsanın asıl Özüne iliştirilmiş anzî niteliklerdi. Bu önemli konuda İslâm kesin ve kararlı tebligâtıyla insanların birbirleriyle olan ilişkilerini belirledi. Renk, ırk, akrabalık, vatan veya paylaşılan menfaat ve imtiyazlar insanlan biraraya getirmeye, onlan ayırmaya yeterli değildir; insanlann birbirleriyle olan ilişkilerini belirleyecek olan onlann inançlarına ve Rablerine olan bağlılıklandır. Onlara insanlıklarını ihsan eden Allah ile ilişkileridir ve bu, onlann dünya ve ahirette istikametlerini belirlemelidir. Allah'ın ruhundan üflediği nefes insanı insan kıldı, ona değer verdi, yerde ve gökte ne varsa her şeyi ona boyun eğdirdi. Bu İlke üzerine insanlar biraraya gelirler veya aynlırlar; yoksa, insanî esasa iliştirilmiş kimi anzî nitelikler üzerine değil. Birliğin temeli inançtır, inanç ise insan ruhunun en yüce vasfıdır. Eğer bu bağ ortadan kalkarsa birlik olmayacak, daha doğrusu hayat olmayacaktır. İnsanlık bu en asil niteliğine dayalı birlikler kurmalıdır. Yoksa, yiyecek, otlak ve barınak temeline dayalı birlikleri hayvanlar da oluştururlar. Bütün dünyada iki topluluk vardır: Allah'ın taraftarları (Hizbullah) ve şeytanın taraftarları (Hizbuşşeytan). Allah'ın hizbi Allah'ın sancağı altında toplanır ve O'nun işaretlerini taşır. Şeytan'ın hizbi ise Allah'ın sancağı altında toplanmayan bütün topluluk, grup, ırk ve fertleri içine alır. Ümmet, bir inanç bağı ile birbirine bağlanmış insan topluluğudur. înanç yoksa ümmet yoktur, ümmeti birbirine bağlayacak unsur da yoktur. Toprak, ırk, dil, akrabalık, ortak maddî çıkarlar, ayrı ayrı veya tamamen, inanç bağı olmaksızın bir ümmet oluşturmak için yeterli değildir. Bağ, kalbi ve aklı canlandıracak, insanı ve hayatı yorumlayacak, Ruh'undan üflediği nefes ile insanı insan yapan Allah'a bağlayacak, hayvanlardan ayıracak ve Allah vergisi bir değere sahip bir düşünce olmalıdır. Allahu Teâlâ, Kur'ân'ında her yer, çağ, renk, kabile ve zümreden mü'minlere hitap ederken, yüzyıllar boyunca Nuh aleyhisselâmdan Muhammed'e şunları buyurmuştur: "İşte bu sizin ümmetiniz (olan tevhid ve İslâm milleti), bir tek ümmettir. Rabb'iniz de benim. Yalnız bana kulluk edin." (21: 92). Bütün bu peygamberler hep aynı din ve ümmet birliğini sağlamak, aynı inancı yerleştirmek için gelmişlerdir. Bunların hepsi zincirin halkaları gibi birbirini tamamlamaktadır. Hepsi insanlık yolunu aydınlatmak için dizilmiş nur kandilleri gibi birbirini ikmal etmektedir. Allah insanları soy, ırk ve vatan bağlarına bakmaksızın inanç temellerine göre ayırır. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kavmin, babalan, oğullan, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine îman yazmış ve onlan kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'ân ile) desteklemiştir. Onlan, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın hizbi(partisi)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbi(partisi)dir." (58: 22). O, başka çare kalmazsa öldürme için bir tek sebep kabul etti, bu, Allah rızası için, O'nun yolunda cihaddır. Allah inananlann amaçlanyla inanmayanların amaçlarını açık ve kesin bir biçimde belirtmiştir: "îman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlanyla savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır." (4: 76). Birlikteliğin ırk, renk, ticaret veya herhangi ikinci derecede, anzî bir karakteristiğe değil de, inanç temeline dayanması gereği o zaman bütün İnsanlığa garip gelmişti. Günümüzdeki ifadesiyle bu "mezhepçilik, fırkacılık" (sectarianship) İslâm onu ilk gündeme getirdiğinde garipti, ancak bugün insanlığın onu Özümsediğini, farklı ülkelerin, halkla-nn, dillerin, renklerin ve ırkların inanç temeline dayalı olarak biraraya geldiğini görüyoruz. Onların Allah'a iman ilkesi etrafında biraraya gelmedikleri bir gerçektir, ama, daha alt düzeylerde ekonomik veya toplumsal inanışlar insanların beraberliği için bir temel oluştura-biliyor. İkinci derecedeki unsurlar en büyük hakikatten daha önemli olabiliyor. Fakat insanlık bugün, herhangi bir olayda beraberliğin bir inanç etrafında mümkün olabileceğini kabul ederken inancın, ruhî veya zihnî rabıtayı sağlayacağı görüşündedir. Tabiî ki bu da bir gelişmenin göstergesidir. Şimdi insanlığa kalan, yaklaşan İslâmî hareketin rehberliğinde daha yüce ve daha yükseklere doğru tırmanmak, bu ilerlemede ön saflarda yer almaktır. Burada eski ve yeni İmkânlar insanlığın hizmetinde olacaktır: Bunlar insan fıtratı ve İslâm'ın ilk hareketinden beri insanlığın geçirdiği tecrübelerdir. İslâm, insanları inanç etrafında toplayıp, bu temeli birliğin ve ayrılığın ilkesi kabul etmesine rağmen, düşmanlarının inançlarına karşı tahammülsüzlük göstermemiş; kendi inancının dışında kalan veya kendi inancı etrafında toplanmamış insanlarla ilişkilerin belirlenmesinde hoşgörüsüzlüğe kesinlikle izin vermemiştir. Allah, insanları tslâm dairesine, sokmak için değil daha çok yeryüzünde hakkaniyete, adalete dayalı üstün bir düzenin kurulabilmesini mümkün kılmak için cihad vazifesini müslümanlara yüklemiştir. İnsanlar, hem müslümanlann hem de gayri müslimlerin mükemmel ve adilâne bir ortamda yaşadıkları bu nizamın himayesi altında istedikleri inancı seçebileceklerdir. "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğûtu inkâr edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir." (2: 256). İslâm nizâmının hâkim olduğu ve İslâm hukukuna göre yönetilen topraklar, üzerinde yaşayan farklı inanç ve dinlerden insanlara bakılmaksızın "İslâm ülkesi" dâr-ı İslâm olarak kabul edilir. İslâm'ın hâkim olmadığı ve İslâm hukukunun uygulanmadığı bir yer de halkının ne olduğuna bakılmaksızın "Harp ülkesi" yani dâr-ı harb hâlini alır. Dâr-ı İslâm ile dâr-ı harb arasındaki ilişkiler başıboş bırakılmamış, açık ve sistemli bir şekilde iyilik, saflık ve dürüstlük ilkelerine uygun olarak belirlenmiştir. Eğer "İslâm ülkesi" ile "harb ülkesi" arasında bir andlaşma yapılırsa bu anlaşmaya uyulur, hilekârlık ve hainliğe izin verilmez. Andlaş-manın tek taraflı feshi ve aniden saldın yasaklanmıştır. Tabiî bütün bunlar, andlaşmanin süresi sona erdiğinde veya dâr-ı harb halkı andlaşmayı bozduğunda yürürlükten kalkar. Sulhun tarihleri belirlenmemiş, dâr-ı harb tarafının da hainliğinden korkulursa sulhun bozulmasına izin verilir. Bu takdirde sulhun sona erdiği karşı tarafa açık bir şekilde bildirilir. Savaş açılması gerekiyorsa, bununla ilgili gözetilmesi gereken kurallar ve kararlar vardır. Eğer düşman anlaşma imzalamayı, cizye (vergi) Ödemeyi ve tslâmî düzenin hâkimiyetini kabul ederek barış isterse, inanç hürriyetini koruma ve bunu müslümanlardan isteme hakkına sahiptir. "Allah katında, yeryüzünde yaşayanların en kötüsü kâfirlerdir, artık onlar inanmazlar. (Ey Muhammedi) Sen kendileriyle andlaşma yaptığın hâlde onlar, hiç çekinmeden, yaptıkları andlaşmayı her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan onlar(a vereceğin ceza) ile arkalarında bulunan kimseleri de dağıt ki ibret alsınlar. Bir kavmin, (andlaşmaya) hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onların seninle yaptıkları andlaşmayı) aynı şekilde onlara at; çünkü Allah hainleri sevmez. İnkâr edenler (bizim kazamızdan kurtulup) geçtiklerini sanmasınlar. Onlar (bizi) âciz bırakamazlar. (Ey İman edenler!) Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız." (8: 55-61). Allah aynı şekilde andlaşmalara sadakati vurgulayarak, "devlet menfaatinin" Öne sürülerek yükümlülüklerden kaçınılmasını yasaklar. "Andlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini tam yerine getirin (verdiğiniz sözü tutun), pekiştirdikten sonra yeminleri bozmaym. Çünkü Allah'ı üzerinize kefil (şahit) yaptınız. (Artık nasıl o andı bozarsınız?) Allah yaptıklarınızı bilir. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, yeminlerinizi aranızda bozucu bir vasıta yaparak, ipliğini kuvvetle büktükten sonra çözen kadın gibi olmayın! Çünkü Allah, sizi bununla deniyor. Kıyamet günü, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyi size açıklayacaktır." (16: 91-92). Eğer savaş çıkarsa, o zaman, kimsenin namusuna tecavüz edilmez, çocuklar, yaşlılar ve kadınlar Öldürülmez, ekinler yakılmaz, sürüler tahrip edilmez, intikama izin verilmez; müslümanlar yalnızca karşılarına çıkan silahlı kuvvetlerle savaşırlar. Şu öğütleri Hz. Ebu Bekir, Bizans'a cihada giden Üsâme'nİn ordusuna vermiştir: "Hainlik yapmayın, muamelelerinizde ifrata kaçmayın, yanlışlığa sapmayın, intikam almayın, çocukları, yaşlıları veya kadınları öldürmeyin. Hurma ağaçlarım veya diğer meyve veren ağaçlan kesmeyin ve yakmayın. Yiyecek hâricinde develeri boğazlamayın. Köşelerine çekilmiş insanlarla karşılaşacaksınız. Onlan kendi hâllerine terkedin ve Allah'ın izniyle yolunuza devam edin." Burada, dâr-ı İslâm İle dâr-ı harb, müslü-manlar ile gayri müslimler arasındaki ilişkileri düzenleyen kuralların ayrıntılarına girmek niyetinde değiliz. Böyle bir tartışma şu andaki amacımıza uygun değildir. Zira, biz daha Önce böyle kurallar olmamasına rağmen İslâm'ın yeryüzündeki muhalif gruplar arasındaki ilişkileri belirlemek için vazettiği kuralların ana hatlarına işaret etmek istiyoruz. İslâm'dan önce, farklı toplulukların, birbirleriyle ilişkileri kılıç kuvvetine ve müsamahasızlığa dayanmaktaydı. Güçlü olan için her şey mubahtı, mağlup ise bütün haklarım kaybederdi. İslâm'ın vazettiği bu kurallar insanlık hayatında varolmaya devam etti. Milâdî 17. /hicrî 11. yüzyıl sonlarında dünya karşılıklı ilişkilerini bu kurallara göre belirlemeye başladı. "Uluslararası Hukuk" kavramı ortaya çıktı ve 19. yüzyılda bu kavramı güçlendirmek için uluslararası teşekküller kuruldu. Bu teşekküller günümüze kadar çeşitli başarı ve başarısızlıklarda pay sahibi oldu. Uluslararası hukukta bir hayli fazla konu tartışıldı. Sonuçta, İslâm'ın öngördüğü sistem ortaya çıktığı ilk zamanki kadar insanlığa yabancı değildir. Şu bir gerçek ki, insanlık ilk müslüman toplumun yardımlaşma ve diğer toplumlarla ilişkilerinde ulaştıkları ahlâkî seviyeyi koruyamadı. Bu yüzyılda batı hukukunun geliştirdiği uluslararası hukuk teorileriyle ilgili ciddî tersliklerin olduğu da bir gerçek. Savaşın ilân edilmesi ilkesi ve andlaşmalann ihlalinin yasaklanması yürürlükten kaldırıldı. insanlar arasında öldürme olayları, çöldeki hayvanların birbirlerini öldürmelerinden daha yaygındır. Savaş ve barışın ardındaki motiflerin halâ üstünlük ve yağma, kazanç ve pazar paylan olduğu, İslâm'ın cihadın amaçlan olarak belirlediği inanç, doktrin, fazilet ve adalet gibi esaslann geri planda kaldığı da bir gerçektir. Her şeye rağmen, ilgili taraflarca bilinen bir hukuka dayandırılan uluslararası ilişkiler kavramı halâ vardır. Bunu ilk defa İslâm gündeme getirmiş, Allah'ın insanlar için uygun gördüğü yüce ve âdil hayat yolu da bu kavramın insan hayatındaki pratik etkilerini göstermiştir. Eğer insanlar tekrar bu yola davet edilirse, bu görüş onlara garip ve olumsuz gelmeyecektir. Onun üstün ahlâkî temeli, insanlığa, Allah'ın rehberliğinden habersiz cahiliyye bataklığında debelenirken yabancı gelebilir, ancak bizatihi görüşün kendisi ne yabancı ne de çirkindir. İlk zamanlar yalmzca insan fıtratının potansiyeline güvenen İslâm, gelecekteki hareketinde ilkelerinin güvenilirliğiyle de İnsanlığa tanıdık gelecektir. Bu hareket insanlığın geçirdiği çeşitli tecrübelerden de faydalanacaktır. Böylece ileri yürüyüşüne tekrar başlaması inşaallah daha da kolay olacaktır. İnsanlık bugün bütün inanç, ideoloji ve doktrinlere karşı gösterdiği hafiflik ve aldırmazlıktan muzdariptir. Aynı şekilde, bugün başına ne geliyorsa ikiyüzlülük, hilekârlık ve zilletten geliyor. Bunlar insanları Allah'a davetteki zorluklar ve Allah yolunu layıkıyla takip etmedeki engellerdir. Bu ve benzer meseleleri gözardı etmemeli veya küçümsememeliyiz. Elverişli faktörler İslâm için çalışanları gevşeterek, kendilerini yeterli bir şekilde teçhiz etmekten alıkoyma-malıdır. Onlar kendilerini nasıl teçhiz edebilirler? Kendilerini donatabilecekleri yalnızca bir tek şey var: Allah korkusu, Allah hakikatinin idraki, Allah ile doğrudan ilişki ve Allah'ın apaçık vaadine mutlak güven: "... (çünkü) mü'minlere yardım etmek, üzerimize borç idi." (30: 47). Yapılması gereken, mü'minlerin güçlerini Allah'tan almaları ve o şekilde yollarına devam etmeleridir. Allah'ın vaadi, realitenin Üstesinden gelecektir. Aocak, ilk ve son gaye yalnızca Allah rızâsı olmalıdır. Bu topluluk Allah yolunun gerçekleştirilmesinde Rabbani metodu uygulayacaktır. Bu metod, insan fıtratı üzerindeki cehalet bulutlarını dağıtacaktır. Aynı zamanda, "yeryüzünde Allah'ın kelimesi en yüce kılınsın, iktidar dizginleri O'nun dininin hükmü altında olsun" şeklindeki Allah buyruğu bu metodla gerçekleştirilebilecektir. Al-i İmrân sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Sizden önce de (Allah'ın kanunlaştırdığı) nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde dolaşın da, yalancıların sonunun nasıl olduğunu görün. Bu (Kur'ân) insanlara bir açıklama, (Allah'tan) sakınanlara yol gösterme ve Öğüttür. Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz. Eğer size (Uhud'da) bir yara dokunduysa, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... (evet) onları biz insanlar arasında çevirip duruyoruz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veriyoruz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteriyoruz, bazen ötekine). Allah iman edenleri ortaya çıkarsın, sizden şehidler edinsin, iman edenleri arındırsın ve kâfirleri mahvetsin diye (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allah, zâlimleri sevmez." (3:137-141). |