Konu Başlığı: Takva Ve Faziletin Yeni Anlamı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 26 Ağustos 2012, 13:19:34 TAKVA VE FAZİLETİN YENİ ANLAMI Hz. Peygamber, fazilet anlayışına yeni boyutlar getirmiş, insanlığın sosyal sistemler içinde yer alan bütün günlük olayların ve pratik hayatın Önemine, yeni ve geniş anlamına dikkatleri çekmiştir. İslâm'ın, insanları hayatı bütünüyle kabul etmeye ve nimetlerinden faydalanmaya davet ettiğini; hayatı reddetme ve hayatın sorumluluklarından kaçmaya yönlendirmediğini göstermiştir. İslâm manastır hayatını ve insanlardan uzak zühdü teşvik etmez; muttaki bir hayatı ve Allah'ın nimetlerinden uygun ve dengeli şekilde faydalanılmasını öngörür: "Ey Peygamber! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu Ben, yaptığınızı bilirim." (23: 51). Bu âyet helal şeylerden yemeye davet ederek, aşırı riyazet uygulamalarını reddetmektedir. İnsanları riyazet ve nefsine kölelik arasındaki orta yola çağırmaktadır. Bu, gerçek faziletli insanların riyazet ve inziva içindekiler değil, Allah'ın nimetlerinden şükür içinde yararlanan, şükrünü muttaki ve temiz bir hayat sürdürerek gösterenler olduğuna işaret etmektedir. Bu tarz bir hayatı reddedenlere Kur'ân şöyle sormaktadır: "De ki: 'Allah'ın kullan için yarattığı ziynet ve temiz nzıkları haram kılan kimdir?..." (7: 32). Bu, insanların hayat sistemlerine sıklıkla soktukları yanlış uygulamaları ve cahilce yolları Kur'ân'ın tipik reddediş şeklidir. Bu âyetle ortaya konan mesele şudur: "Bütün bu temiz, iyi ve güzel pek çok nimeti kulları için yaratan Allahu Teâlâ'dır ve bu nimetlerin o kullara haram kılınması Allah'ın dileği olamaz. Bu nedenle, eğer bâtıl dinî, ahlâkî veya sosyal sistemler bu pak nimetleri insanın gelişme ve derece kazanmasına engel oldukları gerekçesi ile haram veya kerih görürse, bu durum başlı başına bu yasağın Allah tarafından emredilmediğinin açık delilidir." (The Meaning oj the Qur'an, c. IV, ss. 22-23). Aktif hayattan çekilmeyi ve inziva içinde Allah'a sürekli ibadeti teşvik eden hiçbir hayat sistemi Allah'ın Hz. Peygamber'e ve diğer peygamberlere vahyettiği Dinin bir parçası değildir: "...üzerlerine Bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerinin güya Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları ruhbaniyete bile gereği gibi riayet etmediler..." (57: 27). Bu âyet, Allah'a ancak bu hayat karmaşası içinde temiz ve muttaki bir yaşantı ile kulluk edilebileceğini açık bir şekilde vurgulamaktadır. Bu âyet aşırı riyazetin gayriislâmi bir fiil olduğunu ve sistemin bir parçası olmadığını şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklamaktadır. Münzevî hayat İslâm'da teşvik edilen bir hayat tarzı değildir. "Bu İslâm'ın bütün ahlâkî ve manevî kavramlarına zıttır. Zihnî ve fizikî yetenekler kadar tabiî arzular da Allah'ın nimetleridir. İyi ya da kötü olan onların öz tabiatları değil, ancak bu arzuların uygun veya hatalı şekillerde uygulanışlarıdır. Gerçekte, herhangi bir yeteneğin âtıl bırakılması onun suistimal edilmesi olarak kabul edildiğinden kötü bir fiil sayılmaktadır. İslâm'da evlilik bekârlıktan daha üstün kabul edilmektedir. Çünkü evlilik kişiliğin kemalini, düzenli ve uyumlu bir şekilde gelişmesini sağlayan bir vasıtadır. Kur'ân-ı Kerîm evliliğin böyle bir gelişime yardımcı olması dolayısı ile benimsenmesini tavsiye etmektedir (30: 21), Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur, "Evlilik bizim sünnetimizdİr. Ve ondan kasten kaçınan bizden değildir.'1 Yukarıdaki âyet bu sistemin bir diğer önemli Özelliğine İşaret etmektedir: maddî, manevi ve ahlâkî değerleri besleyerek İslâm, bütün insanî yeteneklerin faydalı ve uyumlu bir şekilde gelişmesine yardımcı olmaktadır. Bu da, Allah insana fıtrî yetenek ve zahiri zenginlik bakımından her ne bahşetti ise, insanın onu kültür ve medeniyetinin zenginleşmesi için yerli yerince ve verimli bir şekilde kullanması gerektiği anlamına gelmektedir. Yine buna benzer olarak, Kur'ân ibadetin şeklî özelliklerinin; namaz için kişilerin yüzünü döneceği yönün ve hac farzını eda etmek için gidilmesi gerekli yerlerin sadece manen önemli olduğunu ve bu nedenle tartışma konulan haline getirilmemeleri gerektiğini vurgulamaktadır. Bunlar, insanlara rehberiyet, onları organize ve disipline etmek gayeleri ile emrolunmuş şeylerdir ve ibadet ruhunun ya da Allah'ın Emirlerine gereğince uymanın aslî unsurları değildirler. Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Doğu da batı da Allah'ındır, nereye dönerseniz Allah'ın yönü orasıdır. Doğrusu Allah her şeyi kaplar ve her şeyi billir." (2: 115). Şurası muhakkak ki, Allah doğu veya batı gibi herhangi bir yön veya yerle sınırh olmayan, bütün yönlerin ve yerlerin sa-hibî olandır. Onun bilgisi sınırlı değildir ve bütün zaman ve uzayı kapsayıcıdır. Aynı surede şu âyet de zikredilmektedir: "İnsanlardan birtakım beyinsizler: 'Onları, bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?' diyecekler. De ki: 'Doğu da, batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir." (2: 143). Kıble değişikliğinin altında yatan ince manayı kavrayamayan beyinsizler müminlerin zihinlerinde şüphe oluşturabilmek için muhtelif itirazlar üretmeye başladılar. Bu saçma İtirazlara bu âyet kesin bir reddiye olmuştur. Bu âyete göre doğu, batı ve diğer bütün yönler Allah'a aittir ve kıblenin belli bir yöne doğru olması Allah'ın sadece bu yönle sınırlı olduğu anlamına gelmemektedir. İlâhî vahyin rehberiye-tine nail olmuş kişiler böyle dar görüşlü fikirler üretmezler.'(The Meaning of îhe Qur'an c. I, ss. 117-120). Bu dar anlamlı takva, fazilet ve iyilik anlayışı Kur'ân'ın şu âyeti ile iyiden iyiye reddedilmiştir: "Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmenizde değildir. Asıl iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere iman eden, malım ona olan sevgisine rağmen, akrabaya, yetimlere, düşkünlere, yoksullara, yolda kalmış olanlara, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösteren, zorda, darda ve savaşın kızıştığı zamanda sabır gösterenin iyiliğidir. İşte o doğru olan bunlardır. Allah'tan korkup kötü davranışlardan sakınanlar da bunlardır." (2: 177). Bu âyet ibadetin zahiri şekilleri üzerinde çok aşırı bir önemle durulmasının yersizliğini göstermekte ve kişinin salt yüzünü doğuya veya batıya çevirmekle iyiliğe ulaşamıyacağı-na işaret etmektedir. Gerçek takvaya bütün ibadetlerin ve sadaka-i cariyelerin O'nun rızasını kazanmak gayesiyle samimi Allah sevgisi ile yapılması suretiyle ulaşılabilinir. Mühim olan sözler ve şekiller değildir. Allah katında gerçekten mühim olan bir işe girişilirken sahip olunan niyettir. Allah'a ihlâsla iman takva ve iyi hareketlerin temelini teşkil etmektedir ve bu çeşit ameller dış etkenler nedeniyle değil, yalnızca Allah sevgisiyle yapılmalıdır. Aynı ilke hac konusu ile bağlantılı olarak şu âyette dile getirilmiştir: "Sana yeni doğen ayları soruyorlar. De kİ: 'Onlar insanların ve haccın vakit ölçüleridir. İyilik ve taat, evlere arkalarından girmenizde değildir; gerçek iyilik, Allah'tartsakınanın iyiliğidir..." (2: 189). Kurban ibadetinin özü Hac sûresinde şöyle açıklanmıştır: "Onların etleri de, kanları da Allah'a ulaşmayacaktır; Allah'a ulaşacak olan ancak sizin takvânızdır; böylece Allah bunları emrinize verdi ki, sizi hidayete erdirmesine karşılık tekbir getirip O'nu yüceltesiniz. Güzel davrananları müjdele!" (22: 37). Üstelik kurban, Allah'ın sembollerindendir (Şiar'ullah). Müminlere kurban ibadetinin yalnızca takvayla ve O'nun sevgisiyle ifa edildiğinde kabul edileceği açıkça söylenmiştir. Sadaka ile ilgili temel ilke ise şu âyette ifadesini bulmuştur: "Sevdiğiniz şeylerden sarfet-medikçe iyiliğe (takvaya) erişemezsiniz..." (3: 92). Bu âyet, ataların asırlık âdet ve gelenekleri tarafından emredilen merasim, örf ve dış görüntülere sıkı sıkıya bağlılık gibi- geleneksel takva ölçü ve göstergelerini tamamen reddetmekte, insanlara "gerçek takvaya ulaşmalarının kendi icatları olan bazı merasimleri yerine getirmekle değil, Allah sevgisiyle ve O'nun kanunlarına hayatın her sahasında uymakla mümkün olduğunu" sarahatle açıklamaktadır. Takva kapısı dünyevî makamları Allah'tan daha çok sevenlere ve Allah sevgisi için kıymetli gördüklerini feda edemeyenlere kapalıdır. Böyle bir kişi gerçek takva ve fazilete erişemez. Kur'ân-ı Kerîm, Allah'a inanmaksızın zahirî merasim ve âdetleri yerine getirmekle övünenlerin takva iddialarını reddetmektedir. Tevbe sûresinde şöyle buyurulmaktadır. "Hacılara su sağlama görevini, Mescid-i Haramı tamir etme işini, Allah'a ve âhiret gününe İman edip, Allah yolunda cihad edenlerin işleriyle bir mi tuttunuz? Allah katında bunlar aynı değerde olmazlar..." (9: 19). Yine, bu âyet gerçek takvayla onun zahirî şekli arasında insanların ayrım yapabilmesini mümkün kılmak için gerçek takvanın özünü gündeme getirmektedir. "Bir kimsenin Allah katındaki değeri, inançlanndaki samimiyet ve Allah yolunda yapacağı fedakârlıklarla doğru orantılıdır. Onun, doğuştan veya sonradan kazanılmış ayrıcalıklara sahip olup olmamasına bakılmaz; şeyh, hoca, müftü vb. gibi kimselerin soyundan gelip gelmemesi bu konuda bir mâna ifade etmez. Aksine, inancında samimiyet ve Allah yolunda fedakârlıklardan uzak olan kimselerin Allah indinde hiçbir değerleri yoktur. Nitekim bu gibi kimselerin, dinen büyük kişilerin soyundan gelmeleri, uzun bir meşayıh ve ulema silsilesiyle mukaddes yerlerin koruyuculuğunu tevarüs etmeleri,özel gün ve yıldönümleri vesilesiyle, sırf gösteriş ve merasim olsun diye bazı dinî âyin ve hareketlerde bulunmalarının Allah katında hiçbir mâna ve değeri yoktur." (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, s. 181). Takva ve fazilet kavramı toplum içindeki uygulamalarla ilgili hale geldiğinde Kur'ân tarafından daha da derinlemesine ele alınmaktadır. Takvanın bu toplumsal yönü; toplumda servetin daha eşit ve adil dağılımının sağlanmasını ve sıradan insanların ekonomik, sosyal ve kültürel hayatlarının iyileştirilmesini kolaylaştırabileceğinden dolayı, özellikle vurgulanmıştır. Ancak, sadaka verirken, fakirlerin ve düşkünlerin ihtiyaçları, onları inançları ve Karakterleri göz önüne alınmaksızın, karşılanmalıdır. Kişi iyi-kötü, mümin-kâfir ayrımını sadaka verirken yapmamalıdır. Bakara sııreS'ndeki şu âyet sadakanın bu yönüne yeterli aÇiklanıa getirmektedir: "Onları doğru yola yetmek mecburiyetinde değilsin, fakat Allah Kimi düerse doğru yola eriştirir. Başkalarına gittiğiniz malın sevabı size aittir. Hayır ola-ık yaptığınız harcamalar sadece Allah nzası n olmalıdır. Dağıttığınız matın mükâfatı ise, fazlasıyla verilecek ve size haksızlık edilmeyecektir." (2: 272). Bu âyet müslümanlarm sadaka verme konusunda taşıdıkları bir yanlış anlayışı düzeltmektedir. "İlk önceleri, müslümanlar gayrimüslim yakınlarına ve diğer gayrimüslimlere mâlî yardımda bulunma konusunda tereddüt etmişlerdir. Onlar sadece müslümanlara yapılan yardımların Allah'ın rızasına daha uygun olduğunu düşünmekteydiler. Bu âyet müminlere, kâfirleri hidayete ulaştırmakla sorumlu olmadıklarını hatırlatmaktadır. Onların sorumluluğu Hakkı tebliğ etmekle sona erer. Hidâyet nuruna eriştirmek ya da eriştirmemek Allah'ın dileğine kalmıştır. Bu nedenle müs-liimanlar, sadece hidâyeti kabul etmedikleri için gayrimüslimlerin isteklerini yerine getirmekte tereddüt etmemelidirler. Eğer müminler Allah'ı razı etmek için bir kimsenin ihtiyacını giderirlerse, Allah onlara mutlaka mükafatlarını vericektİr." (Ebul A'la Mevdudi, The Meaning ofthe Qur'an, c. I, s. 197). İyilik, takva ve fazilet, şeklî ibadetleri yerine getirmekten ibaret olmayıp; inanç ve kişilikleri dikkate alınmaksızın fakir ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmenin de dahil olduğu her türlü faydalı işi ihtiva eder. Kur'ân pek çok vesilelerle Müslümanlara ihtiyaç sahiplerine yardım etmeyi emretmektedir: "Allah'a ve Rasûlüne iman edin ve tasarrufunuza bırakılmış olan mallarınızdan Allah yolunda harcayın. İçinizden iman edip de, Allah yolunda harcayan kimselere büyük mükâfat vardır." (57: 7). Bu âyette, Allah insanlara Kendine inanmayı ve maddi servetlerini fakirlerin ihtiyaçlarına sarfetmek yoluyla güzel amellerde bulunmayı emretmektedir. Diğer bir ifadeyle, fakirlerin ihtiyaçlarım karşılamak, acılarına ve çilelerine merhem olmak sadece müminlerin Allah'a olan imanlarının zahiri bir delili olmakla kalmamakta, fakat içlerindeki Allah sevgisine ve O'nun emirlerine uyarak O'nun rızasını kazanma arzularına da çok kuvvetle şehadet etmektedir. Nisa sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolculara ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Allah, kibirlenenleri ve övünenleri asla sevmez." (4: 36). Bu âyet İslâm'ın özünün, akraba ya da yabancı olsun muhtaçlara yardım konusunda pratik fiiller işlemek olduğu konusuna ışık tutmaktadır. Gerçek takva ve iyilik işte bu fiillerdir, tabiî ki yalnızca Allah rızası için ve O'nun emirlerini yerine getirmek gayesiyle yapılır-larsa bu, "Allah'ı ve komşunu sev!" emrinden daha kapsayıcıdır. Çünkü hayvanlar da dahil yakın çevremizdeki bütün yaratıklara karşı vazifelerimizi hatırlatmakta ve duygusallıktan çok fiili kulluğa yöneltmektedir. Böyle hayırlı fiillerin işlenmesi her insanın nefsî arzulan ve kendisi için taşıdığı öncelikli istekleri gözönünde bulundurulduğunda daha da Önem kazanmaktadır. Çünkü Allah nazarında her insan, ihtiyaçları bakımından eşit konumdadır. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, s. 191). Aynı konuya Nur süresindeki şu âyetle de değinilmiştir: "İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?" (24: 22). Bu âyet Allah rızası dışında hiçbir şahsi güdü olmaksızın sadaka vermenin iyiliğini vurgulamaktadır. Sadakanın gayesi Allah rızası için fakirlere yardım etmek olduğundan, belli bir şahıstan sâdır olan nefret düşünceleri veya incitici tavırlar yüzünden varlıklı hiçbir kimsenin yardım elini bu kimse veya kimselerden aniden çekmesi doğru bir davranış değildir. Böyle bir davranış sadakanın ruhuna aykırıdır ve takva olarak adlandırılamaz. Bu nedenle, bu âyette bu tip kişilere, Allah'a gerçekten iman ediyorlar ve O'nun rızasını gözetiyorlarsa, şahsî kızgınlık nedeniyle fakirlere yardımı kesmeyip devam ettirmeleri açıkça emredil-mektedir. Yardıma devam etmek, fazilet ve takva sahiplerinin şânındandır. "Gerçek Müslüman, Allah sevgisiyle çalışan kimsedir. Eğer bir kişi Allah'ı içtenlikle ve ihlasla severse, O'nun yolunda eser vermek için tüm kalbini, zihnini, ruhunu vücudunu ve kaynaklarını sarfetmeye çalışır. Böyle, bir kişi Allah korkusundan veya dinin şeklî ibadetlerini yerine getirmekten daha fazlasını gerektirmeyen vazifeleri ifa etmekle tatmin duygusuna ulaşamaz; bu kişi Allah sevgisi için vücudunu, ruhunu ve tüm maddi kaynaklarını sarfetmeye hazır bekler... Gerçek takvanın özü budur." (The Meaning of îhe Qur'an, c. I, s. 149). Servetlerini Allah'ın rızası için harcayanların faziletleri çok büyüktür. Bu amel, sadece kişinin Allah'a olan inancının göstergesi ve so-nıut delili olmakla kalmayıp, fakir ve düşkünlerin ağır yüklerini hafifleten ve böylelikle toplumu daha sağlam ve sağlıklı temeller üzerine inşa etmeye yarayan bir amel olmaktadır. Gaye, yüce ve şereflidir ancak ulaşması zordur ve büyük fedakarlık ister. İnsanların çoğunluğu ekonomik görüşleri tamamıyla değişmeksizin manevi gayeler için parasal konularda kolayca fedakarlık gösteremezler. "Servet yığmak gayesiyle yaşayan ve öylece de ölen ve herşeyi kar-zarar ölçeği üzerinden değerlendiren materyalistlerden yüce gayeler İçin harcama yapmaları beklenmemelidir. Şerefli bir dava için harcamada bulunuyor gibi görünseler de, onlar bu fiili kendilerine veya çevrelerine nasıl bir faydası olacağını hesapladıktan sonra işlerler. Şurası açıktır ki, böylesi bir tavırla hareket eden kimse, Allah rızası için bir adım dahi atamaz. İnsanların maddî konularla ilgili zihniyetinde köklü değişiklikler yapmak ve onlarda manevî değerlere karşı hassasiyet oluşturmak işte bundan dolayı gereklidir. (The Meaning of îhe Qur'an, c. I, s. 192). Kur'ân-ı Kerîm'in aşağıda mealini verdiğimiz âyeti bu çeşit manevî tavır oluşturmak ve inşa etmek için verilen eğitimin ve terbiyenin bir parçasıdır. "Mallarını Allah yolunda sarfe-denlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfü geniştir, O her şeyi bilendir." (2: 261). Burada güçlü bir teşvik ve güvenlik garantisi olduğunu görüyoruz. Bu âyet zenginliğinizi Allah yolunda harcadığınızda, nimetleri sonsuz olan ve böylesi amelleri Ölçüsüz şekilde nıükafatlandırabilen Allah'ın hareketinizin karşılığını fazlasıyla ödeyeceği söylenmektedir. Ve O ne harcadığınızı ve hangi niyetle harcadığınızı en iyi bilendir. Bu nedenle maddi fedakarlığınızın mükafatım alamamak gibi bir riskiniz yoktur. Bütün bu amellerin özü ıhlas ve samimiyettir. Eğer bu gibi hayırlar yalnızca Allah için yapılmamış ve içine gösteriş ve ikiyüzlülük karışmışsa boşunadırlar. Gerçek fazilet ve takva, sadaka ve infakın kendisinde değil veriliş niyetindedir. Bu nedenle, az ya da çok her çeşit sadaka yalnızca Allah rızası için ve ihlasla verilmelidir. Bu gerçekleştiği taktirde, kişi ister kendi ihtiyaçları için sarfetsin isterse yakınlarının, fakirlerin ve düşkünlerin yardımına koşsun, hakiki takva ve fazilete ulaşmış olur. Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Mallarını Allah yolunda sarfedİp, sonra sarfettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eza etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katmdadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Güzel bir söz ve bağışlama, arkasını hakaret ve gönül incitme takip eden sadakadan daha hayırhdır. Allah ganîdir, sabır dolu bir şefkate sahiptir." (2: 262-263). Bu âyet Allah'ın müstağni olduğunu ve sadakaya ihtiyacı olmadığını açıkça ifade etmektedir. O'nun insanlara, sayesinde hayatın yüksek derecelerine ulaşabilecekleri bir yol göstermiş olması, yalnızca insanların faydasınadır; ferdî ya da toplumsal gelişme ve büyümeleri içindir. O, insanlara Rızasını kazanmak için kendileri ya da başkaları için sarfedecekleri herşeyi ihsan edendir. Bu nedenle, hakiki takvaya erişmek için tek yol başkalarına başka hiçbir niyet gözetmeksizin O'nun rızası İçin sarfet-mektir "Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sar-feden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın." (2: 264). Bu noktada, sadakanın da takvaya erişmek için manen yeterli güce erişmek gayesiyle "nefsi" terbiye etmek olan oruç ibadetine benzediğine işaret edilmelidir. Sadakanın nefs'i kontrol altına almayı mümkün kılarak kişinin Allah'a yakın olmasını kolaylaştıran bir ibadî fiil olduğu bir gerçektir. Bu amel ilk olarak bütün diğer ibadet şekillerinde olduğu gibi, sadaka vermekle asit faydalananın, Allah değil insanoğlu olduğunu gösterir. İkinci olarak, sadakanın en sevimli olanı, kişinin kendi ihtiyaçları dururken daha fakir ve muhtaç olanlara o kişilerden hoşlanmasa dahi kendi İhtiyaçlarını gözardı ederek infak etmesidir ki servetin bu çeşidi en sevgili ve kıymetli olanıdır. İşte bu nedenlerle "nefsi" Hakk'a yakın ve irtibatlı bulunmak yönünden terbiye eden bu çeşit sadakadır. Kişi 'nefsinin1 arzularına set çekmek yönünde ne kadar istekli ise Allah'a yakınlaşması da o kadar kolaylaşır ve "nefsin" arzularına ne kadar ram olursa o derecede Allah yolundan uzaklaşır. (Emin Ahsen Islahî, Tedebbur-i Qur'an, c. I, s. 573). |