Konu Başlığı: Şuayb Peygamber Ve Medyen Kavmi Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 11 Ağustos 2012, 11:28:45 ŞUAYB PEYGAMBER VE MEDYEN KAVMİ Hz. Lût, kavmini Allah'ın Dini'ne çağırdı, fakat onu reddeden halkı, sapık yollarına devam etti. Bunun üzerine şiddetli bir azapla helak edildiler (7: 80-84; 11: 77-82; 26: 160-173 ve 27: 54-58). Daha sonra, yollarını sapıtmış ve günahkâr Medyen kavmme Şu'ayb peygamber gönderildi. Bu husus Kur'ân'da şöyle anlatılır: "Medyen'e de kardeşleri Şu-ayb'ı (gönderdik): 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabb'inizden açık bir delil geldi; ölçü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasmı eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; inanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için daha hayırlıdır.' dedi." (7: 85; 11: 84-86 ve 26: 176-184). Fakat, Şu'ayb'a karşı edepsizce davrandılar ve onu reddettiler: "Kavminden büyüklük taslayan İleri gelenler dediler ki: 'Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da, andolsun ki seni ve seninle beraber inananları kasabamızdan çıkarırız' dediler. Şuayb, onlara: 'İstemesek de mi?' dedi." (7: 88-89). Hûd sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Ey Şuayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor? (Yoksa sen bunu yapmazsın), çünkü sen yumuşak huylu, akıllı (bir insan)sın!' "(11: 87). Şuarâ sûresinde ise şu ayetleri görüyoruz: "Sen ancak büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir İnsandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen göğün bir parçasını üstümüze düşür' dediler." (26: 185-187). Bu âyetler, Şuayb'ın, kavminin özellikle iki büyük günahını düzeltmek ve doğru yolu göstermek üzere gönderildiğini göstermektedir. Bunlar, şirk ve ticarette sahtekârlık yapmalarıydı. Şuayb'ın kavminden imanlarına uygun davranmalarını İstemesi, onların kendilerini mü'min olarak gördüklerini ve bununla iftihar ettiklerini göstermektedir. Fakat özellikle ticarî ilişkilerde kötü ve haksız yollara tevessül ediyorlardı (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 52). Medyen halkının alaylı cevabına Şuayb @'ın meydan okuyan karşılığı, "câhiliyye yo-lu"nun "İslâm Yolu"ndan farkım ortaya koymaktadır. Câhiliyye yolu, kişinin atalarını taklit etmesi gerektiği zannına dayanır; bunun tek sebebi, kişiye bunun atalarından kalmış olmasıdır. İkinci zan, kişinin dini ve imanının yalnızca ibadetle ilgili olduğu ve bunların dünya işlerini hiçbir şekilde kapsamadığı, bu hususta insanın dilediği gibi davranmakta mutlak bir serbestliğe sahip olduğu şeklindedir. Diğer yandan İslâm'ın temel düşüncesi, Allah'a itaate dayanmayan her yolun yanlış olduğu ve bu yüzden gidilmemesi gerektiğidir. Çünkü İslâm'dan başka hiçbir yolun akla, ilme ve vahye dayanmadığı şeklindedir. Dahası, İslâm yalnızca belirli dua ve âyinlerle sınırlı değildir. Hayatın kültürel, sosyal, siyasî ve iktisadî her yönünü kapsar. Aslında insanın sahip olduğu herşey Allah'a aittir. Dolayısıyla insanın, sahipliğine/emanetine verilen şeyleri dilediği gibi kullanmakta mutlak bîr hakkı yoktur. Kavminin Şuayb @'dan ticarî faaliyetlerine karışmamasını istemesi, seküler/laik kişilerin düşüncelerinin hep aynı olageldiğini göstermektedir. "Din ayrı, dünya işleri ayrı diye hayatı bölümlere ayırmakta değişen yeni bir şey yoktur." Bu insanlar "yaklaşık 3000 sene önce bugün Batılı veya Batı kafalı İnsanların ısrar ettikleri ayrımda ısrar ediyorlardı. Bunun, insanlığın evrim sürecinin bir sonucu olarak 'zihnî ilerlemesine' bağlı 'aydınlanmasının' sonucu olduğu düşüncesinde tamamen hatalıdırlar. Aslında ne zaman İslâm dînine çağrıl-sa, insan aklı 'aydınlığın' değil 'karanlığın' etkisinde kalmıştır. (The Meaning of the Qur'an, c. V, sh. 104). Medyen halkının, İsrailoğullan gibi önceden mü'min oldukları ve İsrail oğullarının Hz. Musa'nın gönderildiği zamanki gibi, kendilerinin de, Hz. Şuayb'in gönderildiği devirde bâtıl yollara sapmış oldukları görülmektedir. İbrahim'ın vefatından yaklaşık 6 asır geçtikten sonra, müşrik ve ahlâksız insanlara karışıp şirke ve rezilliğe düştükleri halde "mü'min" olduklarını iddia ediyor ve bununla övünüyorlardı. Şu'ayb onların bu gidişatlarını düzeltmek İçin gönderilmişti. Şuayb ile kavmi arasında geçen konuşma, bu insanların kişilikleri ve tabiatları hakkında bir takım ipuçları vermektedir; Özellikle Medyen halkının cevabı çok şey îma etmektedir. Şuayb'a karşı gelmekte haklı oldukları hususunda kendi insanlarını ikna için, "ahlâk, dürüstlük ve doğruluğun ana esaslarını kabul eder ve uygularsak mahvoluruz" diyorlardı. "Ticaret ve alışverişimizde Hakk'ın esaslarına uyar, dürüstçe pazarlık edersek ticaretimizin yürüyemeyeceği açıktır. Dahası, en önemli ticaret yollarının kavşağında bulunan coğrafî mevkiimizi kullanmayıp, kervanların önünü kesmeden geçip gitmelerine izin vermemiz ve barışçı kişiler olmamız halinde, bu konumun bütün siyasî ve ticarî avantajları sona erecektir. Bu, aynı zamanda komşu ülkelere olan üstünlük ve hâkimiyetimizin de sonu demektir." Bu "mahvolma" korkusu yalnız Şuayb'in kavmine has değildir. Her çağda kokuşmuş insanlar Hak Yol'a, doğruluğa, dürüstlüğe çağrıldıkları z.aman aynı korkuyu duymuşlardır. Ahlâksızlığa, sahtekârlığa, yalan dolana başvurulmaksızın, siyasî, ticarî ve diğer hayatî faaliyetlerin yürütülemeyeceği düşüncesini hep Öne sürmüşlerdir. Hak Dine karşı çıkmalarının ve bildikleri hatalı yolları bırakıp, Doğru Yola uydukları zaman mahvolacaklarını iddia etmelerinin sebebi budur. (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 52-53). Tarihte muhtelif kavimlerin peygamberlerine karşı davranışlarını anlatan yukarıdaki âyetler, bu kavimlerin ortak Özelliklerine işaret etmektedir: Allah ile beraber başkalarına da itaat. Kur'ân apaçık belirtmektedir ki "dünyadaki bozukluğun asıl sebebi, insanın Allah'a itaati bırakıp, kendisinin veya başkalarının hevâ ve hevesine uyması; Allah'ın gösterdiği yolu reddederek, başkalarının gösterdikleri yoldan gitmesidir." Bu hâl beraberinde başka birçok bozukluğu getirir. Kur'ân bunu ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Aynı zamanda Kur'ân, dünya nizamında düzensizliğe yer olmadığını ikaz etmektedir. Fakat insanın cehaleti ve isyanı bu nizam içinde başıbozukluğa sebep olur. Diğer bir İfadeyle, insan bu dünya hayatına cehalet, barbarlık, şirk, İsyan ve ahlâksızlık ile adım atmamıştır. İnsan hayatı huzur, barış ve intizam içinde başlamış, daha sonra günahkârların kötü amelleri ile bozulmuştur. Bunun Üzerine Allah, bu bozuklukları yeryüzünden kaldırmak ve doğru hayat düzenini kurarak yeniden aslına döndürmek için rasûllerini göndermiştir. Rasûllerin, insanları hep yaygın düzensizliği bırakıp başlangıçtaki barış, huzur ve intizamı kurmaya çağırmalarının sebebi budur. Kur'ân'ın bu husustaki bakış noktası, insanın zamanla karanlıktan aydınlığa çıktığı ve hayatını derece derece yeniden düzenlediğini iddia eden evrimcilerden farklıdır. Onlara göre "insan, dinî hayatına karanlık çağlarda başlamış ve tabiatta birçok tanrı edinmiştir. Zamanla Allah'a tapmaya başlamış fakat başka tanrıları O'na ortak koşmuştur. Uzun süre böyle devam ettikten sonra Allah'ın Birliğini tanımıştır." Fakat Kur'ân, bu düşünceyi reddeder ve insan hayatının tamamen ilahî aydınlık içinde başladığını belirtir. Allah İlk insan Âdem'ı yarattığı zaman ona Hakikati Vahyetmİş ve Doğru Yol'u göstermiştir. Adem'den sonra gelenler uzun süre onun yolunu takip etmişlerdir. Hepsi tek ve aynı toplumun mensuplarıydı. Daha sonra, başka yollara saptılar ve yeni dinler uydurdular. Hak Yol onlara gösterilmiş olmasına rağmen, sırf kendi paylarına düşenden daha fazlasını elde etmek istedikleri için, böyle yaptılar. (The Meaning ofthe Qur'an, c. I, sh. 157). Allah, insanı yeryüzüne tam bir aydınlık içinde yerleştirmiş, insanın hayatını intizam ve huzur içinde başlatmıştır. Zamanla insan, defalarca şeytanın yollarına sapmış ve aslî doğru nizamı bozmuştur. Sonra Allah, insanları karanlıktan hakikatin aydınlığına çıkmaya, başıbozukluğu terketmeye çağırmak üzere, birbiri ardınca Rasûllerini göndermiştir. Kur'ân'ın şu âyetinde bu husus açıkça görülmektedir: "Yeryüzü düzeltildikten sonra onda bozgunculuk yapmayın..." (7: 56). Yukarıda geçen 'bozgunculuk' (fesad) hâli burada açıklığa kavuşturuluyor ve bu hâlin insanın veli, koruyucu ve yardımcı olarak Allah'tan başkasını kabul etmesiyle başladığım söylüyor. O halde nizam ancak, tek veli, koruyucu ve yardımcının Allah olduğunu bilmekle tekrar sağlanabilir (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 35). İnsanların ibret alması için anlatılan bu tarihî olaylarda işaret edilen bir diğer önemli nokta şudur: Yeryüzünden birçok kavim gelip geçmiş fakat, ne acıdır ki, "yükselen kavim, yerini aldığı çöken kavmin hatalarından ders almamaktadır. Kendilerinden önce zenginlik ve refah içinde yaşayan ve yeryüzüne hâkim olan insanların niçin tamamen mahvolup helak edildiğini ciddi bir şekilde düşünseler-di, sonrakiler için bu büyük bir yol gösterici olacaktı. Varılacak sonuç, helak olmalarına sebep olan hatalı düşünce ve amelleri onlara gösterecekti. Soma, kendilerinden öncekileri hatalarından dolayı cezalandıran Mutlak Hâkimin daima herşeye kadir ve kâinatın O'nun emrinde olduğunu, aynı hataları yapmaları hâlinde kendilerinin de cezalandırılabileceğini anlayacaklardı." Kur'ân göstermektedir ki, "İlahi Kanun'a göre, öncekilerin başından geçenlerden ders almayıp yanlış yollara sapan kavimlerin de çöküşü kaçınılmazdır. Sonra, Allah, onların doğru düşünmelerine veya iyilerin nasihatla-nnı kabul etmelerine izin vermez. Bile bile gözlerini yuman kimseye, ışığın fayda vermeyeceği âde tul laktandır; keza duymak istemeyene de, birşeyin duyurulması mümkün değildir." (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, sh. 57). Allah'ın Elçilerinin vazifesinin, insanları Hakka çağırmak ve bunu apaçık sözlerle beyan etmek olduğu Kur'ân-ı Kerîm'in pekçok yerinde belirtilmiştir. Artık bunu kabul veya reddetmek her kavmin ve ferdin kendisine kalmıştır. Kabul ederlerse bunun meyvesini alacaklar, reddederlerse sonuçtaki azaba katlanacaklardır. "Peygamberin görevi sadece tebliğ etmektir." (5: 102). Bu tarihî hadiselerde dikkati çeken bir diğer nokta, ilâhi Adaletin devamlı ve düzenli olarak işlediği hususudur. O insanlann etrafında bunun açık delilleri mevcuttur. İlahî adalet, hiç kimseye peygamberlerle yakınlıklarından veya kutsal yerlerin bekçiliğini yapmalarından yahut dinî, siyasî, iktisadî liderliklerinden dolayı cezadan kurtulma hakkı tanımamıştır. Hz. Nuh'un duası oğlunu Tufandan koruyamamış, Hz. İbrahim'in yalvarması Hz. Lût'un kavmine yardım edememişti. Diğer yandan İlahî Adâalet, Hz. İbrahim'in doğruluğundan dolayı onu mükâfatlandırmış ve mukaddes Filistin ülkesinde hüküm sürmüş olan İshak'ın neslinden gelen soyunu takdis etmiştir. Allah'ın Rasûlleri ve onlara tâbi olanlar tasdik edilirken, Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb'in kavimleri gibi, Allah'ın Dinini reddedenler helak edilmişlerdir. Bu, İlâhî Adâlet'in Evrensel Kanunu'dur ve insanın yaradılışından beri, ve hatta belki ondan da önce, yeryüzünde bu Kanun işlemektedir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. V, sh. 99). Hz. Nuh'un zamanından sonra her kavime onları Allah'ın Dinine davet etmek üzere arka arkaya peygamberler geldiğini ve reddederlerse şiddetli azaba duçar kalacakları hususunda ikaz ettiklerini görmekteyiz. Fakat, çoğu alaya alıp reddederken pek azı onlara inanmıştır. Neticede, bu insanlar çeşitli felâketlerle helak olmuşlardır. Bu tarihî olaylarda, peygamberlerin bildirdiği, âhiretin kaçınılmazlığım düşünenler için bir işaret bulunduğuna şüphe yoktur. "Tarihin yalnızca hadiseler yığını olmayıp, aynı zamanda mantıklı sonuçlara ulaşma vasıtası olduğu düşüncesiyle, tenkidi tahlilini yapanlar, toplumların yükseliş ve çöküşlerinin düzenli bir sıra izlediğini göreceklerdir. Dahası, yükseliş ve çöküşün tabiî bir akış ile birtakım ahlâkî kurallara göre meydana geldiği görülecektir. Bu, insanın, kâinatta ahlâkî kurallara göre hükmeden Yüce Yaratıcı'ya tâbi olduğunun açık bir delilidir. Allah, güzel ahlâk sahiplerini yükseltir, kötü ahlâklı olanları alçaltır. Sonra kötü ahlâk sahiplerine, durumlarını düzeltmeleri için mühlet verir. Eğer kötülüklerinde ısrarlı olur ve haddi aşarlarsa, başkaları için de ders olmak üzere onları helak eder. Bu olayların yeryüzünde düzenli devreler hâlinde meydana geldiği gerçeği, mükâfaat ve cezanın O'nun Hükümdarlığının daimi parçalan olduğu hususunda hiçbir şüphe bırakmamaktadır. Muhtelif topluluklara indirilen azaplar, adaleti bir nebze olsun yerine getirmesine rağmen, tam bir adalet için halâ bazı şeyleri icabettirdiğî görülmektedir. Çünkü böylece günahkârlar yalnız kendi işlediklerinin cezasını çekmişlerdir, kendilerinden sonra gelip onları kötü örnek alan ve izleyen toplulukların işledikleri günahları değil— Tarih göstermektedir ki, herşeyin karşılığını bulması gerekir; kendilerinden sonrakilere bıraktıkları kötü örnekten ötürü de onların ceza görmeleri, adaletin bir gereğidir. Adalet ve sağduyu, herkesin yaptığının karşılığını alması için bu dünya hayatının bütünüyle yeniden ortaya konulmasını lüzumlu kılmaktadır. Bu yüzden, âdil olan Yaratıcı tüm insanlan yeniden var edecektir. Bu hususta Rasullullah şöyle buyurmaktadır: "Allah ve Rasûlünün tasvip etmediği bir yolu açan kimse, kendi mesuliyetinden hiç azaltılmaksızın, o yolu izleyenlerin hepsinin günahından sorumlu tutulacaktır." Bir başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır: "Dünyanın herhangi bir yerinde haksız yere bir adam öldürüldüğünde, bu cinayetin suçundan bir pay da, kardeşini öldürerek ilk cinayeti işleyen Âdem oğlu (Kabil hesabı)na yazılır. Çünkü bu cinayeti âdet edenlerin önderi odur (kardeşi Habİl'i öldürmüştür)." Burada açıkça görülmektedir ki, yanlış bir fikir başlatan, kötü bir çığır açan kişi ya da grup veyahut topluluk sadece kendi hatasından sorumlu tutulmaz. Aynı zamanda, kendilerinden sonrakilere bıraktıkları kötü örnekten de hesaba çekilirler. Bu kötülük devam ettiği müddetçe, kendilerinden sonra gelenlerin günahlarından bir pay da onlara yazılır. Bu, insanın işlediği iyi veya kötü amellerden dolayı şahsî sorumluluğunun yanısıra, bu amellerinin başkalarının hareketlerine olan tesirlerinden de hesaba çekileceğini göstermektedir. "Zerre miktarı İyliğin ve zerre miktarı kötülüğün dahi karşılığını alması gerektiğini düşünen herkes, başlangıçtan kıyamete değin bütün insanların hesaplarıyla birlikte bir araya getirilecekleri bir başka dünyanın şart olduğu lüzumu neticesine varacaktır. Orada, herşeyi Bilen ve herşeyden Haberdar olan bir Hâkim olacak ve adaleti yerine getirecektir. Adaletin bu dünyada hakkıyla yerini bulmadığı ve bulamayacağı apaçık bir gerçektir; bu yüzden bütün insanlığın tekrar bu gayeyle hayata döndürülmesi son derece gereklidir." (The Meaning of the Qur'an, c. V, sh. 107 ve c. IV, sh. 24-28). |