Konu Başlığı: Sîret Çalışmalarına Yeni Bir Yaklaşım Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 29 Ağustos 2012, 08:27:00 Sîret Çalışmalarına Yeni Bir Yaklaşım Hz. Muhammed'in peygamberliği iki yönüyle araştırılabilir. Peygamber olarak ve bir insan olarak Hz. Muhammed. Bununla birlikte o Allah'ın elçisidir. Esas görev ve hedefi İlâhi Vahy'in ışığı altında insanlığa rehberlik etmektir. Bu yüzden bir insan olarak hayatının araştırılması, onun peygamber olarak hayatının araştırılmasına bir tamamlayıcı nokta olacaktır. Gerçekten de, onun çok yönlü hayatı, bütün zamanlar için, Allah'a tam bir itaatkârlığm eşsiz örneğidir. Hz. Peygamber'in her hareketi, Kur'ân'ın tatbikinin canlı bir örneğidir. Bu yüzden Hz. Aişe'nin, Hz. Peygamber'in ahlâkını soran kişiye şu cevabı vermesi şaşırtıcı olmamalıdır. Hz. Aişe: "Kur'ân'ı okumadın mı?' şeklindeki karşı sorusuna müsbet cevap alınca: "Onun ahlâkı Kur'ân'dı" demiştir. Başka bir ifadeyle, onun hayatı tamamen Kur'ân öğretilerinin bir izahıydı. Gerçekten de o yürüyen bir Kur'ân'dı. Eğer birisi Kur'ânda tarif edilen hayat şeklini görmek istiyorysa onun canlı örneğini Hz. Muhammed'in hayatında görebilir. Şüphesiz o, mükemmel insan hayatının tam bir timsaliydi. İmam Mâlik, Ebû Hureyre'nİn rivayetiyle Rasûlullah'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim." (Muvatta ve Müsned-i Ahmed). Câbir, Rasûlullah'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah beni ahlâkın güzel vasıflarını mükemmelleştirmek ve güzel amelleri tamamlamam için gönderdi." (Şer-hü's-Sünne). Açıkça Hz. Peygamber, Kur'ân tarafından öğretilen hayatı tatbik etmek ve göstermek için dünyada bir beşer olarak yaşamak zorundaydı; böylece öğretinin hayattaki uygulamalarında diğer insanlara en mükemmel örneği teşkil edecekti. İşte bu Allah Teâlânın, niye melekleri değil de insanları peygamber olarak gönderdiğinin asıl sebebidir: "(Ey Muhammed!) Biz senden önce de, kendilerine vahyettİğimiz erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik. Bilmiyorsanız zikir ehline (bilen Kitap ehline) sorun. (Onları) açık delillerle ve Kitablarla (gönderdik), sana da bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar." (16: 43-44). Bu ayetler açıkça Kur'ân öğretilerinin sadece şifâen değil özellikle bir peygamber (ki bu insandır) tarafından tatbikî olarak da izahının Önemini vurgular. Peygamberin kendi denetimi ve rehberliği altında bir İslâm toplumu meydana getirmesi ve bu toplumu Kitabın (Kur'ân) kurallarına göre tesis etmesi gereklidir. Peygamberin bu görevinin burada özellikle belirtilmesi, Allah Teâlâ'nin elçi olarak niye insanı seçtiğinin hikmetine binâendir. Yoksa her şahsa ayrı ayn melekler gönderilebilirdi. Fakat böyle olsaydı Allah'ın Kitab göndermesindeki hikmet ve amacı yerine gelmemiş olurdu. Bu amaç da Kur'ân'ı sûre sûre, âyet âyet sunacak, manasını beyan edecek, zorluklan giderecek, itirazları cevaplayacak mükemmel bir insanı gerektiriyordu. Bunların da ötesinde Kur'ân'a itiraz eden ve muhalif olanlara bu Kİtab'm taşıyıcısına yakışır bir şekilde tavır takınacaktır. Diğer yanda Kur'ân'ı hayatın her alanında rehber kabul edenlere, kendi mükemmel hayat şeklini 1,08:4) gözler önüne sererek, onlara yol gösterecektir ve Peygamber, Kitab'in hükümlerine insanları fert fert ve toplum halinde eğiterek, diğer insanlara canlı Örnekler sunacaktır. (The Meaning of The Qur'an, c. 4, sh. 74-75). Bu âyet (16: 43), hem peygamber olarak bir insanın gönderilmesi inancını reddedenlerin öne sürdükleri itirazları, hem de Peygamber'in açıma gerek kalmaksızın sadece Ki-tab'ın kabul edilmesi gerektiğini söyleyenlerin görüşünü çürütür. Bu ikinci görüş, taraftarları her neyi Öne sürerlerse sürsünler, bu yukarıda ve ayrıca zikredilen pek çok âyete aykırıdır: "Andolsun ki Allah, müminlere büyük lûtufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini yücelten ve kendilerine Kitâb ve hikmeti öğreten bir elçi gön-derdi."(3: 164, 2: 129). Açıkça Kitab'ın ve hikmetin öğretilmesi, hayatların arındırılması devamlı bir dikkati ve mükemmel bir insanın rehberliğini gerektirir. Bu olmadan istenilen hedefe ulaşılması hemen hemen imkânsızdır. Bu yüzden yalnızca mükemmel bir ahlâk ve mizaca sahip olan bir kimse bu göreve seçilemez . Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyetler Kitab ve Peygamber göndermenin hikmetini şöyle belirtir: "İnkâr edenler: 'Kur'ân, ona bir defada indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onunla se-nİn kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk. Onların sana getirdiği her misâle (her bâtıl soruya) karşı mutlaka biz sana, (o bâtılı yok edecek) gerçeği ve en güzel açıklamayı getiririz." (25: 32-33). Bazı ayetler Hz. Pey-gamber'in beşer olmasını ve Kur'ân'ın kademe kademe vahyini şu şekilde açıklamaktadır: 1- Hz. Peygamber'in onu hafızasına nakşetmesi ve yazılı olarak sunmaktan çok, kavmine ezberden okuması için. 2- Mesaj ve öğretilerin zihinlerde iyice yer etmesi, tedricen ve değişik zamanlarda, değişik üsluplarla okunulan âyetlerden faydalanmaları için. 3- Tarif etteği hayat tarzının tam bir inanç ve kanaatle uygulanması için. Eğer Kur'ân'ın hükümleri ve vaaz ettiği hayat sistemi topluca ve bir defada bildirilseydi, istenilen seviyede yaşanması mümkün olmazdı. 4- Hak ve bâtıl arasındaki savaşta Hz. Peygamber'in ve müslümanlarm yüreklerinin iyice cesaretlenmesi için. Bu da ilâhi rehberliğin ve ümit verici mesajların, ortadaki duruma göre gerekli olarak ve gerektiğinde vahyolunmasını icab ettirmiştir. Şüphesiz, eğer Kur'ân bir seferde gönderilseydi bütün bunlar mümkün olmayacaktı. Bu da, Allah'ın, Peygam-ber'ini risaletle görevlendirdikten sonra, onu her türlü zulmün içinde, düşmanlarının ve direnişlerin karşısında yalnız bırakmadığını gösterir. Çünkü Allah bizzat Peygamber'in mücadelesini izliyor, her kritik durumda, karşılaştığı güçlüklerde, ona yol gösteriyordu. 5- Allah sadece, bir yol gösterici Kitap indirip onun öğretilerini Peygamber'i vasıtasıyla yaymayı istemiyordu. Böyle yapmış olsaydı, kâfirler "Kur'ân neden bütün bir kitap olarak bir defada indirilmedi" şeklindeki karşı çıkışlarında haklı olurlardı. Kur'ân'm vahyetmenin gerçek amacı, küfür, cehalet ve günaha karşı Allah'ın bir iman, takva ve ilim hareketi başlatmayı dilemesiydi. Bunun için de hareketi yürütmek üzere bir peygamber seçmişti. Sonra, Allah bir yandan gerektiği zaman ve gerektiği şekilde hareketin rahberine ve takipçilerine gerekli talimatı göndermeyi ve gerekli yolu göstermeyi kendi üzerine almış ve diğer yandan da itirazları cevaplandırma, muhaliflerin şüphelerini giderme, nazil ettiği âyetleri bizzat tefsir veaçıkiama ile yanlış anladıkları noktalan aydınlatma sorumluluğunu da üstlenmişti. Bu yüzden Kur'ân, Allah tarafında vahyedilen farklı hitap ve kaonuş-malann mesjaı olmuştur. Kur'ân, yalnızca bir kanun ve ahlâkî ilkeler kitabı olmaktan öte, farklı durum ve şartlarda, her durum ve şartın gereğine göre, hareketi her safhasında yönlendirmek için parça parça indirilmiş ilâhi bir Kitapdır. (The Meaning of The Qur'an, c. 8, ss. 191-192). Bu tartışma, zengin-fakir, iş sahibi-iş gören, yöneten'-yönetilen, kısacası bütün insanların gönül huzuruna ulaşmaları, Hz. Peygamber'in hayatında, ruhlarını aydınlatacak şeyleri bulmaları için onun beşer olması gerektiğini açıkça gösterir. Peygamber bir insan olmalıdır ki, ancak o zaman bütün beşerî faaliyetler sahasında herkese ömek teşkil etsin. Bu ayrıca peygamberin beşer ve peygamber olarak aslında aynı şeyi ifade ettiğini gösterir. İlahi mesajın tebliğinde, bu iki özellik birbirinden ayrılamaz. Hz. Peygamber bu mesajı insanlara Allah'ın elçisi sıfatıyla tebliğ etti. Hayatı boyunca da bu mesajı başkasından beklenilebilece-ğinden kat kat fazla bir gayret ve dirençle önce kendisi uygulamıştır. Her ne zaman başkalarına yeni bir şey öğretse önce onu kendi uygulayıp, diğerlerine örnek olmuştur. Hz. Peygamber'in kendisi bizzat beşer şahsiyetin ve peygamberlik görevinin oluşturduğu bir kurumdu. Ne zaman peygamberlik görevini temsil eden bir şey yapsa ya vahyi insanlara bildirmiş veya onun açıklamasını, tefsirini yapmıştır. Mesela müminlerin çeşitli derecelerdeki dini görevleri (farz, sünnet, haram, mendub), onun verdiği bilgilere görey-di. Kur'ân Peygamber'in bu görevi hakkında gayet açıktır. 1- "Biz her peygamberi ancak, Allah'ın iz: niyle itaat olunması için gönderdik." (4: 64). 2- "Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur." (4: 80). 3- "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. İşlerinizi (amellerinizi) boşa çıkarmayın." (47: 33). 4- "Allah ve Rasûlü, bir işte karar verdiği zaman, artık mümin bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33: 36). 5- "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." (59: 7). 6- "Sana biat edenler gerçekte Allah'a biat etmişlerdir." (48: 10). Bütün bu ayetlerden öğrendiğimize göre Rasûl'e itaat etmek gerçekte peygamberlik müessesesini temsil eden Hz. Muhammed'e itaat etmektir. Burada Peygamber'in Allah'ın elçisi ve onun bir kurumunun temsilcisi olması dolayısıyla, kendisine bu sıfatla itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir. Ve her kim Hz. Muhammed'in temsil ettiği peygamberlik müessesesine itaat etmezse gerçekte o Allah'a isyan etmiştir. Çünkü Muhammed sadece Allah'tan aldığı bilgi ve vahyi bize iletir; kendisinden bir şey ilave etmez: "Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o arzusuna göre de konuşmaz. O('nun bildirdikleri) vahyedilen başkası değildir." (53: 2-4). Dinî meselelerde her neyi söyler veya emrederse bu doğrudan Allah'ın bir emridir. Bu yüzden bize emredilen ruh ve mana ile bunları izlemek gerekir. Böyle meselelerde Peygamber'in emirlerini gereksiz yere tartışan veya itaat etmeyen gerçek mütnin sayılmaz: "Biz her peygamberi, Allah'ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi 'Çin gönderdik..." (4: 64). Onlar Rasûlullah'in hükümlerine karşı gelirken kendilerini müslüman olarak isimlendirebilirler: ır, Rabbine andolsun ki, aralarında çı- anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp s°nra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir Ak duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (4: 65). Şunu belirtelim ki Peygamber'e biat ve itaat Allah'a biat ve itaattir. "Peygamber'e itaat onun şahsına değil, ancak Allah'a itaatin tatbikî şeklidir. Bir rasûle, Allah'tan emir ve talimatları, sayesinde alabildiğimiz tek hakiki vasıta olması sebebiyle itaat edilir. Bundan dolayı, Allah'a ancak Peygamberine itaat etmekle itaat edebiliriz, bunun dışında bir itaat hakîkî değildir. Bunun neticesi olarak, Rasûl'e biat etmemek, onun temsil ettiği Hü-kümdar'a isyan olacaktır." (The Meaning of The Qur'an, c. 2, s. 133). Bir hadislerinde Peygamber' şöyle buyurmuştur: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Ve bana isyan eden Allah'a isyan etmiş olur." Şüphesiz peygamberlik müessesini ve Hz. Muhammed'e verilen otoriteyi kabul etmek kişinin müslüman olup olmadığını belirler. Allah'ın tam bir rehberliğiyle onun yaşadığı hayat şekli, 23 yıllık görevi boyunca öğrettiği ve uyguladığı kural ve düzenlemeler bu konuda son otorite manasına gelir. Hz. Peygamber bunu şu sözleriyle dile getirmiştir: "Hiç kimse heva ve hevesini (arzularını) benim getirdiğim yola uydurmadıkça müslüman olduğunu iddia edemez." (Şerhu's-Sünne). Hz. Peygamber, müslümanların sadece itaatle değil, canları dahil herşeyden daha çok sevmekle mükellef oldukları bir konumu temsil eder. Gerçekten insanların davranış ve ideallerini sevdikleri şeyler belirler. İnsanlar davranış şekillerini çeşitli şeylere karşı duydukları sevgilerin düzeyine göre ayarlarlar. Hayatı, serveti ve mülkü sevenlere, Allah ve Rasûlü İçin bütün bunları terketmek çok ağır gelir. Böylelerinin gerçek müslüman olması asla beklenemez. Kur'ân böylelerini şu âyetleriyle uyarmıştır: "Yoksa siz, Allah içinizden cihâd eden ve Allah'tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız?" (9: 16). İnsanlar iyi ve kötü günde sevdikleri ve destekledikleri kimselerle beraherdirler. Bu yüzden müslümanlardan Allah'ı, dünyevî cazibelerden daha çok sevmeyi seçmeleri istenmiştir. Eğer durum böyleyse, o zaman bu sevgilerini sadece sözle değil, bizzat amelleriyle de ispat etmeleri gerekir: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (3: 31). Bu ayette Allah'ın sevgisini elde etmek O'nun Rasûlü'nü sevmeye bağlıdır. Biliyoruz ki bunun böyle olması bizim Allah'ı sadece onun Rasûlü vasıtasıyla tanımamızdandır. Bu Rasûl, Allah'ın emirlerini açıklar ve çeşitli durumlarda İlâhi Rehbere uygun bilgiler verir. Bu yüzden Peygamber'i ve onun hayat nizamını sevmek gerçekte Allah'a itaat ve sevgiyle aynı tutulmuştur. Çünkü elçisine itaat etmek ve O'nu sevmekle doğrudan Allah'ı sevmiş ve ona itaat etmiş, kabul ediliriz. Böylece Allah'ı sevmenin derecesi, Hz. Muhammed'e verilen peygamberlik kurumunu sevmekle ölçülür. Gerçekten de Allah'ı sevmenin tek yolu Rasûlü'ne itaat etmektir. Bu bakımdan birisinin Allah'a sevgi ve itaati ancak onun Rasûlü'ne olan itaatiyle açıklanabilir. Bu Allah sevgisini tanımanın tek yoludur. Bununla birlikte Hz. Peygamber'e ve peygamberlik kurumuyla ilgili iki şeyi birbirinden ayırdetmek gereklidir. Birincisi, Hz. Mu-hammed'in talimatlarına, Allah'ın temsilcisi olması hasebiyle uyulmalı, hareket ve hükümleri bir görev olarak takip edilmelidir. Bu sıfatıyla Peygamber'in her sözü ve davranışı Dîn'in bir parçası olup, yukarıda açıklandığı gibi çeşitli derecemelerle bütün müslümanla-rm yapması zorunludur. Sadece itaat değil bunun yanında Hz. Muhammed'in şahsında Peygamberlik kurumuna büyük sevgi göstermek de imanın esasmdandır. Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah Zül-Celâl'e kasem ederim ki, hiçbiriniz, ben ona, babasından da, evlâdından da [bütün halktan da] daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz." (Buhârî ve Müslim). Abdullah b. Hi-şam'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Biz bir kere Nebi ile beraber bulunuyorduk. Rasûlullah Ömer'in elini tutmuştu. Ömer: "Ya Rasûlullah! Sen bana muhakkak ki, canımdan başka, her şeyden çok sevimlisin" dedi. Rasûlullah: "Hayır (öyle söyleme) hayatım yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederim kİ, ben sana hayatından daha sevimli olmadıkça (imanın kemâle ermez)" buyurdu. Bunun üzerine Ömer: "Öyle ise, şu anda ya Rasûlullah! Muhakkak ki, sen canımdan da sevimlisin" dedi. Rasûlullah de: "Şimdi ya Ömer! İmanın kemâle erdi!" buyurdu (Buharı). Bir müslümanın imanı için gerekli olan en önemli şey Hz. Muhammed'in şahsında Peygamberlik kurumunu sevmesi ve ona uymasıdır. Peygamberlik kurumuna bu sevgi ve saygıyı gösteremeyen aslında gerçek mümin değil, bir münafık ve kafirdir. İkinci olarak, Peygamber'in insan olması hasebiyle yaptığı amel ve işler yukarıda belirttiğimiz kategoriye girmez. Çünkü bunlar Hz. Muhammed'in tabiî olarak, şahsî ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı işlerdir. Allah'ın Diniyle alâkası olmadığı gibi bir vahiy ürünü de değildir. Meselâ tirid gibi bazı yiyecekleri bal, sirke ve güzel kokuyu sevmesi gibi (Buhari ve Müslim). Hz. Peygamber hanımları arasında ihtiyaçları hususunda eşitliği muhafaza etmesine rağmen Hz. Aişe'ye daha fazla muhabbet beslerdi. Bu meseleler Peygamber'in şahsî tercihi olup Allah'ın dinini ilgilendirmez. Bu yüzden, bu ve benzeri me-selelerdeki uygulama ve sözleri dinin bir parçası olmayıp müslümanlar için de yapılması mecburî değildir. Bununla birlikte bazı insanlar bu meselelerde de onu izlerlerse ne bir zararı ne de dinî önemi vardır. Bu sebeple başkalarını bu meselelerle Hz. Peygamber'i izlemeye zorlamamalı, izlemeyi kabul etmeyenleri de suçlamamalıdır. Bunları yapıp yapmamak kişiler için bir tercih veya görüş konusu olup bu meselelerde herkes kendi görüşünü uygulamada serbesttir. Müslümanların Allah'ın hükümlerine ve Peygamber'in Sünnetine bağlı kalmak zorunda oldukları meseleler ancak dinî meselelerdir. Yukarıda açıklandığı gibi dini ilgilendirmeyen konularda kendi fikirlerini uygulamakta hürdürler. Rafi' b. Hadîc şöyle rivayet etmiştir: Rasülullah Medine'ye gelmişti. Medineliler hurma ağaçlarını aşılıyordu. Peygamber sordu: "Ne yapıyorsunuz?" Onlar: "Bunu daima yaparız dediler." Peygamber: "Belki onu yapmazsanız daha iyi olur" dedi. Böylece Medineliler aşılamaya son verdiler. Fakat o yıl Ürün düştü. Meseleyi Peygamber'e açtıklarında; "Ben sadece bir beşerim. Dinî bir meselede size bir emir bildİrirsem onu kabul edin. Fakat kendi görüşüme dayanan bir-şey söylediğimde, ben sâdece bir beşer (olarak kabul edilir)im." (Müslim) Bu hadisin açıkça gösterdiği gibi, tecrübe, meslek, bilgi ve uzmanlığın gerektiği ve dinin bir parçası olmayan işlerde müminler kendi fikirlerini uygulamakta serbesttirler. Böyle yapmakla ne dinin bir hükmünü çiğnemiş, ne de günah işlemiş olurlar. Üçüncü olarak, Hz. Peygamber'in sevgisi onun emirlerine ve sünnetine itaat etmekte, onun hayat şeklini izlemekte yatar. Allah ve Rasûlünü seven herkes bu sevgisini onlara itaat ederek göstermelidir. Ki bu Dîni ilgilendiren konularda Peygamber'in sünnetinin bütün emir ve talimatnamelerine sarılmak manasına gelir. Allah ve Rasûlünü sevdiğini iddia ettiği halde Kur'ân ve Sünnet'İn emirlerine uymayan kimse bu sevgisinde samimi değildir. Allah ve Rasûlünün sevgisi, Allah'ın yoluna sıkı bir şekilde itaat manasına gelir. Bu itaat öylesine çok olmalıdır ki, gerektiğinde insan, cam dahil bütün malını, mülkünü, Şerefini Allah ve Rasûlü yolunda feda edebilmelidir. Müminlerden istenen, ölüm tehdidi altında dahi ibadetlerini bırakmayan İmam Hüseyin'inki gibi bir sevgidir. Dördüncü olarak, Müslümanların bir kısmı, Peygamber sevgisi fikrini hissî sevgiyle karıştırdılar. Onlar bu yanlış olarak İlham edildikleri ve elde ettikleri Peygamber aşkı ve sevgisinde çok ileri gittiler. Kur'ân ve Sünnetin öğretilerinden cahil olmalarından ve yanlış yönlendirilmiş kontrolsüz hisleri (vecd) Allah sevgisinin gerçek önemini baltaladı. Bunun sonucunda da Allah'ın diniyle alâkası olmayan, saptırılmış bir sevgi portresini ortaya koydular. Hz. Peygamber'in fizikî güzelliğinden ve çekiciliğinden, uzun siyah saç örgülerinden, parlayan gözlerinden, geniş ve nur saçan alnından bahisler açıp, aşk ve veca hâline girdiler. Bu aşkları içinde, Kur'ân öğretilerine oldukça zıt olmasına rağmen, onun gaybı bildiğini, insan ötesinde kuvvetlere sahip olduğunu söylediler: "De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim. Bana kötülük dokunmamıştır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjde ley içiyim." (7: 188). Yİne Kur'ân ve Sünnet'İn öğretilerine ters olarak onlar insanların iman ve amel durumlarını göz önüne almaksızın, Hz. Peygamber'in müstakil bir şefaat gücü olduğunu iddia etmektedirler: "O gün Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez." (20: 109). Ve Duhan suresinde de şöyle Duyurulmaktadır: "O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da görmezler. Yalnız, Allah'ın merhamet ettiği kimseler bunların dışındadır." (44: 41-42). Yine Kur'ân'm öğretilerine zıt olarak Hz. Peygamber'in af gücüne sahip olduğunu iddia etmektedirler: "Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dile-sen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah'ı ve elçisini tanımadılar; Allah, yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez." (9: 80). Münâfikun suresinde ise benzer mealde bir âyet zikredilmektedir: "Onlar için mağfiret dilesen de, mağfiret dilemesen de birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkan topluluğu doğru yola iletmez." (63: 6). Bu hata içindeki insanların iddia ettiği diğer bir husus da Hz. Peygamber'in hüküm verme yetkisine sahip olmasıdır. Ne var ki bu iddia da, Kur'ân tarafından desteklenmemektedir: "O konuda senin yapacağın bir şey yoktur. Allah, ya tevbelerini kabul edip onları affeder, ya da zâlim olduklarından dolayı onlara azâbeder." (3: 128). Aynı surede yine; "...Bu işten bize bir şey var mı? diyorlardı. De ki: 'Bütün iş, Allah'a aittir'..." (3: 154) buyurulmuştur. En'am suresinde de şöyle Duyurulmaktadır: "De ki: 'Eğer acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş, şimdi (çoktan) bitmiş olurdu... Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez..." (6: 58-59). Kur'ân'da, Hz. Peygamber'in, insanların kaderini, iman derecelerini, amellerinin çeşitlerine bakmaksızın değiştirebilecek olağanüstü ve anormal bir güce sahip olduğu gibi yanlış fikirleri yalanlayan bunlara benzer birçok ayet vardır. Onlara Peygamber'in şöyle demesi emredilmiştir: "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım; ancak bana tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbİne kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç kimseyi ortak koşmasın." (18: 110). Fussilet suresinde de benzer olarak şu mealde bir ayet yer alır: "De kİ: 'Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın tek Tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık O'na yönelin. O'ndan mağfiret dileyin. (Ona) ortak koşanların vay hâline!" (41: 6). Ahkâf suresinde zikredilen âyet de şu mealdedir: "De ki: 'Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." (46: 9). Bu ayet, Hz. Muhammed'in de bir beşer olduğunu, fakat onun, söz ve uygulamaları ile Allah'ın mesajını insanlığa iletmesi için seçildiğini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak netlikte açıklamaktadır. Hz. Peygamber bu risâlet görevini Allah'ın rehberliği altında içtenlikle ve üstün başarıyla tamamlamıştır. Bu mesajın doğruluğunu tek ve eşsiz örneğiyle herkese göstermiştir. Yaşayışımızda onun ahlâkını, fiillerini ve hayat tarzını mümkün olan en güzel şekilde yansıtmak görevimizdir. Bu inanç ve hayat tarzı, İkna edici ve mâkul bir şekilde, tarihî gerçeklere, Sîret ve hadislere dayandırılarak sunulmalı, sadece hislere ve sevgi üzerine bina edilmemelidir. |