Konu Başlığı: Şeriatta Müctehidler Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 13 Ağustos 2012, 14:49:21 1- Şeriat'ta Müctehidler Bunlar ilk tabakayı teşkil eden müstakil müctehidlerdir. Yukarıda zikrettiğimiz bütün şartların bunlarda bulunması gerekir. Kitab ve Sünnet'ten hüküm çıkaranlar, kıyas yapanlar, maslahatlara göre fetva verenler, sedd-i zerâyi' ile içtihad'da bulunanlar işte onlardır. Kısaca onlar, uygun gördükleri bütün istidlal yollarına başvurmuşlar ve bu konuda hiç kimseye tâbi olmamışlardır. Onlar, kendileri için metodlar tesbit edip bu metodlara göre fertî meseleleri çözümlemişlerdir. Sahâbî-lerin fakihleri; Sâid b. el-Müseyyib ve İbrahim Nehaî gibi tabiîlerin fakihleri; Câ'fer es-Sadık ve babası Muhammed el-Bâkır, Ebu Hânife, Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Evzâî, Leys b. Sa'd, Süfyan es-Sevrî, Ebu Sevr ve diğerleri gibi pek çok müctehid bu tabakaya dahildir. Gerçi onların görüşleri tamamen ve tedvin edilmiş bir şekilde bize kadar ulaşmamıştır; fakat fakihlerin ihtilaflarını anlatan kitaplarda onlara ait görüşlerin rivayet edildiğini görebiliriz. Bunların asılsız olduğuna dair bir delil bulunmadığına göre, doğru olması kuvvetle muhtemeldir. Ebu Hanîfe'nin Öğrencilerinden Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer ve diğerlerinin bu tabakaya dahil olup olmadıklarında ihtilaf edilmiştir. İbn-i Âbidîn, bunları başka birisine tâbi olan, usûlde bağımlı ve furû'da bağımsız bulunan, yani mezhepte müctehidlik derecesine ulaşan kimselerden saymıştır. O, bu konuda şöyle der: "Mezhepte müctehid olan tabaka için hocalarının koymuş olduğu kaidelere göre hükümler çıkarmaya muktedir olan Ebu Yusuf ve Muhammed gibi Ebu Hanîfe'nin talebelerini misal olarak zikredebiliriz. Onlar, bazı fer'î hükümlerde hocalarına muhalefet etmişlerse de, usûle ait kaidelerde onu taklid etmişlerdir." (Şerfıu Ukûdi Resmi'l-Müftî, İstanbul 1325, s. 11). Bu sözler tenkid edilebilir: Çünkü Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer, fıkhî düşüncelerinde müstakil idiler. Onlar, hiç bir zaman hocalarını taklid etmiyorlardı. Onların Ebü Hanîfe'den ders almaları, O'nun görüşlerini incelemeleri ve ilk fıkıh öğrenimlerini ondan tahsil etmeleri, fikrî İstiklallerine ve içtihad hürriyetlerine engel teşkil etmez. Eğer iş böyle olsaydı, başkasından ders alan herkesin mukallid olması gerekirdi ki, bu da, Ebu Hanîfe'nin bile müstakil müctehidler derecesine ulaşmamış olduğu neticesini doğururdu; çünkü Ebu Hanîfe, hocası Hammad b. Ebî Süleyman vasıtasıyla İbrahim Nehaî'nin fıkhını almakla öğrenimine başlamıştır. O, İbrahim Nehaî'den çok şey rivayet etmiştir. Ebu Hanîfe'nin fıkıh ve içtihad'daki mevkiini küçültmek İsteyenler, İşte böyle söylemişlerdir. Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetuîlahi'l-Bâliga ve fakihlerin ihtilafı hakkındaki el-Insaf adlı eserinde bu görüşü ileri sürmüştür. Bu görüşün yanlışlığı ortadadır: Ebu Hanîfe müstakil bir müctehid'dir; çünkü o, İbrahim Nehaî'nin görüşlerini incelemiş, bazen ona muvafakat, çoğu zaman da muhalefet etmiştir. Ona muvafakat ettiği şeylerde delil ve istidlale dayanmış; mücerret taklid ve ittibâ' etme düşüncesine saplanmamıştır. Aynı şekilde Ebu Hanîfe'nin öğrencileri de kendisinden içtihad metodlarını almışlardır; bazen ona muvafakat, bazen de muhalefet etmişlerdir. Muvafakatları, taklid etme işi değil; ikna olma, istidlal ve delili tasdik işidir. Bu, furû" şöyle dursun, usûlde mukallid olanların bile yapacağı iş değildir (M. Ebu Zehra, Ebu Ha-nife). Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer'in hüküm çıkarırken dayandıkları prensipler, çoğu zaman hocaları Ebu Hanîfe'nin görüşlerine uyuyor ise de, her zaman aynı değildir. Onların hocalarına bazı esaslarda bile karşı çıkışları, müstakil müctehid olduklarını gösterir. Onların hüküm çıkarma yollarında birleşmesi, taklid etmek meselesi değil, ikna olmak meselesidir. İşte mukallit ile müçtehİd arasındaki fark budur. Doğru ölçü de bu olmalıdır. ,Bu imamların hayatlarını inceleyenler, prensipler (el-usûl)'de dahi onların taklitçilikten uzak olduklarını görürler. Bu imamlar, yalnız Ebu Hanîfe'nin dersleriyle yetinmemiş, Ebu Hanîfe'den sonra başkalarından da ders almışlardır. Meselâ; Ebu Yusuf, Hadisçilerin derslerine katılmış ve onlardan birçok hadis öğrenmiştir. Ebu Hanîfe, belki de bu hadislere vâkıf olmamıştı. Daha sonra Ebu Yusuf, kadılık mevkiini işgal etmiş, bu sebeple insanların birçok hallerine vâkıf olmuş, hocasının görüşlerine uyarken onları hükümleriyle süslemiş, ona muhalefet ederken yeni bilgi, görgü ve insanlar arasındaki yargılarıyla daha doğru bulduğu yolu tutmuştur. Bütün bunların Ebu Hanîfe'ye ait olup Ebu Yusuf tarafından benimsendiğini ileri sürmek, gerçekleri örtmek demektir. İmam Muhammed, İlmî hayatının ilk yıllarında kısa bir süre Ebu Hanîfe'nin derslerine devam etmiş, sonra İmam Mâlik'te buluşup ondan el-Mııvaîta'ı rivayet etmiştir. Hattâ onun rivayeti, Muvatta'm isnad bakımından en sağlam rivayetlerinden biri sayılır. Buna göre, İmam Muhammed mukallid ise bu imamlardan hangisini taklid etmiştir? Ebu Hanîfe'yi mi, Mâlik'i mi? Yoksa İkisini birden mi taklid etmiştir? Hem onun, hem hocası Ebu Yusuf'un, hem de Züfer'in mutlak müctehid olduklarını, usûlde de, furû'da da mukallid olmadıklarını söylememiz İnsaf ve mantık icabıdır. Burada şunu da belirtmemiz gerekir; usûl, Ebû Hanîfe devrinde tam olarak yazılmamıştı ki, talebeleri onu Ebu Hanîfe'den aldılar ve bunda ona tâbi oldular, denİlebilsin. O devirde usûl, ancak hüküm is-tinbat edilirken gözönüne alınırdı; bir ders şeklinde okutulmazdı. Burada, günümüzde böyle bir içtihad kapısı açılabilir mi? sorusu ortaya atılmaktadır. Bu soruya Şâfiîlerle Hanefîlerin çoğu müsbet cevap vermektedirler; fakat Hanefîlerin büyük bir kısmı bu kapıyı bilfiil kapamışlardır. Bununla birlikte kimi Hanefîler, Kemâlüddin b. el-Hümam gibi bazı fakihlerin mutlak mücte-hitlik derecesine ulaşmış olduğunu kabul ederler. Bundan anlaşılıyor ki, onlar, mutlak içtihad kapısını tamamen kapamamı şiardır. Bu konuda Mâlikîler de Hanefî ve Şâfiîlere yakındırlar. Onlara göre, herhangi bir çağda mutlak müctehid bulunmayabilir; fakat her asırda mezheb'de müctehidin bulunması ica-beder. Bu hususu ileride tekrar ele alacağız. Hanbelîlere gelince; onlar, her asrın bir müctehid'den hâlî kalmasının caiz olmayacağını söylerler. Bu konuda İbn-i Kayyım el-Cev-ziyye şöyle der: "Müstakil müctehidler hakkında Peygamber, 'Allah, bu ümmete her yüz yılın başında dînini yenileyecek bir müctehid gönderir.' buyurmuştur. Onlar, Allah'ın dînini yeniden canlandırmak için gönderdiği kimselerdir. Ali b. Ebî Tâlib bunlar hakkında; 'yeryüzü Allah'ın hüccetle emrini yerine getiren bir kâimden hâlî olmaz.' demiştir." Hanbelîlere göre her türlü ictihad kapısı açıktır. Madem ki insanların akıl ve idrakleri değişiktir, madem ki herkes müctehid olacak kudrete sahip değildir ve herkesin ilmî ve aklî seviyesi ayrı ayrıdır; o halde hiç kimse içtihad kapısını kapayamaz ve ehil olmadıkça müctehidlik iddiasında bulunamaz. Ehil olmadığı halde böyle bir iddiada bulunan kimse, ilim ve içtihad sâhib olmak şöyle dursun, dînî konuda itimada bile lâyık değildir. Hanbelîler, içtihad kapısını açmakla kalmazlar, her asırda bir mutlak müctehidin bulunmasını zarurî görürler. Hanbelî fakihlerinden İbni Ukayl, "sonrakiler (müteahhİrîn), mutlak müctehid bulunmayan bazı çağların olabileceğini kabul etmişlerse de, bu konuda eskiler (mütekaddimîn) arasında her hangi bir ihtilafın mevcut olduğu bilinmiyor." demiştir. Hicri yedinci asırda yaşamış olan Hanbelî âlimi İbni Hamdan da, "uzun zamandan beri mutlak müctehid yok olmuştur. Halbuki şimdi bunun yetişmesi ilk zamanlardan daha kolaydır." demiştir (Sıfatl-Fetva ve'l-Müfti ve'lMusteftî, Dımeşk, 1280, s. 17). Şiîlerden İmamiyye mezhebine göre ictihad kapısı her zaman açıktır. İmamîlerin içtihad-ları incelendiği zaman görülür ki onlar fıkıh'ı önce Kitab'a, sonra kendi vasıtalarıyla rivayet edilen Sünnet'e ve imamlarının görüşleri- ne dayandırırlar. Boyun eğdikleri ve sözlerini Hz. Peygamber'in Sünnet'i gibi kabul ettikleri imamlardan başka hiç kimse imamlık mevkiine gelemez. İmam Ca'fer es-Sâdık'ın sözleri, onlar için hem usûl'de hem de furû'da hüccettir. Ebu Ca'fer Muhammed el-Bakır ve kendisinden önce yaşamış olan baba ve dedeleriyle, kendisinden sonra gelen ve onlara göre Hz. Peygamber @'in tavsiyesi uyarınca imam olarak kabul edilen torunlarının sözleri de, aynı şekilde hüccet teşkil eder. Onikinci İmam kaybolduktan sonra -ki onun onbir asırdan beri hâlâ gelmesi beklenmektedir- bu mezhep mensubları, ictihad yapma hakkına sahip olmuşlardır. Onlar ictihadların-da iki hususa bağlı kalırlar: a- İmamlardan rivayet edilen hiç bir şeye muhalefet etmemek ve imkân dahilinde imamların görüş ve sözlerine uyarak ictihad yapmak. Onlar, imamlara ait bir rivayet bulamazlarsa, meseleleri akılla hükme bağlarlar; çünkü onlara göre akıl; Kitab, Sünnet ve İmamların sözlerinden sonra gelen bir hüccettir. b- Kesin olarak imamların koyduğu metotlara bağlı kalmak. Biz meseleyi onların mantığı ile ele alacak olursak görürüz ki, imamların sözleri, uyulması zarurî olan Sünnet'ten sayılmakta ve kendi imamları, Ebu Hanîfe, Şafiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi diğer mezhep imamlarına benzememekle beraber, içtihadları mutlak olarak kabul edilmektedir. Onların imamlarına, diğer mezheplerin kendi imamlarına baktığı bir gözle bakacak olursak, onların içtihadlarmm mutlak olmadığını görürüz. Hattâ onların içtihadları, İmam Ca'fer es-Sâdık ve onun derecesinde bulunan imamların görüşlerine uygun olarak yapılan bir içtihad (tahric) mertebesinden öte gidemez; çünkü onrlar usûl ve furû'da imamlarına muhalefet edemezler; sadece usûl ve furû'da tahric yapabilirler. Buna göre, onlar, imamlara usûlde değil, yalnız furû'da muhalefet eden ikinci tabakadaki müctehidlere bile dahil sayılmazlar. |