๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 03 Ağustos 2012, 11:22:23



Konu Başlığı: Seba Halkı
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 03 Ağustos 2012, 11:22:23
SEBA HALKI (SEB'ELİLER)

Sebe halkı, M.Ö. birinci bin yılın başlangıcın­da güç ve kuvvet kazanarak belli bir refah se­viyesine ulaştılar. Hz. Davud ve Hz. Süley­man'ın hükümdarlıklarında güçlerini artırdı­lar. Ziraat ve ticarette ileri gittiler, bilgilerini çevrelerinde kendi faydalan için uygulamak suretiyle kültür ve medeniyetlerini büyük öl­çüde zenginleştirdiler. Sulama kanalları açtı­lar. Bu kanalları düzenli beslemek için dağlar arasında barajlar inşa ettiler. Memleketleri boydan boya sonsuz bir bahçe görüntüsü için­deydi. Meskenleri birbirinden çok uzak ol­mazdı; orada bir yerleşim mahallinin sınırı, diğer mahallin görünmeye başladığı yerdi. Fakat onlar bunca nîmet karşısında ''itaat ve şükran yerine, itaatsizliğe ve nankörlüğe sap­tıklarından" tamamen sel afetiyle helak edil­diler.

Kur'ân, Sebe halkının refahını ve helak edili­şini şu ifadelerle tasvir etmektedir: "Andol-sun Sebe' (oğulların)ın oturdukları yerlerde de bir ibret vardır: (O meskenler), sağdan sol­dan iki bahçe (ile çevrili idi. Onlara): 'Rabbi-nizin nimetinde yiyin de O'na şükredin! Hoş (bir) memleket ve çok bağışlayan Rab! (de­nilmişti). Ama (şükürden) yüz çevirdiler; bu yüzden üzerlerine Arım selini gönderdik; on­ların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bah­çeye çevirdik. Nankörlük ettiklerinden ötürü onları böyle cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız!? Onlarla, içinde bereketler yarattığımız memleketler arasında, (birinden diğeri) görünen şehirler varettik ve bunlar arasında yürümeyi takdir ettik: 'Ora­larda geceleri, gündüzleri (ne zaman isterse­niz) korkusuzca gezin, (dolaşın)' (dedik). 'Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır (şehirlerimiz birbirine çok yakın, bunların arasını uzat da daha uzun mesafelere gide­lim).' dediler ve kendilerine zulmettiler. Biz de onları, (insanlar arasında söylenen) efsane­lere çevirdik. Ve onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunda, sabreden ve şükreden kimse­ler için ibretler vardır. Andolsun ki İblis, on­lar hakkındaki zannım doğru çıkardı; inanan­lardan bir topluluk dışında (hepsi) ona uydu­lar. Oysa onun (İblis'in) Onlar üzerinde bir nü­fuzu yoktu. Ancak ahirete inanan kimseleri, şüphe içinde kalandan (ayırdedip) bilelim di­ye (ona bu fırsatı verdik). Rabb'in, herşeyi korumaktadır." (34: 15-21).

Kur'ân'ın bu âyetleri, Sebe' halkının hayat tarzı ve geleneklerine geniş ölçüde ışık tut­maktadır. Sözkonusu âyetlerden çıkarılacak sonuçlar şöyle sıralanabilir:

1- Sebe' halkı, ziraatini geliştirmek için su­lamadan azamî derecede faydalanmıştır.

O kadar ki, bütün Sebe' yurdu bir gibi idi. Halk nerede dursa, sağırJa ve solunda bahçeleri ve fidanlıkları edebi­lirdi.

2- Refah seviyeleri çok yüksekti. Yemen ile Suriye arasındaki bütün bölge yun edi­nilmişti ve bu iki mesafe arasında^ yol­culuk, yerleşim alanlarının içinden geçer­di.

3- Fakat onların üzerine azâb geldiğince her yönden o kadar darmadağın olduUtf ki, artık onların bu dağınıklığı herkes tara­fından bilinir oldu. "Bugün bile bir topluluğun tamamen bahsetmek isteseler Sebe halkını misal gösterirler. Allah nimetlerini çektiği zaman, muhtelif Sebe yurtlarından ayrılıp Arabistan'ın başka bölgelerine göç etmeye başladılar- °enı Gassân Ürdün ve Suriye'ye, Evs ve Hazrec Yesrib'e (Medine'ye) ve Huzaa da Cidde yakınlarındaki Tihame'ye yerleşti. Ezd kabilesi Uman'a, Benî Lahm, Cüzam ve Kinde kabileleri de başka yerlere göç ettmek üzere yurtlarını terk etmek zorun­da kaldılar. Böylece Sebe' halkı bir millet olmaktan çıktı ve sadece bir efsane ol­du."

4- "Setin  (barajın) yıkılmasından  sonra meydana gelen sel sonucu bütün ülke ha­rap oldu. Sebelilerin dağların arasına set­ler inşa ederek kazdıkları kanallar yıkıldı ve bütün sulama sistemi bozuldu- Bunun sonucu, daha önceden bir bahçe gibi olan ülke yabanî bitkilerin ormanı hâline geldi. Orada sedir çalılarının küçük erik şek­lindeki meyvesinden başka yenilir" bitki kalmadı." (The Meaning of the Qur'an, c. X, sh. 220-221).

5- Tarihî kayıtlar, Seba (Sebe) güneybatı Arabistan'da yer aldığın' seviyesinin en üst seviyeye ulaştığı de­virde (yani M.Ö. birinci bin yılda) sadece Yemen'i değil, aynı zamanda Hadramut ve Mahran bölgesinin büyük bir kısmım, ve muhtemelen şimdiki Habeşistan'ın ek­seriyetini sınırlarına dahil ettiğini göster­mektedir. Sebe'liler, başşehirleri Ma'rib in civarında, asırlar boyunca fevkalâde baraj, bent ve kanal sistemi kurmuşlardır ki, sistem bugüne kadar gelen kalıntıla­rıyla tarihte meşhur olmuştur. Arabis­tan'da dillere destan olan Sebe' ülkesinin refahı, bu büyük barajlar ve sulama sis­temlerinden ileri geliyordu. Coğrafyacı el-Hemdanî'ye göre (öl. 334/H) bölge, doğuya doğru Rubülhâli sınırlarındaki Sayhad Çölüne kadar yayılmış olan bu barajlar sistemiyle sulanırdı. Memleketin faal gelişme durumu, halkının yoğun ticarî faaliyetine ve onların "baharat yo-lu"nu kontrol etmelerine de yansımıştı ki, bu yol Ma'rib'ten kuzeye doğru Mek­ke, Medine ve Suriye'ye ve doğuya doğru Arap Denizi kıyısındaki Zafar'a uzanırdı. Böylece Hindistan ve Çin'den gelen deniz yollarıyla birleşirdi.

Baraj Seli (Seyl el-arim)'nin tarihi kesin olarak tesit edilememiştir. Fakat Ma'rib barajının ilk yanlışının en çok muhtemel olan döneminin, Hıristiyanlık devrinin ikinci asrı olduğu görülmektedir. Sebe' Krallığı geniş ölçüde tahrip oldu ve halkı bütün Arap yanmadasına dağıldı. Bunun sonucu olarak, meydana çıkmaktadır ki, baraj ve bent sistemi bir ölçüde tamir edildi, fakat ülke Önceki refahına bir da­ha kavuşamadı. İslâm'ın zuhurundan yaklaşık otuz yıl Önce büyük baraj tama­men ve nihaî olarak çöktü.

6- Kur'ân'da ya da sahih hadislerde, Ma'rib Barajı'nın nihaî çöküşünden hemen önce (yani Hristiyanlık çağının altıncı asrında) Sebe halkının ne tarzda bir günah işledi­ği konusunda bize belirli bir şey söylenmemektedir. Sebe'nin ve onun bir âfet sonucu inkırazının kıssası eski Arabis­tan'da bir mesel haline geldiği hakikati gözönüne alındığında, onun Kur'ân'da ifade edilmesi büyük bir ihtimalle, daha önce Hz. Süleyman'ın ölümü kıssasında olduğu gibi manevî bir desteği haizdir. Çünkü her iki kıssa, Kur'ân diliyle tak­dim ediliş şekliyle, insanın bütün kudret ve başarısının mahiyet itibariyle kısa ömürlü olduğunu mecaz yoluyla ifade et­mektedir." (Muhammed Esed, The Message ofthe Qur'an, sh. 658).

Sebe (Seba) halkı üzerinde yorumda bulunur­ken Mevlana Ebu'l-A'la Mevdudi şöyle de­mektedir: "Tarih, antik devirde Sebe'liler ara­sında sadece bir tek Allah'a ibadet eden kü­çük bir topluluğun yaşadığını göstermektedir. Yemen harabelerinde modern arkeolojik araş­tırmalar neticesinde meydana çıkarılan kita­beler, bu küçük unsurun varlığına işaret et­mektedir. Takriben M.Ö. 650 dönemine ait bazı kitabeler, Sebe' krallığı içinde zu-semevi veya zû-semâvi'ye (yani Rabb es-Sema': Gök­lerin Rabbi) dua için ayrılmış mabetler bulun­duğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu İlâh, Meliken zu-semavi (Göklerin mâliki olan kral) şeklinde ifade edilmiştir. Sebe'lilerin bu kalıntıları Yemen'de asırlarca varolmaya de­vam etmiştir. Nitekim milâdi 378 yılına ait bir kitabede de, İlâh zu-semavi (bu mabet, ilah zu semavi'ye aittir) ifadesi bulunmuştur. Milâdi 465 tarihli bir kitabede şöyle bir ifade yer alır: Bi-nasr ve rıza iîah-in be'i semin ve ardin (yani, göklerin ve yerin sahibi olan ila­hın yardım ve rızasıyla). Milâdi 458 tarihli döneme ait başka bir kitabede de Rahman ke­limesi, bi-nza Rahmanen (yani, Rahman'ın rızasıyla) şeklinde kullanılmaktadır.

İnsanlar Allah'a itaat etmek istediklerinde, İb­lisin onları Allah'a isyan yoluna zorla sevk et­me gücü yoktur. Allah sadece ona, kendileri Allah'a isyan yolunu seçmek isteyen kimsele­ri saptırma, kandırma ve aldatma yetkisi vermiştir. Ahirette inananlar, onunla ilgili şüphe duyanlardan ayrılsın diye İblise bu iğfal etme fırsatı verilmiştir.

Başka bir ifadeyle bu İlâhî beyan, bu dünyada âhirete imandan başka hiçbir şeyin, insanın Doğru Yol'a bağlılığım temin edemeyeceğini kesin olarak ortaya koymaktadır. Bir insan eğer ölümünden sonra tekrar dirileceğine ve Allah huzurunda amellerinin hesabım verece­ğine inanmazsa, tabiî ki o doğru yoldan sapa­caktır. Çünkü o hiçbir zaman kendisinde, Doğru Yol'a bağlanmasını sağlayacak sorum­luluk duygusunu geli süremeyecektir. İşte bu yüzden şeytanın insanı saptırmak için kullan­dığı en önemli araç, onu âhiretten gafil yap­maktır. Bu şeytanî hileden kendisini kurtaran bir kimse, asla bu geçici dünyanın çıkarları için gerçek ve ebedî dünyanın nimetlerini fe­da etmez. Aksine, her kim şeytanın kötü tesiri altında kalarak âhireti inkâr ederse, ya da en azından onun hakkında şüphe taşırsa o, bu dünyada yapılmakta olan peşin alışverişten, bunun daha sonraki bir hayatta kayba sebep olacağını anlamış ve kavramış olsa bile, vaz-geçirilmez. Bu dünyada kim doğru yoldan sapmışsa, ya ahireti inkâr ettiği için, ya da on­dan şüphe içinde olduğu için sapmıştır. Kim de doğru yola tâbi olmuşsa, doğru ve salih amelleri âhirete olan imanından kaynaklandı­ğı için böyle davranmıştır.

Kur'ân'da Sebe'lilerin tarihine yapılan telmih­leri tam olarak anlamak için, bu halk hakkın­da diğer tarihî kaynaklar yoluyla elde edilen bilgileri de gözönünde bulundurmak lâzımdır.

Tarihte Sebe, büyük kabileleri de içine alan büyük bir Güney Arabistan kavmiydi. İmam Ahmed, İbni Ebi Hatem, îbni Abdülberr ve Tirmizî'nin Hz. Peygamber'den rivayetle­rine göre, Sebe' (Seba') bir Arabın ismi olup, onun neslindep Arabistan'ın şu kabileleri çık­mıştır: Kinde, Hhnyer, Ezd, Eşariyyin, Mez-hic, Enmar (iki kolu ile birlikte Kes'am ve Becile), 'Amile, Cüzam, Lahm ve Gassan.

Eski çağlardan beri bu Arap kavmi bütün dünyaca bilinirdi. MÖ. 2500 yılma ait Ur ki­tabelerinde bu kavimden Sebum diye bahse­dilmektedir. Bundan başka Babil ve Asur ki­tabelerinde ve aynı zamanda Kitab-ı Mukaddes'te de Sebelilerin birçok kez adı geçmekte­dir. (Bkz: Mezmurlar, 72: 15, Yeremya, 6: 20; Hezekiel, 27: 22, 38: 13; ve Eyub, 6: 19). Yunan ve Roma tarihçileri ile coğrafya bilgi­ni Theophrastus (M.Ö. 288), Hz. İsa'dan bir kaç asır öncesi onlardan devamlı olarak bah­setmişlerdir.

Bu kavmin yurdu bugün Yemen denilen Ara­bistan Yarımadası'nm güneybatı köşesiydi. Yükselişi M.Ö. 1100 yıllarında başlamıştır, Davud ve Süleyman Peygamberler zamanın­da Sebe'liler müreffeh bir halk olarak dünya­ca meşhur olmuşlardı. Daha sonra, kraliçele­rinin Hz. Süleyman zamanında imana gelme­sinden (M.Ö. 965-926) sonra muhtemelen ço­ğu müslüman olmuşlardı. Fakat zamanı tam tesbit edilemeyen daha sonraki bir dönemde tekrar Elmaka (ay tanrısı), Ester (Venüs), Zat Hamim, Zat Bed'an (güneş tanrısı), Her-metem veya Herimet gibi bir çok ilâh ve ilaheye tapmaya başladılar. Elmaka onların baş ilahı idi. Krallar bu ilahın temsilcileri ola­rak, halkın itaatim talep ederlerdi. Yemen'de toprak altından çıkarılan bir çok kitabe, her tarafta bu ilâhlar bilhassa Elmaka için mabetler yapıldığını ve her önemli olayda bu ilâhlara kurbanlar sunulduğunu göstermekte­dir.

Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar netice­sinde, bu kavmin tarihine ışık tutan yaklaşık 3000 kadar kitabe bulunmuştur. Bunlann yanı sıra Arap ravileri ile Roma ve Yunan tarihçi­lerinin ortaya koydukları bilgiler bir araya ge­tirilirse, bu kavmin ayrıntılı bir tarihi hazırla­nabilir. Bu bilgilere dayanarak onların tarihle­rinin önemli dönemleri şu şekilde özetlenebi­lir:

1- Yedinci yüzyılın yarısından önceki dö­nem: Bu dönemde Sebe'li kralların un­vanı Mukarrib idi. Bu, muhtemelen mukarreb (tanrıya yakın) kelimesinin eşan­lamlısı olup, kralların kendilerini tanrılar ile insanlar arasında bir bağ olarak gör­düklerine delâlet etmekte idî. Başka bir İfadeyle onlar rahip-kral idiler. Başşe­hirleri bugün Heribe denilen ve Ma'rib'in batısında bir günlük yol mesafesinde ha­rabeleri bulunan Sirve idi. Büyük Ma'rib barajının temelleri bu dönemde atılmıştı. Sonradan muhtelif krallar onu zaman za­man genişletmişlerdir.

2- M.Ö. 650 - 115 arası dönem: Bu dö­nemde Sebe kıralları Mukarrib sıfatını atıp Melik (kıral) unvanım benimsediler ki bu, dinî hükümdarlığın yerini, laik krallığın aldığını göstermektedir. Sirve'yi bırakıp Ma'rib'i başkent yaptılar ve onu her bakımdan geliştirdiler. Bu yer, deniz­den 3900 fit yükseklikte ve San'a'mn 60 mil kadar doğusundadır. Bugün bulunan harabeleri bile, bir zamanlar çok gelişmiş bir kavmin merkezi olduğuna şahitlik et­mektedir.

3- M.Ö. 115 - 300 arası dönem: Bu dö­nemde Sebe krallığı, Sebe kavminin ileri gelen kabilelerinden biri olan Himyerî-lerin yönetimi altına girdi. Onlar Ma'rib'i bırakıp, daha sonra Zafar diye bilinen Reydan'ı başkent yaptılar. Bu yerin hara­beleri bugünkü Yerim şehri yakınların­daki bir tepe üzerinde görülebilir. Civa­rında Himyer isminde küçük bir kabile yaşamaktadır. Bu belki de bir zamanlar bütün dünyada ihtişam ve azameti ile ta­nınmış olan büyük kavmin kalıntisıdır. Aynı dönemde Yemenet ve Yemenat ke­limeleri krallığın bir bölümü için kulla­nılmaya başlanmıştır. Bu kelime daha sonraları Yemen'e dönüşmüş ve Asir'den Aden'e ve Babülmendep'ten Hadramut'a kadar uzanan bütün toprakların adı ola­rak kullanılmaya başlanmıştır.

M.S. 300'den İslâm'ın doğuşuna kadar olan dönem: Bu, Sebe'lİlerin yıkılış dö­nemidir. Bu dönemde Sebeliler dış mü­dahalelere meydan bırakan iç savaşlara daldılar. Bu onların ticaret ve tarımda gerilemelerine ve hatta siyasî hürriyetle­rini kaybetmelerine  sebep  olmuştur.

Himyerîler ve diğer kabileler arasındaki karışıklıklardan yararlanan Habeşîler, Yemen'i işgal ettiler ve M.S. 340'tan 378'e kadar kısa bir süre yönettiler. Son­ra, her ne kadar siyasî bağımsızlıklarına yeniden kavuştuysalar da, Ma'rib'in bü­yük barajında çatlamalar belirmeye baş­ladı ki bu, yukarıda (Sebe sûresinin 16. âyetinde) atıf yapıldığı gibi, M.S. 450 veya 451'de "barajın patlaması" ile fe­lâkete sebep oldu. Bundan sonra Ebrehe devrine kadar baraj geniş ölçüde tamir edildiyse de, ne dağılan nüfusu geri ge­tirmek mümkün olabildi, ne de harap olan sulama ve tarım sistemi eski haline getirilebildi. M.S. 523'de Yemen'in Ya­hudi kralı Zu-Nuvas, Necran Hristiyanlarını katletti. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hâdi­seye ashab-ı uhdud ifadesiyle değinil­mektedir (Burûç sûresi [85]: 4-8). Mu­kabilinde Habeşistan Hrİstiyan Kıratlığı, Yemen'i istilâ etti ve bütün toprakları ele geçirdi. Daha sonra Yemen'in Habeş va­lisi Ebrehe, Kabe'nin merkezî durumuna son vermek ve bütün batı Arabistan'ı Bizans-Habeş nüfuz sahası içine almak için Hz. Muhammed'in doğumundan bir kaç gün önce, M.S. 570 veya 571'de Mekke üzerine yürüdü.

Kur'ânda (F/7 sûresinde) ashab ül-fil adı altında anlatıldığı şekliyle Habeş or­dusu tamamen imha edildi. En sonunda M.S. 575'de Yemen, İranlıların eline geçti. M.S. 628'de onların valisi Bazan, İslâmiyeti kabul edince, İran idaresi son buldu.

Sebe halkı zenginliğini iki ana faktörü borç­luydu: Tarım ve ticaret. Tarımlarını, daha ön­ceden Babil hariç hiçbir yerde bilinmeyen bir sulama sistemi İle geliştirmişlerdi. Ülkelerin­de tabiî akarsular yoktu. Yağmurlu mevsim­lerde tepecikler arasına inşa ettikleri setler sa­yesinde küçük göllerde su toplarlar, oradan açtıkları kanallarla suyu tarlalarına akıtırlardı. Kur'ân'da ifade edildiği gibi bu sisteme, bütün ülkeyi verimli bir bahçe hâline getirmişti. En büyük su deposu, Ma'rib yakınında Belek Dağı girişinde kurulan bent (baraj) sayesinde meydana getirilen göl idi. Fakat Allah lütfunu onlardan uzaklaştınnca, büyük baraj Milâdî beşinci asır ortasında yıkıldı ve neticede mey­dana gelen seller, yoluna çıkan barajları birbi­ri ardına yıkarak, bütün sulama sistemini de tekrar asla eski haline getirilemeyecek şekilde tahrip ederek akıp gittiler.

Ticarete gelince; Allah Sebelileri faydalana­bilecekleri çok elverişli coğrafî mevki ile nimetlendirmİşti.Bin yıldan fazla, Doğu ile Ba­tı arasındaki ticarî faaliyet vasıtalarını tekelle­rinde bulundurdular. Bir yandan kendi liman­larında; Çin'den ipek, Endonezya ve Mala-bar'dan baharat, Hindistan'dan kumaş ve kı­lıçlar, Doğu Afrika'dan zenci köleler, may­munlar, devekuşu tüyleri ve fildişi aldılar ve diğer yandan bu mallan daha ileride Roma ve Yunanistan'a göndermek üzere Mısır ve Suri­ye pazarlarına naklettiler. Bunun yanısıra kendileri de, Mısır ve Suriye ile Roma ve Yu­nanistan'da büyük talep bulunan günlük tütsü­sü ve mür (lavanta imalinde kullanılan sarı sakız) ve diğer parfümlerin büyük imalatçıları idiler.

Uluslararası ticaretin iki büyük yolu vardı: Deniz yolu ve kara yolu. Deniz ticareti bin yıldan fazla Seben'lerin kontrolünda kaldı. Zi­ra Kızıl Deniz musonlannm esrarını, kayaları ve çarpan dalgaları ve demir atma yerlerini sadece onlar bilirlerdi. Başka hiçbir millet bu tehlikeli sularda seyrüsefer riskini göze ala­mazdı. Bu deniz yoluyla onlar ticarî mallarını Ürdün ve Mısır limanlarına taşırlardı. Aden ve Hadramut'dan gelen kara yollan Ma'rib'te birleşir, oradan bir kara yolu Mekke, Cidde, Medine, el-'Ula, Tebük ve Eyle yoluyla Pet-ra'ya ulaşır, kuzey ucunda Mısır ve Suriye'ye ayrılırdı. Bu kara yolu boyunca tam Ye-men'den Suriye hududuna kadar, Kur'ân'da ifade edildiği şekilde bir çok Sebe yerleşim bölgesi kurulmuştu. Kervanlar gece gündüz buralardan geçerlerdi. Sebe ve Himyerî kitabelerinin ortaya çıkarılmakta olduğu bu yol üzerinde bu kolonilerin izleri halen mevcut­tur.

Hz. İsa'dan sonraki birinci yüzyıldan sonra Sebe ticareti kötüye gitmeye başladı. Ortado-ğuda Roma ve Grek (Yunan) krallıkları kuru­lunca halk Arap tacirlerinin kurdukları tekel yüzünden doğu malları için çok yüksek fiyat­lar talep etmelerinden şikâyetçi olmaya ve yöneticilerini, onların deniz ticaretindeki üs­tünlüklerini kırmak için teşvik etmeye başla­dılar. Böylece, başlangıçta Mısır'ın Yunanlı hükümdarı II. Batlamyus (M.Ö. 285-246), as­lında yedi yüzyıl kadar önce Sesostris tarafın­da kazılmış olan Nil-Kızıldeniz kanalını tek­rar açtı. Neticede, bu kanal sayesinde Mısır filosu ilk defa Kızıl Denize girdi, fakat Sebe-liler karşısında başarılı olamadı. Mısır Roma­lıların eline geçince, onlar Kızıl Deniz'e daha kuvvetli bir ticaret donanması getirdiler ve onun desteğinde bir deniz harp filosu koydu­lar. Sebeliler bu güce karşı koyamadılar. So­nuçta Romalılar her deniz limanında kendi ti­caret kolonilerim kurdular, gemiler için ikmal işlerini tanzim ettiler ve mümkün olan her ye­re askeri kıt'alarını yerleştirdiler. Nihayet, Aden Romalılar tarafından işgal edilince, va­kit geldi. Bu hususta Roma ve Habeşistan krallıkları da Sebeliler aleyhine, sonunda bu kavmi siyasî hürriyetinden de mahrum bıra­kan gizli anlaşmalar yaptılar.

Deniz ticareti yolundaki kontrollerini kaybe­den Sebelilere sadece karayolu ticareti kaldı. Fakat bu üstünlükleri de tedricen kayboldu. Önce, Nebatîler Petra'dan el-Ula'ya kadar bü­tün Hicaz ve Ürdün'deki kolonilerini Sebeli-lerin elinden aldı. Daha sonra, M.S. 106'da Romalılar Nebatî Krallığına son verdiler ve Hicaz'a kadar bütün Suriye ve Ürdün toprak­larını zaptettiler. Bundan sonra Roma ve Ha­beşistan müştereken, Sebelilerin ticaretini, onların iç mücadelelerinden istifade ederek tamamen bozmak için çalıştılar. Habeşlilerin, sonunda bütün bölgeyi ele geçirene kadar de­falarca Yemen'e saldırmasının sebebi bu idi.

Böylece, Allanın gazabı, bu kavmin haşmet ve refahın zirvesinden, bir daha asla çıkama­yacakları bir unutulnıuşluğun içine yuvarlan­malarına sebep oldu. Bir zamanlar Yunanlılar ve Romalılar bu kavmin efsanevî zenginliğini duyup kıskanırlardı. Strabe şöyle demektedir: "Sebeliler altın ve gümüş kaplar kullanıyor­lardı, evlerinin tavanları, duvarları ve kapıları bile fildişi, altın, gümüş ve elmaslarla süslüy­dü." Pliny şöyle anlatmaktadır: "Roma'nın ve İran'ın zenginlikleri Sebelilerin ellerine akı­yor. Onlar bugün dünyanın en zengin halkı­dır. Bereketli topraklarında bahçeler, mahsûl ve sığırlar boldur." Artemidorus ise şöyle der: "Bu insanlar lüks içinde yüzüyorlar. Yakacak olarak tarçın, sandal odunu ve diğer hoş ko­kan odunlar yakarlar." Aynı şekilde diğer Yu­nan tarihçileri de Sebelilerin sahip olduğu sa­hillerden geçerken gemilerin içinden bile bu toprakların güzel kokusunu duyan yolcular­dan bahsederler. Tarihte ilk defa Sebeliler bir gökdelen inşa etmişlerdir. San'a'da bir tepe­nin üzerine inşa edilen Gumdan kalesi deni­len bu gökdelenin, Arap tarihçilerine göre yirmi katı vardı ve her kat 36 fit yüksekliğe sahipti. Sebeliler Allah kendilerine nimetleri­ni bol bol ihsan ettiği sürece böyle bolluk ve eğlence içinde yaşadılar. En sonunda nankör­lükte bütün sınırlan aştıklarında, her şeye kadir olan Allah da teveccühünü çekti, ve onlar sanki daha önceden hiç varolmamış gibi, ta­mamen helak oldular (The Meaning of the Qur'an, c. X, sh. 221-229).