๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 31 Temmuz 2012, 12:51:29



Konu Başlığı: Psikolojik Faktör
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 31 Temmuz 2012, 12:51:29
3- Psikolojik Faktör

İnsanın davranışları üzerinde fizikî değil de psikolojik ve manevîi özelliklerinin etkin ol­duğu bir hakikattir. Yani insan, şartlarından ziyade zihnî-psikolojik ve manevî faktörler­den etkilenir. Bu nedenle, bir insanın davra­nış, hareket ve eylemlerini etkilemenin en pratik yolu, bütün insan sisteminin güç ve enerji merkezi olan zihnî ve ruhî melekelerini etkilemeye çalışmaktır.

Hz. Muhammed müminler arasında güven tesis etme ve onları tarihte benzeri olmayan başarılı sonuçlara ulaştırma konusunda psikolojik faktörlerden en etkili bir biçimde fayda­lanmıştır. (Ayrıntılar için bkz.: Sîret Ansiklo­pedisi, c. I, bölüm: 4).

a- Güven tesis etmek: Ümmet arasında gü­ven tesis etmek için Hz. Muhammed psi­kolojik faktörleri en etkili ve yaratıcı şekilde kullanmıştır. Her şeyden önce, müminlere Allah'ın kendileriyle olduğu ve hiç bir şeyden

korkmamaları duygusunu aşılamıştır. Kendi­lerini çevreleyen dünyayla sürekli savaş ve mücadele halinde olduklarından müminlerde güven tesis edilmesi şarttı. Hatta Allah'ın El­çileri bile insan olmaları dolayısıyla vazifele­rini hakkıyla yerine getirebilmek için Allah'ın manevi desteğine ihtiyaç duymaktaydılar. Hz. Musa ve kardeşi Harun Allah tarafından Firavun'a gidip Allah'a isyan etmemesi yö­nünde güzel öğüt vermekle emredildiklerinde, Hz. Musa korku duyduğunu ifade edince Allah onu şu sözlerle destekledi: "(Allah:) 'Korkmayın, dedi, ben sizinle beraberim; işi­tir ve görürüm..." (20: 46).

Hz. Muhammed, Ebu Bekir Sıddık'la bera­ber Hira mağarasında iken Kureyş'ten bazı adamlar mağaraya çok yaklaştıklarında, Ebu Bekr görülebileceklerinden korktu. Ancak Hz. Peygamber onu şu sözlerle sakinleştirdi: "...Üzülme, Allah bizimledir..." (9: 40)

Kur'ân, mü'minlere tüm kalpleriyle ve kor­kusuzca Allah yolunda savaşmaları için Al­lah'ın desteğini vadetmiştir.

"Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteye­nin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip bana İnansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar." (2: 186).

"Rabbiniz: 'Bana dua edin, duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeğe tenezzül etme­yenler, aşağılık olarak cehenneme girecekler­dir' buyurmuştur." (40: 60).

"...Biz ona şahdamarından daha yakınız." (50: 16).

Bu âyetler insanları Rablerine yönelmeye ve diledikleri zaman O'na başvurmaya davet et­mektedirler ve O'nun bu çağrıları dinleyip ce­vap vereceğini belirtmektedirler.

Allah iman edenlere, onlara çok yakın oldu­ğunu ve her çağrılarını duyduğunu, onları her vakit gördüğünü, onların Allah Yolunda yap­tıkları çalışmaları takip ettiğini ve eziyet ve

Hz. Peygamber'in Şahsiyet İnşa Usûlleri   503

cefa çekiyorken bile endişe etmelerine gerek olmadığını, çünkü Allah'ın, kendi başlarına gelen her şeyi bildiğini izah etmektedir.

"...Nerede olursanız olun, O sizinle beraber­dir. Allah yaptıklarınızı görür." (57: 4).

"...Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördün­cü mutlaka O'dur; beş kişinin bulunduğu yer­de altıncıları mutlaka O'dur; bunlardan az ve­ya çok, ne olursa olsunlar, nerede bulunursa bulunsunlar, mutlaka onlarla beraberdir..." (58: 7).

Allah'ın dostluğu (ve yardımı) Allah'tan kor­kan ve iyilik yapanlaradır. "Allah şüphesiz sakınanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdir." (16: 128).

Müttakiler için Allah'ın verdiği bu yardım ve destek sözü en büyük tesellidir. Bu yardım ve destek Allah'ın onlarla birlikte olduğu şeklin­deki sözle ifadesini bulmaktadır. Ancak Al­lah'ın dostluğu yalnızca iki şart gerçekleşti­ğinde vadedilmiştir. Birincisi, müminler takvalı olmalıdırlar, yani öfke, hırs ve sabırsız­lık gibi insanî zaaflara boyun eğmeyip sabırla direnmelidirler. Allah şuuru geliştirecek, dav­ranışlarını düzenleyecek bir güç kazanacakla­rı gibi, yapacakları şeyler konusunda da reh­berlik elde ederler. Bu yolla her türlü kötü­lük, günah ve fuhşa karşı bağışıklık kazan­dıkları gibi; kışkırtıcı arzulara karşı da duyar­sız hâle gelirler.

İkinci şart, hayırlı, faziletli ve dürüst işler ya­pıp daima dürüst bir tavır belirlemeleri ve kö­tülüğe iyilikle karşılık vermeleridir. Nerede olurlarsa olsunlar çevrelerine takva ve hayır yaymalıdırlar.

Bîr kez mü'minler davranışları ile bütün kö­tülüklerden kaçınıp iyiliğe ulaşmaya çalıştık­larını gösterirlerse, artık Allah'ın en yüksek mükâfatı kendilerinin olacaktır.-Rablerinin daimi dostluğu. Bu öğreti ile müminlerin gü­ven duygusu Allah rızası için şahısları ve malları ile İlgili her türlü fedakârlığı yapabi­lecekleri bir dereceye yükselir.

b- Manevî gücün inşa edilmesi: Kuran, zaferin tarafların sayı çokluğuna değil, Al­lah'ın nusretine (yardımına) bağlı olduğunu ifade ederek müminlere bir başka şekilde gü­ven duygusu aşılamaktadır: "...Nice az toplu­luk, Allah'ın izniyle, çok topluluğa üstün gel­miştir, Allah sabredenlerle beraberdir..." (2: 249).

Bu husus, Kur'ân'da bir başka tarzda şöyle açıklanmıştır: "Ey Peygamber! Müminleri sa­vaşa teşvik et.Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa, (onlar) iki yüz (kâfir)i yenerler. Sizden yüz kişi olsa (onlar), kâfirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü o kâfirler, anlamaz bir toplu­luktur." (8: 65). (Ayrıntılar için, bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I, 4. bölüm: "Manevi Fak­törler" alt başlığı).

Mü'minlerin maneviyatı Allah'ın mükâfatına hak kazandıkları söylenerek ve Şeytanın hile ve desiselerinin zayıf olduğu, onları Allah yolundaki mücadelelerinde durduramıyacağı anlatılarak daha da güçlendirilmektedir: "Dünya hayatım âhiret hayatı karşılığında sa­tanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolnda savaşır da öldürülür veya galip gelir­se, biz ona yakında büyük bir ecir vereceğiz." (4: 74).

Yine aynı sûrede şu âyeti görmekteyiz: "Mü'minler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır." (4: 76).

Bakara sûresinde inananların maneviyatı şöyle yükseltilmektedir: "Allah yolunda öl­dürülenlere 'Ölüler' demeyin, zira onlar diri­dirler, fakat siz farkında değilsiniz." (2: 154).

Tevbe sûresinde şu âyeti okumaktayız: "Al­lah, müzminlerden mallarını ve canlarım cen­net kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldü­rülürler. Bu, Allah'ın üzerinde bir borçtur. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur'ân'da (Allah, yolunda çarpışanlara cen­net vereceğini vadetmiştir) Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir? O hal­de O'nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötü­rü sevinin. Gerçekten bu, büyük basandır." (9:111)

Ebû'l A'lâ Mevdudî, insanlar ve Allah arasın­da yapılan bu ahitleşmeyi önceki kitaplardan olan Tevrat ve İncil'deki referanşiarıyla ele alarak ayrıntılarıyla inceleyip bu ahitleşme­nin mana ve ehemmiyetini bütün sarahatiyle izah etmiştir.

"Bu âyette, Allah ile kulları arasındaki müna­sebetin mahiyetini belirleyen İslâm akidesi, bunu bir "mukavele" olarak İfade etmektedir. Bu keyfiyet, inancın sadece metafizik bir kavram olmayıp, aslında, canlarını ve malla­rım Allah'a satmak karşılığında, ölüm sonrası hayatta da Allah'ın kendisine Cennet vereceği vaadini kabul etmek suretiyle kul tarafından yapılan bir mukaveledir. Bu "mukavele"nin muhtevasını tam olarak anlayabilmek için, ilk önce bu mukavelenin mahiyetini kavramaya çalışalım.

Herşeyden önce, şu hususa dikkat etmeliyiz ki, kulun hayatını ve sahip olduğu herşeyi, gerçekten Allah'a satması diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü insanın hayatının ve sa­hip olduğu herşeyin gerçek Mâlik'i zaten Al­lah'tır. Bunlara sahip olma hakkı, insanın sa­hip olduğu ve kullandığı herşeyin yaratıcısı olan sadece Allah'ındır. Dolayısıyla dünyevî anlamda birşeyin satımı ya da alımı, katiyyet-le sözkonusu değildir, zira insanın satabilece­ği kendisinin hiçbir mülkü yoktur; herşey za­ten evvelemirde O'na ait olması hasebiyle Al­lah'ın da satın alacağı hiç birşey yoktur. Bu­nunla birlikte Allah'ın insana kullanma yetki­si verdiği bir irade ve seçme hürriyeti vardır ve sözkonusu mukavele de buna dairdir. El­bette kuldaki bu hürriyet, insanın kendi haya­tı ve mallarına mutlak sahiplik hakkı konu­sundaki gerçek konumunda herhangi bir de­ğişiklik getirmez. Onlar Allah'ındır. Onlara ise, sadece kendinden herhangi bir zorlama ve cebir olmadan, bunları istediği yönde iyi­ye ya da kötüye kulanma selahiyeti vermiştir.

Bu da insana, hayatı ve elinin altında bulunan herşeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu İti­raf etmesi ya da etmemesi hürriyetinin tanın­dığını ifade eder. 111. ayette geçen "mukave­le" (alışveriş) bu hürriyeti gönüllü olarak, Al­lah'ın iradesine bırakmak, ona havale etmekle ilgilidir. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Allah insanı ona verilen bu özgürlüğüne kar­şılık, hayatı ve sahip oldukları üzerinde Malik-ul-Mülk olarak Allah'ı tanıyor ve kendisi­ni de bunları sadece bir emanetçisi olarak mı görüyor, yoksa sanki bunların sahibi o imiş gibi mi davranıyor diye imtihan etmek ister.

Bu yönüyle Allah'ın indinde bu mukavelenin (alışveriş) şartlan şunlardır: "Eğer siz gönül­lü olarak (ve herhangi bir baskı altında kal­madan) hayatınızın, sahip olduklarınızın ve bu dünyadaki herşeyin aslında benim, bana ait ve kendinizi de sadece onların emanetçisi olduğunu kabul etmeye ve böyle görmeye ra­zı olursanız, ben de bunun karşılığında size sonsuz ahiret hayatında cennetler verece­ğim". Allah ile böyle bîr pazarlık yapan kim­se bir mümindir. Dolayısıyla iman, aslında bu alışverişin başka bir adıdır. Diğer yandan bu pazarlığı yapmayı reddeden veya yaptıktan sonra sanki böyle bir taahhüde girmemiş in­sanın tavrım takman kişi ise kâfirdir. Çünkü teknik olarak kyfr kelimesi, böyle bir pazarlı­ğı reddedişe verilen bir isimdir.

Bu mukaveleyi yapmanın sonuçları şunlardır:

1- Allah bu konuda insanı iki zor imtihana tâbi tutmuştur: Birincisi, insanın kendisi­ne verilen seçme hürriyetine rağmen, ha­kiki el-Mâlik'i sahip olarak tanıyor mu? Yoksa, bunu reddederek nankör, hain ve âsi mi oluyor? İkincisi ise, Allah'a tam olarak güveniyor mu, güvenmiyor mu? Cüz'i iradesini, O'nun iradesine teslim ediyor mu, etmiyor mu? İki âlemin kıya­sı, "eldeki bir kuş, çalılıktaki iki kuştan değerlidir" halk deyişine teşbih edilirse de, öteki âlemde sonsuz bir saadet ve cennetler müjdesine karşılık, hâliha­zırdaki bu dünyada arzularını, emellerini ve tutkularını feda edebiliyor mu, edemi­yor mu, bunun imtihanıdır.

2- Bu mesele, İslâm hukuku ile Yüce Al­lah'ın ahirette, bir kimseyi ona göre yar­gılayacağı daha yüce ve manevî inanç te­lakkisi arasında net bir sınır çizgisi çizil­mesine yardım eder.

İmanın esaslarını yalnız dili ile ikrar et­mesi bir kimsenin müslüman olmasına şer'an yeter sebeptir. Bundan sonra, bu kişinin ikrarının sahte olduğunu gösteren kesin ve açık bir delil olmadıkça bu şah­sın kâfir olduğu ve İslâm toplumu dışına atılması gerektiği hususunda karar ver­meye hiç bir üst merci yetkili değildir, Fakat Allah katında durum böyle değil­dir: Allah ancak öyle kimsenin imanını doğru olarak kabul eder ki, bu kimse Al­lah ile bu pazarlığı yaparak fikir ve hare­ket hürriyetini O'na hibe eder ve en tabii mülkiyet hakkı iddiasını bütünüyle O'nun keremine terk eder. Yani bir insan iman esaslarını ikrar edebilir ve tayin edilen farzları yerine getirebilir, fakat eğer ken­disini hâlâ kendinin, bedeninin, ruhunun, kalbinin, beyninin ve diğer yetenekleri­nin, mülkiyetinin, servetinin ve diğer sa­hip olduğu şeylerin biricik efendisi ve mâliki olarak görür ve bunları dilediği şekilde kullanma hakkını da kendine tah­sis ederse, bu kimse, bu dünya gözüyle bir mümin olarak görüldüyse de Allah katında bir kâafir olarak anılacaktır. Çün­kü böyle bir insan Allah ile Kur'ân'a göre imanın özü olan bu alışverişi yapmamış­tır. Bu demektir ki, canını ve malını Al­lah'ın istediği yolda harcamayan veya O'nun razı olmadığı şekilde harcayan kimse dil İle ikrar suretiyle iman sahibi olduğunu iddia etse dahi gerçekte bunları (kendisine verilen şeyleri) ya Allah'a sat­madığını ya da böyle bir pazarlık yaptık­tan sonra kendisini hâlâ bu nimetlerin efendisi ve sahibi olarak gördüğünü gös­termektedir.

3- Yukarıda   anlatıldığı   şekliyle   gerçek İslârnî anlayış, müslümanın hayata karşı tutumu ile kâfirinkini birbirinden ayıran net bir çizgi çekmektedir. Müslüman, sa­mimiyetle Allah'a inanan, kendisini Al­lah'ın iradesine teslim eden ve tutumunda tamamıyla bağımsız olduğunu (yaptığı pazarlığın şartlarını bir anlık unuttuğu durumlar hariç) gösterecek herhangi bir şey yapmayan kişidir. Aynı Şekilde, hiç­bir müslüman toplumu da siyasî, kültü­rel, ekonomik, sosyal ve devletler arası herhangi bir meselede Allah'ın kanunla­rından bağımsız bir tavır takınır ve hâlâ müslüman kalamazlar. Şayet, ast olduğu­nu, üste bağlı olduğunu ve gönüllü olarak özgürlüğünü teslim ettiğini bir süre için unutacak olsa, hatasını fark eder etmez derhal kendi basma buyruk tavrını terk edecek ve yeniden teslimiyet tavrım takı­nacaktır. Bunun tersine, eğer bir kimse Allah'a karşı müstağni bir tavır takınırsa ve kendi istekleri, hevesleri, tutkularına göre hayat işlerinde bir takım kararlar alırsa, o kimsenin müslüman mı gayri­müslim mi olduğuna bakılmaksızın küfür tutum ve davranışını benimsediğine hük­medilir.

4-  Ayrıca iyi anlaşılmalıdır ki, insanın ken­disini teslim etmesi istenilen Allah'ın ira­desi, bizzat Allah'ın kendisinin belirttiği ve bildirdiği iradesidir; yoksa insanın kendisinin uydurduğu Tanrı iradesi değil. Bu durumda o kişi Allah'ın iradesine de­ğil, bilakis kendi iradesine uymaktadır ki, bu da tamamıyla mukavelenin şartlarına aykırıdır. Sadece, O'nun Kitabı'nın ve peygamberlerinin öğretilerine uygun tu­tum ve tavır benimseyen kimse ya da topluluk, mukavelenin şartlarını yerine getirmiş sayılacaktır.

Yukarıdaki mukavelenin açıklamalarından, Allah'ın şartlarının yerine getirilmesini, niçin bu dünya hayatının son bulmasından sonraki öteki âleme bıraktığı hususu da açıklık kazanmaktadır. Açıktır ki, cennet sadece satıcı­nın canını ve malını Allah'a satması işinin karşılığı değil, "aksine bu şeylerin ve tasar­ruflarının, Allah'ın bir vekili" olarak O'nun iradesine teslim etmesi"nin karşılığı olacak­tır. Şu halde, bu mukavele, ancak satıcının hayatı son bulduktan ve pazarlığı yaptıktan son nefesine kadar, anlaşmanın şartlarını ye­rine getirdiği de ispatlandıktan sonra ikmâl edilmiş olacaktır. İşte sadece bu andan itiba­ren, mukave'enin şartlarına mutabık olarak o, mükâfatlandınlmaya layık görülecektir.

Ayrıca bu hususun içinde yer aldığı siyak ve sibakı da anlamamız çok iyi olacaktır. Bir ön­ceki bölümde, iman konusundaki imtihanı kaybeden ve iş-güçlerine rağmen, cahillikleri yüzünden veya samimiyetsiz oluşlarından ve­yahut da tamamıyla nifaklarından dolayı, Al­lah ve dini için, zamanlarından, ticaretlerin­den, hayatlarından ve arzularından hiçbir fedakârlıkta bulunmayan insanların zikri geç­miştir. Bu yüzden, değişik kişi ve kesimlerin tutum ve tavırları tenkit edildikten sonra, ka­bul ettikleri imanın nelere delâlet ettiği açık bir ifade ile anılmakta: "Bu, Allah'ın var ol-duğu,tek olduğu hususunu sadece dil ile ikrar etmek değil, fakat O'nun sizin nefsinizin ve sahip olduklarınızın Mâliki ve Efendisi oldu­ğu gerçeğini kabul etmenizdir. O halde, eğer bunları Allah'ın emrine uygun olarak sarfet-meye hazır ya da istekli değilseniz ve üstelik bunları ve diğer bütün enerji ve kaynaklarını­zı Allah'ın iradesinin hilafına harcıyorsanız, iman ikrarında samimi olmadığınızın açık bir delilidir. Gerçekten samimi olarak inananlara gelince, onlar gerçekten kendilerini ve servet­lerini Allah'a satanlar, O'nu sahipleri ve efen­dileri olarak görenler ve hiçbir ayırıma -ka­yırma olmadan bütün enerjilerim ve malları­nı, o nereye harcanmasını emrediyorsa, ora­ya, nereye harcanmasını yasaklıyorsa oraya sarf etmeyenlerdir."

Bazı münekkitler âyette geçen "... bu vaad, Tevrat'ta ve İncil'de muhtevidir..." ifadesinin adı geçen bu kitaplarca doğrulanmadığını söylerler. İncil'le ilgili itirazları, bugünkü mevcut İncillere göre bile açıkça ters düş­mektedir. Hz. İsa'nın, bu niyeti tasdikleyen sözleri vardır. Mesalâ:

"Ne mutlu salâh uğrunda ezâ çekmiş olanla­ra; çünkü göklerin melekûtu onlarındır." (Matta, 5: 10).

"Canını bulan onu kaybedecektir; benim uğ­ruma canım kaybeden onu bulacaktır" (Mat­ta, 10: 39).

"Ve, benim ismim uğruna evler, ya kardeşler, ya kızkardeşler, ya baba, ya ana, ya çocuklar, veyahut tarlalar bırakan her adam yüz katını alacak ve ebedî hayatı miras alacaktır." (Matta, 19:29).

Buna rağmen, eldeki mevcut Tevrat'ın bütün­lüğü içerisinde bu mukavele meselesini tas­dik edici bir durum görülmediği doğrudur. Fakat, meselâ, pazarlığın ilk kısmı, şöyle ya da böyle bazı yerlerde zikredilmektedir:

"...Sana sahip olan baban o değil mi? Seni yarattı, ve seni pekiştirdi." (Tesniye, 32: 6).

"Dinle, ey İsrail, Tanrımız olan Rab, bir olan Rabdir, ve Tanrın olan Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seve­ceksin." (Tesniye, 6: 4-5).

Fakat "pazarlığın" diğer bölümüne gelince, yani "cennetler vaadini" Filistin topraklarına hamletmişlerdir.

"Ve ey İsrail, dinliyeceksin, ve yapmağa dik­kat edeceksin; ta ki, sana İyilik olsun, ve ata­larının Tanrısı Rabbin sana vadettiği gibi, süt ve bal akan diyarda ziyadesiyle çoğalasımz." (Tesniye, 6: 3).

Çünkü bu, ahiret ve hesap gününe iman Hak yolun ayrılmaz bir parçası olmasına rağmen Tevrat'ın, Ölümden sonraki hayat, hesap gü­nü, mükâfat ve cezalar konusunda herhangi bir esas zikretmemesinden dolayıdır. Fakat yine de, orijinalinde Tevrat'ın böyle bir inan­cı ihtiva etmediği anlamına gelmez. Hakikat şu ki, dejenerasyon dönemlerinde yahudiler,o kadar maddeci olmuşlardı ki, bu dünyadaki refah ve servetten başka Allah'tan herhangi bir mükâfatın gelebileceğini düşünemez hale gelmişlerdi. İşte bu yüzden, ibadeti ve itaati­ne karşılık olarak Allah'ın insanoğluna ver­meyi taahhüd ettiği sözlerin hepsini aslından saptırmışlar ve bunları Filistin topraklarına hamletmişlerdir.

Bu çerçevede ayrıca unutulmamalıdır ki, ori­jinal Tevrat nüshasının birçok şekilde deği­şikliklere uğramış olması, yukarıda bahsedi­len tahriflerin mümkün olduğunu göstermek­tedir. Ondan bazı bölümler çıkartılmış ve as­lında olmayan bazı bölümler de ona ilave edilmiştir. Böylece, şimdiki bu haliyle Tev­rat, safi olarak Allah'ın kelâmı olmayıp, bazı yahudi âlimlerinin karıştırdıkları birçok yo­rumları vs.'de İhtiva etmektedir. O kadar ki, bazı yerlerde yahudilerin rivayetlerini, ırkçı önyargılarını, hurafelerini, arzu ve isteklerini, hükümler ile İlgili yorumlarını yorumlamala­rını, vs. Allah'ın sözüne karıştırdıkları ne var­sa bunları Allah'ın sözünden ayırdedebilmeyi tamamıyle imkânsız hâle getirmişlerdir.

Enfal sûresinde maneviyat telkini şu biçimde yapılmaktadır: "Rabbin meleklere, 'Ben si-zinleyim, inananları destekleyin' diye vah-yetti. 'Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın' dedi. Bu onların Al­lah'a ve Peygamberine karşı koymalarındandır. Kim Allah'a ve peygamberine karşı ko­yarsa, bilsin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir." (8: 12-13).

Tevbe sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "An-dolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çok­luğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiç­bir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, niha­yet bozularak arkanızı dönmüş (kaçmağa başlamışsınız. Sonra Allah, Rasûlünün ve mü'minlerin özerine sekînetini (güven veren rahmetini) indirdi, sizin görmediğiniz asker­ler indirdi ve kâfirleri azaba çarptırdı (bozguna uğrattı). İşte kâfirlerin cezası budur!." (9: 25-26).

Aynı durumdan Âl-i İmrân sûresinde şöyle bahsedilmektedir: "İman edenlere: 'Rabbini-zin size gönderilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmeyecek mi?' diyordun. Evet, eğer sabrederseniz,.sakınırsanız (takva) ve onlar da hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdad edecektir. Allah bunu, ancak size müjde olsun ve böyle­ce kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır... yar­dım ancak güçlü ve hakim olan Allah kalın­dandır," (3: 124-126).

Kur'ân müminlere Hendek savaşında da ben­zeri yardımların ulaştığını şöyle hatırlatmak­tadır: "Ey iman edenler! Allah'ın size olan ni­metini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgâr ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı gö­rüyordu. Onlar size yukarınızdan ve aşağınız­dan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürek­ler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tah­minlerde bulunuyordunuz. İşte orada inanan­lar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğra­tılmışlardı." (33: 9-11).

Bütün bu âyetler Allah'ın müslümanlann ma­neviyatını güçlendirip kâfirlere karşı güven içinde yenilmez bir güç olmalarını sağlamayı murad ettiği âyetlerdir.