Konu Başlığı: Psikolojik Faktör Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 31 Temmuz 2012, 12:51:29 3- Psikolojik Faktör İnsanın davranışları üzerinde fizikî değil de psikolojik ve manevîi özelliklerinin etkin olduğu bir hakikattir. Yani insan, şartlarından ziyade zihnî-psikolojik ve manevî faktörlerden etkilenir. Bu nedenle, bir insanın davranış, hareket ve eylemlerini etkilemenin en pratik yolu, bütün insan sisteminin güç ve enerji merkezi olan zihnî ve ruhî melekelerini etkilemeye çalışmaktır. Hz. Muhammed müminler arasında güven tesis etme ve onları tarihte benzeri olmayan başarılı sonuçlara ulaştırma konusunda psikolojik faktörlerden en etkili bir biçimde faydalanmıştır. (Ayrıntılar için bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I, bölüm: 4). a- Güven tesis etmek: Ümmet arasında güven tesis etmek için Hz. Muhammed psikolojik faktörleri en etkili ve yaratıcı şekilde kullanmıştır. Her şeyden önce, müminlere Allah'ın kendileriyle olduğu ve hiç bir şeyden korkmamaları duygusunu aşılamıştır. Kendilerini çevreleyen dünyayla sürekli savaş ve mücadele halinde olduklarından müminlerde güven tesis edilmesi şarttı. Hatta Allah'ın Elçileri bile insan olmaları dolayısıyla vazifelerini hakkıyla yerine getirebilmek için Allah'ın manevi desteğine ihtiyaç duymaktaydılar. Hz. Musa ve kardeşi Harun Allah tarafından Firavun'a gidip Allah'a isyan etmemesi yönünde güzel öğüt vermekle emredildiklerinde, Hz. Musa korku duyduğunu ifade edince Allah onu şu sözlerle destekledi: "(Allah:) 'Korkmayın, dedi, ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm..." (20: 46). Hz. Muhammed, Ebu Bekir Sıddık'la beraber Hira mağarasında iken Kureyş'ten bazı adamlar mağaraya çok yaklaştıklarında, Ebu Bekr görülebileceklerinden korktu. Ancak Hz. Peygamber onu şu sözlerle sakinleştirdi: "...Üzülme, Allah bizimledir..." (9: 40) Kur'ân, mü'minlere tüm kalpleriyle ve korkusuzca Allah yolunda savaşmaları için Allah'ın desteğini vadetmiştir. "Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip bana İnansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar." (2: 186). "Rabbiniz: 'Bana dua edin, duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir' buyurmuştur." (40: 60). "...Biz ona şahdamarından daha yakınız." (50: 16). Bu âyetler insanları Rablerine yönelmeye ve diledikleri zaman O'na başvurmaya davet etmektedirler ve O'nun bu çağrıları dinleyip cevap vereceğini belirtmektedirler. Allah iman edenlere, onlara çok yakın olduğunu ve her çağrılarını duyduğunu, onları her vakit gördüğünü, onların Allah Yolunda yaptıkları çalışmaları takip ettiğini ve eziyet ve Hz. Peygamber'in Şahsiyet İnşa Usûlleri 503 cefa çekiyorken bile endişe etmelerine gerek olmadığını, çünkü Allah'ın, kendi başlarına gelen her şeyi bildiğini izah etmektedir. "...Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür." (57: 4). "...Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur; beş kişinin bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur; bunlardan az veya çok, ne olursa olsunlar, nerede bulunursa bulunsunlar, mutlaka onlarla beraberdir..." (58: 7). Allah'ın dostluğu (ve yardımı) Allah'tan korkan ve iyilik yapanlaradır. "Allah şüphesiz sakınanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdir." (16: 128). Müttakiler için Allah'ın verdiği bu yardım ve destek sözü en büyük tesellidir. Bu yardım ve destek Allah'ın onlarla birlikte olduğu şeklindeki sözle ifadesini bulmaktadır. Ancak Allah'ın dostluğu yalnızca iki şart gerçekleştiğinde vadedilmiştir. Birincisi, müminler takvalı olmalıdırlar, yani öfke, hırs ve sabırsızlık gibi insanî zaaflara boyun eğmeyip sabırla direnmelidirler. Allah şuuru geliştirecek, davranışlarını düzenleyecek bir güç kazanacakları gibi, yapacakları şeyler konusunda da rehberlik elde ederler. Bu yolla her türlü kötülük, günah ve fuhşa karşı bağışıklık kazandıkları gibi; kışkırtıcı arzulara karşı da duyarsız hâle gelirler. İkinci şart, hayırlı, faziletli ve dürüst işler yapıp daima dürüst bir tavır belirlemeleri ve kötülüğe iyilikle karşılık vermeleridir. Nerede olurlarsa olsunlar çevrelerine takva ve hayır yaymalıdırlar. Bîr kez mü'minler davranışları ile bütün kötülüklerden kaçınıp iyiliğe ulaşmaya çalıştıklarını gösterirlerse, artık Allah'ın en yüksek mükâfatı kendilerinin olacaktır.-Rablerinin daimi dostluğu. Bu öğreti ile müminlerin güven duygusu Allah rızası için şahısları ve malları ile İlgili her türlü fedakârlığı yapabilecekleri bir dereceye yükselir. b- Manevî gücün inşa edilmesi: Kuran, zaferin tarafların sayı çokluğuna değil, Allah'ın nusretine (yardımına) bağlı olduğunu ifade ederek müminlere bir başka şekilde güven duygusu aşılamaktadır: "...Nice az topluluk, Allah'ın izniyle, çok topluluğa üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir..." (2: 249). Bu husus, Kur'ân'da bir başka tarzda şöyle açıklanmıştır: "Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et.Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa, (onlar) iki yüz (kâfir)i yenerler. Sizden yüz kişi olsa (onlar), kâfirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü o kâfirler, anlamaz bir topluluktur." (8: 65). (Ayrıntılar için, bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I, 4. bölüm: "Manevi Faktörler" alt başlığı). Mü'minlerin maneviyatı Allah'ın mükâfatına hak kazandıkları söylenerek ve Şeytanın hile ve desiselerinin zayıf olduğu, onları Allah yolundaki mücadelelerinde durduramıyacağı anlatılarak daha da güçlendirilmektedir: "Dünya hayatım âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolnda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona yakında büyük bir ecir vereceğiz." (4: 74). Yine aynı sûrede şu âyeti görmekteyiz: "Mü'minler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır." (4: 76). Bakara sûresinde inananların maneviyatı şöyle yükseltilmektedir: "Allah yolunda öldürülenlere 'Ölüler' demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (2: 154). Tevbe sûresinde şu âyeti okumaktayız: "Allah, müzminlerden mallarını ve canlarım cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın üzerinde bir borçtur. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur'ân'da (Allah, yolunda çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir) Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük basandır." (9:111) Ebû'l A'lâ Mevdudî, insanlar ve Allah arasında yapılan bu ahitleşmeyi önceki kitaplardan olan Tevrat ve İncil'deki referanşiarıyla ele alarak ayrıntılarıyla inceleyip bu ahitleşmenin mana ve ehemmiyetini bütün sarahatiyle izah etmiştir. "Bu âyette, Allah ile kulları arasındaki münasebetin mahiyetini belirleyen İslâm akidesi, bunu bir "mukavele" olarak İfade etmektedir. Bu keyfiyet, inancın sadece metafizik bir kavram olmayıp, aslında, canlarını ve mallarım Allah'a satmak karşılığında, ölüm sonrası hayatta da Allah'ın kendisine Cennet vereceği vaadini kabul etmek suretiyle kul tarafından yapılan bir mukaveledir. Bu "mukavele"nin muhtevasını tam olarak anlayabilmek için, ilk önce bu mukavelenin mahiyetini kavramaya çalışalım. Herşeyden önce, şu hususa dikkat etmeliyiz ki, kulun hayatını ve sahip olduğu herşeyi, gerçekten Allah'a satması diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü insanın hayatının ve sahip olduğu herşeyin gerçek Mâlik'i zaten Allah'tır. Bunlara sahip olma hakkı, insanın sahip olduğu ve kullandığı herşeyin yaratıcısı olan sadece Allah'ındır. Dolayısıyla dünyevî anlamda birşeyin satımı ya da alımı, katiyyet-le sözkonusu değildir, zira insanın satabileceği kendisinin hiçbir mülkü yoktur; herşey zaten evvelemirde O'na ait olması hasebiyle Allah'ın da satın alacağı hiç birşey yoktur. Bununla birlikte Allah'ın insana kullanma yetkisi verdiği bir irade ve seçme hürriyeti vardır ve sözkonusu mukavele de buna dairdir. Elbette kuldaki bu hürriyet, insanın kendi hayatı ve mallarına mutlak sahiplik hakkı konusundaki gerçek konumunda herhangi bir değişiklik getirmez. Onlar Allah'ındır. Onlara ise, sadece kendinden herhangi bir zorlama ve cebir olmadan, bunları istediği yönde iyiye ya da kötüye kulanma selahiyeti vermiştir. Bu da insana, hayatı ve elinin altında bulunan herşeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu İtiraf etmesi ya da etmemesi hürriyetinin tanındığını ifade eder. 111. ayette geçen "mukavele" (alışveriş) bu hürriyeti gönüllü olarak, Allah'ın iradesine bırakmak, ona havale etmekle ilgilidir. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Allah insanı ona verilen bu özgürlüğüne karşılık, hayatı ve sahip oldukları üzerinde Malik-ul-Mülk olarak Allah'ı tanıyor ve kendisini de bunları sadece bir emanetçisi olarak mı görüyor, yoksa sanki bunların sahibi o imiş gibi mi davranıyor diye imtihan etmek ister. Bu yönüyle Allah'ın indinde bu mukavelenin (alışveriş) şartlan şunlardır: "Eğer siz gönüllü olarak (ve herhangi bir baskı altında kalmadan) hayatınızın, sahip olduklarınızın ve bu dünyadaki herşeyin aslında benim, bana ait ve kendinizi de sadece onların emanetçisi olduğunu kabul etmeye ve böyle görmeye razı olursanız, ben de bunun karşılığında size sonsuz ahiret hayatında cennetler vereceğim". Allah ile böyle bîr pazarlık yapan kimse bir mümindir. Dolayısıyla iman, aslında bu alışverişin başka bir adıdır. Diğer yandan bu pazarlığı yapmayı reddeden veya yaptıktan sonra sanki böyle bir taahhüde girmemiş insanın tavrım takman kişi ise kâfirdir. Çünkü teknik olarak kyfr kelimesi, böyle bir pazarlığı reddedişe verilen bir isimdir. Bu mukaveleyi yapmanın sonuçları şunlardır: 1- Allah bu konuda insanı iki zor imtihana tâbi tutmuştur: Birincisi, insanın kendisine verilen seçme hürriyetine rağmen, hakiki el-Mâlik'i sahip olarak tanıyor mu? Yoksa, bunu reddederek nankör, hain ve âsi mi oluyor? İkincisi ise, Allah'a tam olarak güveniyor mu, güvenmiyor mu? Cüz'i iradesini, O'nun iradesine teslim ediyor mu, etmiyor mu? İki âlemin kıyası, "eldeki bir kuş, çalılıktaki iki kuştan değerlidir" halk deyişine teşbih edilirse de, öteki âlemde sonsuz bir saadet ve cennetler müjdesine karşılık, hâlihazırdaki bu dünyada arzularını, emellerini ve tutkularını feda edebiliyor mu, edemiyor mu, bunun imtihanıdır. 2- Bu mesele, İslâm hukuku ile Yüce Allah'ın ahirette, bir kimseyi ona göre yargılayacağı daha yüce ve manevî inanç telakkisi arasında net bir sınır çizgisi çizilmesine yardım eder. İmanın esaslarını yalnız dili ile ikrar etmesi bir kimsenin müslüman olmasına şer'an yeter sebeptir. Bundan sonra, bu kişinin ikrarının sahte olduğunu gösteren kesin ve açık bir delil olmadıkça bu şahsın kâfir olduğu ve İslâm toplumu dışına atılması gerektiği hususunda karar vermeye hiç bir üst merci yetkili değildir, Fakat Allah katında durum böyle değildir: Allah ancak öyle kimsenin imanını doğru olarak kabul eder ki, bu kimse Allah ile bu pazarlığı yaparak fikir ve hareket hürriyetini O'na hibe eder ve en tabii mülkiyet hakkı iddiasını bütünüyle O'nun keremine terk eder. Yani bir insan iman esaslarını ikrar edebilir ve tayin edilen farzları yerine getirebilir, fakat eğer kendisini hâlâ kendinin, bedeninin, ruhunun, kalbinin, beyninin ve diğer yeteneklerinin, mülkiyetinin, servetinin ve diğer sahip olduğu şeylerin biricik efendisi ve mâliki olarak görür ve bunları dilediği şekilde kullanma hakkını da kendine tahsis ederse, bu kimse, bu dünya gözüyle bir mümin olarak görüldüyse de Allah katında bir kâafir olarak anılacaktır. Çünkü böyle bir insan Allah ile Kur'ân'a göre imanın özü olan bu alışverişi yapmamıştır. Bu demektir ki, canını ve malını Allah'ın istediği yolda harcamayan veya O'nun razı olmadığı şekilde harcayan kimse dil İle ikrar suretiyle iman sahibi olduğunu iddia etse dahi gerçekte bunları (kendisine verilen şeyleri) ya Allah'a satmadığını ya da böyle bir pazarlık yaptıktan sonra kendisini hâlâ bu nimetlerin efendisi ve sahibi olarak gördüğünü göstermektedir. 3- Yukarıda anlatıldığı şekliyle gerçek İslârnî anlayış, müslümanın hayata karşı tutumu ile kâfirinkini birbirinden ayıran net bir çizgi çekmektedir. Müslüman, samimiyetle Allah'a inanan, kendisini Allah'ın iradesine teslim eden ve tutumunda tamamıyla bağımsız olduğunu (yaptığı pazarlığın şartlarını bir anlık unuttuğu durumlar hariç) gösterecek herhangi bir şey yapmayan kişidir. Aynı Şekilde, hiçbir müslüman toplumu da siyasî, kültürel, ekonomik, sosyal ve devletler arası herhangi bir meselede Allah'ın kanunlarından bağımsız bir tavır takınır ve hâlâ müslüman kalamazlar. Şayet, ast olduğunu, üste bağlı olduğunu ve gönüllü olarak özgürlüğünü teslim ettiğini bir süre için unutacak olsa, hatasını fark eder etmez derhal kendi basma buyruk tavrını terk edecek ve yeniden teslimiyet tavrım takınacaktır. Bunun tersine, eğer bir kimse Allah'a karşı müstağni bir tavır takınırsa ve kendi istekleri, hevesleri, tutkularına göre hayat işlerinde bir takım kararlar alırsa, o kimsenin müslüman mı gayrimüslim mi olduğuna bakılmaksızın küfür tutum ve davranışını benimsediğine hükmedilir. 4- Ayrıca iyi anlaşılmalıdır ki, insanın kendisini teslim etmesi istenilen Allah'ın iradesi, bizzat Allah'ın kendisinin belirttiği ve bildirdiği iradesidir; yoksa insanın kendisinin uydurduğu Tanrı iradesi değil. Bu durumda o kişi Allah'ın iradesine değil, bilakis kendi iradesine uymaktadır ki, bu da tamamıyla mukavelenin şartlarına aykırıdır. Sadece, O'nun Kitabı'nın ve peygamberlerinin öğretilerine uygun tutum ve tavır benimseyen kimse ya da topluluk, mukavelenin şartlarını yerine getirmiş sayılacaktır. Yukarıdaki mukavelenin açıklamalarından, Allah'ın şartlarının yerine getirilmesini, niçin bu dünya hayatının son bulmasından sonraki öteki âleme bıraktığı hususu da açıklık kazanmaktadır. Açıktır ki, cennet sadece satıcının canını ve malını Allah'a satması işinin karşılığı değil, "aksine bu şeylerin ve tasarruflarının, Allah'ın bir vekili" olarak O'nun iradesine teslim etmesi"nin karşılığı olacaktır. Şu halde, bu mukavele, ancak satıcının hayatı son bulduktan ve pazarlığı yaptıktan son nefesine kadar, anlaşmanın şartlarını yerine getirdiği de ispatlandıktan sonra ikmâl edilmiş olacaktır. İşte sadece bu andan itibaren, mukave'enin şartlarına mutabık olarak o, mükâfatlandınlmaya layık görülecektir. Ayrıca bu hususun içinde yer aldığı siyak ve sibakı da anlamamız çok iyi olacaktır. Bir önceki bölümde, iman konusundaki imtihanı kaybeden ve iş-güçlerine rağmen, cahillikleri yüzünden veya samimiyetsiz oluşlarından veyahut da tamamıyla nifaklarından dolayı, Allah ve dini için, zamanlarından, ticaretlerinden, hayatlarından ve arzularından hiçbir fedakârlıkta bulunmayan insanların zikri geçmiştir. Bu yüzden, değişik kişi ve kesimlerin tutum ve tavırları tenkit edildikten sonra, kabul ettikleri imanın nelere delâlet ettiği açık bir ifade ile anılmakta: "Bu, Allah'ın var ol-duğu,tek olduğu hususunu sadece dil ile ikrar etmek değil, fakat O'nun sizin nefsinizin ve sahip olduklarınızın Mâliki ve Efendisi olduğu gerçeğini kabul etmenizdir. O halde, eğer bunları Allah'ın emrine uygun olarak sarfet-meye hazır ya da istekli değilseniz ve üstelik bunları ve diğer bütün enerji ve kaynaklarınızı Allah'ın iradesinin hilafına harcıyorsanız, iman ikrarında samimi olmadığınızın açık bir delilidir. Gerçekten samimi olarak inananlara gelince, onlar gerçekten kendilerini ve servetlerini Allah'a satanlar, O'nu sahipleri ve efendileri olarak görenler ve hiçbir ayırıma -kayırma olmadan bütün enerjilerim ve mallarını, o nereye harcanmasını emrediyorsa, oraya, nereye harcanmasını yasaklıyorsa oraya sarf etmeyenlerdir." Bazı münekkitler âyette geçen "... bu vaad, Tevrat'ta ve İncil'de muhtevidir..." ifadesinin adı geçen bu kitaplarca doğrulanmadığını söylerler. İncil'le ilgili itirazları, bugünkü mevcut İncillere göre bile açıkça ters düşmektedir. Hz. İsa'nın, bu niyeti tasdikleyen sözleri vardır. Mesalâ: "Ne mutlu salâh uğrunda ezâ çekmiş olanlara; çünkü göklerin melekûtu onlarındır." (Matta, 5: 10). "Canını bulan onu kaybedecektir; benim uğruma canım kaybeden onu bulacaktır" (Matta, 10: 39). "Ve, benim ismim uğruna evler, ya kardeşler, ya kızkardeşler, ya baba, ya ana, ya çocuklar, veyahut tarlalar bırakan her adam yüz katını alacak ve ebedî hayatı miras alacaktır." (Matta, 19:29). Buna rağmen, eldeki mevcut Tevrat'ın bütünlüğü içerisinde bu mukavele meselesini tasdik edici bir durum görülmediği doğrudur. Fakat, meselâ, pazarlığın ilk kısmı, şöyle ya da böyle bazı yerlerde zikredilmektedir: "...Sana sahip olan baban o değil mi? Seni yarattı, ve seni pekiştirdi." (Tesniye, 32: 6). "Dinle, ey İsrail, Tanrımız olan Rab, bir olan Rabdir, ve Tanrın olan Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin." (Tesniye, 6: 4-5). Fakat "pazarlığın" diğer bölümüne gelince, yani "cennetler vaadini" Filistin topraklarına hamletmişlerdir. "Ve ey İsrail, dinliyeceksin, ve yapmağa dikkat edeceksin; ta ki, sana İyilik olsun, ve atalarının Tanrısı Rabbin sana vadettiği gibi, süt ve bal akan diyarda ziyadesiyle çoğalasımz." (Tesniye, 6: 3). Çünkü bu, ahiret ve hesap gününe iman Hak yolun ayrılmaz bir parçası olmasına rağmen Tevrat'ın, Ölümden sonraki hayat, hesap günü, mükâfat ve cezalar konusunda herhangi bir esas zikretmemesinden dolayıdır. Fakat yine de, orijinalinde Tevrat'ın böyle bir inancı ihtiva etmediği anlamına gelmez. Hakikat şu ki, dejenerasyon dönemlerinde yahudiler,o kadar maddeci olmuşlardı ki, bu dünyadaki refah ve servetten başka Allah'tan herhangi bir mükâfatın gelebileceğini düşünemez hale gelmişlerdi. İşte bu yüzden, ibadeti ve itaatine karşılık olarak Allah'ın insanoğluna vermeyi taahhüd ettiği sözlerin hepsini aslından saptırmışlar ve bunları Filistin topraklarına hamletmişlerdir. Bu çerçevede ayrıca unutulmamalıdır ki, orijinal Tevrat nüshasının birçok şekilde değişikliklere uğramış olması, yukarıda bahsedilen tahriflerin mümkün olduğunu göstermektedir. Ondan bazı bölümler çıkartılmış ve aslında olmayan bazı bölümler de ona ilave edilmiştir. Böylece, şimdiki bu haliyle Tevrat, safi olarak Allah'ın kelâmı olmayıp, bazı yahudi âlimlerinin karıştırdıkları birçok yorumları vs.'de İhtiva etmektedir. O kadar ki, bazı yerlerde yahudilerin rivayetlerini, ırkçı önyargılarını, hurafelerini, arzu ve isteklerini, hükümler ile İlgili yorumlarını yorumlamalarını, vs. Allah'ın sözüne karıştırdıkları ne varsa bunları Allah'ın sözünden ayırdedebilmeyi tamamıyle imkânsız hâle getirmişlerdir. Enfal sûresinde maneviyat telkini şu biçimde yapılmaktadır: "Rabbin meleklere, 'Ben si-zinleyim, inananları destekleyin' diye vah-yetti. 'Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın' dedi. Bu onların Allah'a ve Peygamberine karşı koymalarındandır. Kim Allah'a ve peygamberine karşı koyarsa, bilsin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir." (8: 12-13). Tevbe sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "An-dolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozularak arkanızı dönmüş (kaçmağa başlamışsınız. Sonra Allah, Rasûlünün ve mü'minlerin özerine sekînetini (güven veren rahmetini) indirdi, sizin görmediğiniz askerler indirdi ve kâfirleri azaba çarptırdı (bozguna uğrattı). İşte kâfirlerin cezası budur!." (9: 25-26). Aynı durumdan Âl-i İmrân sûresinde şöyle bahsedilmektedir: "İman edenlere: 'Rabbini-zin size gönderilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmeyecek mi?' diyordun. Evet, eğer sabrederseniz,.sakınırsanız (takva) ve onlar da hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdad edecektir. Allah bunu, ancak size müjde olsun ve böylece kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır... yardım ancak güçlü ve hakim olan Allah kalındandır," (3: 124-126). Kur'ân müminlere Hendek savaşında da benzeri yardımların ulaştığını şöyle hatırlatmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgâr ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görüyordu. Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz. İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı." (33: 9-11). Bütün bu âyetler Allah'ın müslümanlann maneviyatını güçlendirip kâfirlere karşı güven içinde yenilmez bir güç olmalarını sağlamayı murad ettiği âyetlerdir. |