๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ağustos 2012, 16:09:39



Konu Başlığı: Pratik Seviyede
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ağustos 2012, 16:09:39
Pratik Seviyede

Bu hükümlere dayalı olarak Peygamber Hz. Muhammed insanlık tarihindeki ilk dinler arası sosyal düzeni kurmuştur. 622 yılının Temmuz'unda şehrin bütün yerlilerini de be­raberinde götürerek Medine'ye varmış ve şeh­rin havalisini de içine alacak şekilde İslâm Devleti'ni ve anayasasını teşekkül ettirmişti. Bu olay, İslâm'ın diğer dinlerle ve gayri müs-limlerin Müslümanlarla bütün zaman ve mekanlardaki ilişkileri açısından çok önemli­dir. Hz. Peygamber'in 10/632'de vefatın­dan dört yıl sonra ikinci halife Ömer b. Hattab, bu birliğin kuruluşunun İslâm takviminin başlangıcı olarak kabul edilmesini istedi. Çünkü bu olay İslâm tarihinin gerçek başlangıcıydı ("Medine Sözleşmesi" metninin Türk­çe çevirisi için bkz. Dr. Abidin Sönmez, Rasûlullah'in Diplomatik Münasebetleri, İnkılâb Yayınları, İst. 1984).

Bu birlik, Hz. Peygamber ile Müslümanlar ve Yahudiler arasında bir anlaşma sağlıyordu. Bu anlaşma, Arapların kendilerini tarifte kul­landıkları ve toplumun yönetim şekli olan ka­bile sistemini ortadan kaldırdı. Buna göre, Araplar İslâm tarafından isimlendirilmeli, ferdî ve toplumsal hayatları İslâm hukuku olan şeriat tarafından yönetilmeliydi. Eski ka­bile bağlılıkları, kabile münasebetleri yoluyla, her müslümam bütün diğer müslümanlara bağlayan yeni bir sosyal bağın ortaya çıkma­sına, ümmet'in oluşmasına yol açtı. Ümmet, parçalan bir arada duran ve bir diğerini koru­yan organik bir gövdedir. Şahsî, karşılıklı ve kollektif sorumlulukların hepsi kanun tarafın­dan belirlenmiştir. Peygamber, onun başın­daki siyasî ve meşru otorite olmalıdır; yaşadı­ğı sürece de böyle olmuştur. Vefatından sonra sahabîleri bu siyasî otoriteyi ele almışlar, fa­kat meşru otorite kuralının yorumu, yenilen­mesi ve genişletilmesi için bir metodoloji ge­liştirmiş olan hukukçulara geçmiştir.

Yahudi Ümmeti: Peygamber'in İslâm Devleti'ni nasıl kurduğunu ve buna Arabis­tan'ın Yahudi ve Hrristiyanlannı nasıl kattığı­nı daha önce gördük. Burada Müslüman ol­mayanların İslâm toplumu içindeki statüleriy­le ilgili özellikleri hatırlamak yeterli olacak­tır. Medine'de, Müslüman ümmetinin yanısıra bir Yahudi ümmeti de bulunmaktaydı. Arap Evs ve Hazrec kabilelerinin eski kabile sada­katleri yerini Musevilik bağlarına bırakmıştı. Vatandaşlıklarını şu ya da bu Arap kabilesine bir bağlılık şeklinde kabul etmeyip bunu bir Yahudilik fonksiyonu olarak görüyorlardı. Hayatları Yahudi müesseseleri çerçevesinde şekillendirilmekte ve vahyedilmiş hükümleri olan Tevrat tarafından yönetilmekteydi. Siyasî otorite kollektif olarak Yahudilere ve­rilmiş ve meşru otorite de hahamlık müesse­sesine bırakılmıştı. Yahudi ve Müslüman ümmetlerinin ikisini de içine alan üçüncü bir or­ganizasyon "ümmet" ya da "Devlet-i İslâmiyye" idi. Bunun amacı devletin korun­ması, dış ilişkilerin düzenlenmesi ve İslâm'ın evrensel misyonunun yerine getirilmesiydi. Devlet savaş veya barış için Müslümanları hizmetlerinde görevlendirebilirdi. Fakat Ya­hudileri görevlendiremezdi. Bununla birlikte, eğer Yahudiler isterlerse bu görevler için gö­nüllü olabilirlerdi. Müslüman ve Yahudi üm­meti hiçbir yabancı güçle ilişki kurmakta ser­best değildi. Başka bir devlete veya yabancı bir güce savaş veya barış ilân etmek İslâm Devleti'nin kendine has göreviydi. Medine Yahudileri bu anlaşmayı Peygamber ve onun sahabîleriyle serbest iradeleriyle yap­mışlardı. Yeni yapı, statülerine zarar vermekT sizin onları kabile üyeliğinden devletim meşru vatandaşları seviyesine çıkarmıştı. Tarih bo­yunca bütün İslâm devletlerinde, İslâm huku­kunun geçerli olduğu her yerde Yahudiler bu statülerini kaybetmediler. Sosyal mevkilerine dokunulamaz ya da bu statüleri redİediîe-mezdi. Çünkü bu, Peygamber Munammed tarafından takdir edilmişti. Yahudiler statüle­rini istismarla bir ihanette bulunduklarında dahi Müslümanlar bu statünün dinî kıdsiyeti nedeniyle onu muhafazaya devam ettiler. İslâm Devleti bir çok Yahudinin yaşadığı Ku­zey Arabistan, Filistin. Ürdün, Suriye, İran ve Mısır'ı da içine alacak şekilde genişlediğinde onlar da doğrudan doğruya İslâm Devleti'nin meşru vatandaşları olarak kabul gordübr. Bu, takip eden yüzyıllar boyunca Müslümm-Ya­hudi ilişkilerini karakterize eden intibaı ve iş­birliğini açıklamaktadır.

M.Ö. 586'dakİ Babil istilasından beri tarihte ilk kez Yahudiler, İslâm Devleti'nin vatandaş­ları olarak bulundukları devletin geçerli ka­nunları tarafından desteklenerek hayalarını meşru bir şekilde Tevrat'a dayandırabliyorlardı. Yahudi olmayan bir devlet ilk k;z gü­cünü haham müessesesinin emrine veri'ordu. İlk kez devlet, Yahudiliğin himayesi mesuliyetini kabul ediyor, kendisini Yahudi oIsun-olmasın düşmanlarına karşı Yahudileri korumak üzere gücünü kullanmaya hazır ilân edi­yordu. Yüzyıllar süren Yunan, Roma ve Bi­zans (Hıristiyan) baskı ve zulmünden sonra Yakın Doğu'nun, Kuzey Afrika'nın, İspanya ve İran'ın Yahudileri İslâm Devleti'ni bir kur­tarıcı olarak görmekteydiler. Bir çoğu, fetih­lerde İslâm ordularına yardımcı oldular ve İslâm Devleti yönetimiyle istekli bir işbirliği­ne giriştiler. Bu işbirliği, Arap ve İslâm kültü­rüne doğru bir kültür değişimi başlattı ve Ya­hudi sanatında, yazısında, iliminde ve tıbbın da göz kamaştırıcı bir gelişime yol açtı. Bu durum Yahudilere refah ve değer kazandırdı. Bazıları vezir ve halifelere danışman oldular. Gerçekten de Musevilik ve onun İbrani diİi İslâm'ın kanadı altında "Altın Çağ"ını yaşadı. İbranice ilk gramerini kazandı, Tevrat hukuk ilmine sahip oldu, İbrani harfleri lirik man­zum yapılarını kazandılar ve İbrani felsefesi de ilk Aristocusunu buldu. Bu bilgin ve filo­zof, ilk olarak Arapça ifade edilen onüç öner­mesi ile Yahudi itikadını ve kimliğini tanım­layan Musa b. Meymun (Maimonides) idi. Musevilik, "Sufi" düşüncesiyle Avrupa'daki Yahudilere uzlaşma ve iç barış getiren İbni Gabirol adındaki ilk mistik düşünürünü de or­taya çıkardı. III. Abdurrahman'ın idaresindeki Kurtuba'da hükümdarın dışişleri ve maliye konularında başmüşaviri olan Yahudi Hasday b. Şaprut, Katolik Kilisesinin bile bir araya getiremediği Hıristiyan hükümdarları arasın­da bir uzlaşmaya varılmasını sağladı. Bütün bunlar mümkün olabilmişti, çünkü Kur'ân'da ifadesini bulan İslâmî bir prensip Tevrat'ı va­hiy ve Museviliği de Allah'ın dini olarak gö­rüyordu.

Hıristiyan Ümmeti: 8/630'da Mekke'nin Müslüman kuvvetler tarafından fethinden kı­sa bir süre sonra Yemen'deki Necran Hıristi-yanlan Medine'deki Peygamber'e şeflerden oluşan bir elçi heyeti gönderdiler. Amaçlan İslâm Devleti karşısında kendi konumlarına ve İslâm Devleti ile aralarındaki münasebete bir açıklık kazandırmaktı. Mekke'nin fethi, islâm Devleti'ni bölgede dikkate alınması ge­reken bir güç hâline getirmişti. Hz. Peygamber delegeleri misafirleri olarak evinde ka­bul etti, mescidinde ağırladı. Onlara İslâm'ı açıkladı ve inancına davet etti. Bazıları kabul ederek hemen Müslüman ümmetin mensubu oldular. Diğerleri ise kabul etmediler. Hıristi­yan kalmayı ve İslâm Devleti'nde Hıristiyan olarak yer almayı tercih ettiler. Hz. Peygam­ber, İslâm Devleti'nin dahilindeki Yahudi ve Müslüman umam'm (ümmet'in çoğulu) yanın­da bir de Hıristiyan ümmet oluşturdu. Onlarla birlikte sahabîlerinden Ebû Ubeyde'yi İslâm Devleti'ni temsil etmek üzere gönderdi. Bu Hıristiyanların hepsi de Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında Müslüman oldular (2-14/624-636).

Savaş alanlarında Müslümanlar tarafından ye­nilgiye uğratılan Bizanslılar, Bereketli Hilâl dahilindeki topraklarını yerlilere terk ettiler. Müslümanları ve onların Hıristiyanlığa karşı tavrını duymuş olan Kudüs patriği şehrin anahtarlarını halifeye teslim etmek istedi. Hz. Ömer Kudüs'e geldiğinde Müslüman hoşgö­rüsünün, sosyal ve kültürel seviyelerde oldu­ğu kadar dinî bir yaklaşımın da Örneği olarak patrikle aşağıdaki anlaşmayı imzaladı:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Allah'ın kulu ve mü'minlerin emîri Ömer tarafından İlya (Kudüs) halkına verilen amannâmedir. Emir'ül-Mü'minîn hasta olsun, sıhhatte bulunsun bütün halkın mal ve canlarının korunacağını garanti eder. Aynı zamanda ibadet yerlerine, haçlarına ve dinlerine dokunulmayacağını temin eder. Halkın kiliseleri tahrip edilemeye­ceği gibi mesken hâline de getirilemeye­cektir. Eskiden sahip oldukları haklar ay­nen muhafaza edilecektir. Ne mâlik ol­dukları şeylere bir halel gelecek ve ne de mezhepleri hususunda onlara bir baskı yapılacaktır. İçlerinden hiçbir kimse hiç­bir şekilde zarar görmeyecektir. İlya'da hiçbir Yahudinin onlarla birlikte yaşama­sına izin verilmeyecektir. İlyâ halkına dü­şen görev Medain (İran)lilerin yaptığı gi­bi cizyeyi ödemek, aynı zamanda da içlerinden Bizans ordusu mensuplarını ve soyguncuları tahliye etmektir. İlya'yı bu şekilde terk edenlerin kendileri ve malları gidecekleri yere kadar teminat altındadır. Burada,kalmaya karar verenlere de aynı şekilde davranılacak, haklarını ve cizyeyi İlyalılarla paylaşacaklardır. Aynı kural diğer insanlara olduğu gibi İlya sakinleri İçin de geçerlidir. Herkes Bizanslılarla gidebilir, îlya'da kalabilir veya kendi ül­kesine dönebilir. Bunun için mahsuller hasat edilene kadar vakit verilmiştir. Al­lah, Peygamberi, sahabîleri ve mü'minler bu anlaşmaya şahitlik ederler.

İmza: Ömer b. Hattab

Şahitler: Halid b. Velid, Amr b. As, Ab-durrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebû Süfyan

Yürürlüğe girdiği tarih, Hicrî 15." (A. Duncan, The Noble Sanctuary, sh. 22).

İslâm Devleti içindeki Hıristiyan ümmeti, sı­nırların kuzey ve batıya genişlemesiyle büyü­meye devam etti. Gerçekte Hicret'ten sonraki birinci yüzyılın büyük bölümünde İslâm Devleti'nin vatandaşlarının çoğunluğu Hıristiyan Roma ya da Yunan Bizans hakimiyeti altında sahip olamadıkları saygı, serbestiyet ve yeni bir şerefi yaşayan Hıristiyanlardı. Bu her iki güç de emperyalist ve ırkçıydı. Yakın Doğu bölgelerini kolonileştirmişler ve Romalı ya da Yunan olmayan yerlilerini baskı altına almış­lardı. İslâm yönetimi altında ise, Hıristiyanlar yüzyıllar boyunca barış içinde yaşadılar ve zenginleştiler. Bu dönem boyunca İslâm Dev­leti âdil olanların yanında baskıcı sultan ve halifeler de gördü. Hıristiyan varlığını orta­dan kaldırmak İslâmî düşüncenin bir parçası olsaydı bu hiç sezdirilmeden kolaylıkla ger­çekleştirilebilirdi. Fakat bu varlığı koruyan, İslâm'ın Hz. İsa'ya Allah'ın peygamberi, kita­bı İncil'e de ona indirilen vahiy olarak saygı duyması ve onlan böylece kabul etmesidir.

Aynı durum, İlk Müslüman muhacirleri Mek­ke'nin gazabından koruyan komşu Hıristiyan devlet Habeşistan için de geçerlidir. İslâm'ın ilk yıllarında Mekke'nin baskısı, sahabîleri için dayanılmaz hâle geldiğinde Peygamber, İsa'nın takipçilerinin güzel ahlâklı, yar­dımsever, dost ve Allah'a ibadeti teşvik eden kimseler olduklarından emin olarak sahabele­rine Habeşistan'a sığınmalarını emretmişti. Onlara olan yüksek güveni boşa çıkmamıştı. Hıristiyan hükümdar, Müslüman muhacirlerin iade edilmesini isteyen Mekkelileri reddetmiş ve Kur'ân'ın İsa'nın peygamberliğini, Mer­yem'in günahsızlığını ve Allah'ın birliğini ka­bul etmesini Övmüştü. Habeşistan, Hz. Pey­gamber zamanında İslâm devletiyle bir barış ve dostluk anlaşması imzaladı. Bunun sonu­cunda İslâm Devleti'nin genişleyen sınırlan hiçbir zaman Habeşistan'ı içine almadı.

İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiası kadar gerçekten uzak ve gayri müslimlerle Müslü­manların ilişkilerine muhalif başka bir şey yoktur. Müslümanlar için, bir başkasını Müs­lüman olmaya zorlamak kadar utanç verici bir şey olamazdı ve hâlen de olamaz. Daha önce belirtildiği gibi Müslümanlık böyle bir davra­nışı günah olarak kınayan ilk din olmuştur. Bu noktada koloni günlerinde Hindistan Hü­kümeti hizmetinde çalışan bir İngiliz misyo­neri Thomas Arnold'un yazdıklanna bir göz atalım:

"... ne gayri müslimleri düzensiz bir şe­kil altında Müslüman olmaya zorlamak teşebbüslerine dair, ne de Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için mezalim yapıldığı hakkında hiçbir şey işitilmemiştir. Eğer halifeler bu iki şık ihtidadan birisinin tat­bikine izin vermiş olsalardı; Ferdinand ve İzabella'nın İspanya'dan İslâmiyeti söküp attıklan ve XIV. Louis'nin Fransa'da pro-testanlığı bir cinayet saydırdığı ve Yahu­dilerin 350 yıl süreyle İngiltere içine so­kulmadıkları kadar bir kolaylıkla da Hı­ristiyanlığı ülkelerinden söküp atabilirler­di. Asya'daki Doğu Kilisesi, Hıristiyanlık dünyasının diğer bütün bölgeleri ile müş­terek dinî faaliyetten yüz çevirmiş bir hâlde bulunduğundan, kendisini dinsiz topluluklardan sayan Hıristiyanlık dünya­sının adı geçen kısımlarına yardım için hiçbir teşebbüs de yapılamazdı. Böylece, günümüze kadar Doğu kiliselerinin fiilen varlıklarını sürdürmeleri, Muhammed'i takip eden yönetimlerin Hıristiyanlar kar­şısında müsamahalı bir idare tarzı göster­diklerinin kuvvetli delillerindendir." (T. Arnold, Preaching of islam, sh. 80).

İnanmayan topluluklara gösterilen müsamaha açısından diğer dinlerin tarihleriyle karşılaştı­rıldığında İslâm tarihi kategorik olarak bir farklılık gösterir. Şans eseri, Müslüman yayıl­masının o günlerinden birçok şahidin kayıtla­rı elimizdedir. Bu şahitlere meseleyi kökün­den halletmek için bize yeterli bilgi kazandır­dıkları için minnettarız. Antakya'nın Yakubî patriği Büyük Mihail onikinci yüzyılın son yansında şöyle yazmaktadır: "... hâkim ol­dukları memleketlerin her tarafında kiliseleri­mizi yağma ederek bizi merhametsizce itham eden Romalıların kötülüklerine şâhid olan Yüce Allah'ın intikamı, güney taraflarından İsmail'in oğullarını -Romalıların ellerinden bizi kurtarmak üzere- celbetti (Arnold, a.g.e., sh. 55). Barhebraeus, İslâm lehinde aynı dere­cede şahitlik eden başka bir yazının müellifi­dir (G. Barhebreaus, Chronicon Eccîesiasti-cum, sh. 474). 1300 yıllarında Müslüman do­ğuyu ziyaret eden Floransa'h bir Dominİkan keşişi olan Ricoldus de Monte Crucis, Hiristi-yanlara karşı aynı derecede bir toleransın, hatta dostluğun açık şahitliğini yapmaktadır. O zaman Hıristiyanlar, Müslümanlar bu kadar toleranslı idiyseler, niçin dindaşlarının mil­yonlar hâlinde İslâm'a girdiklerini ısrarla sor-maktalar. Muhtediler arasında Araplar çok küçük bir grubu oluşturmaktaydılar. Geri ka­lanı Helenler, İranlılar, Mısırlılar, Krenaikalı-lar, Berberiler, Kıbrıslılar ve Kafkasyalılardı.

Thomas Amold Preaching of İslam [İslâm'ın Öğütleri] kitabında aynı konuda, Müslüman­lara yöneltilecek misyon hakkında 7 Ekim 1887'de Wolverhampton (İngiltere)'da toplanan Kiliseler Kongresi'ne sunulan bir tebliği aktarmaktadır. Tebliğ sahibi, Hıristiyan mis­yoner liderlerinden -Anglikan Kilisesinden-Canon Taylor'dur.

Bu reformize edilmiş Musevîliğin [!] Afrika ve Asya'ya neden bu kadar süratli yayıldığını anlamak kolaydır. Suriyeli ve Afrikalı âlimler Hıristiyanlık dini yerine, anlaşılması zor ve tabiatüstü bir takım kaideler koydular. Ve za­manlarının çok bozuk olan ahlâkı ile bir mü­cadele çâresi olarak bekâr kalmayı ileri sür­düler. Mukaddes olmanın yolu dünyadan el etek çekmekti. Manastırlarda vakit geçirme­nin en mümeyyiz vasfı ise pislik içinde yüz­mekti. Halk ise âdeta bir alay şehid'e, azizle­re, meleklere tapan müşrikler gibi idi. Bunla­rın yüksek tabakaları bozuk ahlâklı ve hilekâr, orta hallileri vergiler altında ezilmiş bir hâlde bulunuyordu. Esirler ise o andaki durumları ve istikbâlleri için bir kurtulma ümidinden mahrum idiler. Allah tarafından gönderilmiş bir temizleme vasıtası gibi İslâmiyet geldi ve o bâtıl itikatları süpürüp at­tı. Bu durum, o sonu gelmeyen boş ilahiyat tartışmalarına karşı bir isyandan ibaretti. Bekârlığı, muttakîliğin bir tacı gibi yüksekte tutmaya karşı, mertçe bir protesto idi. İslâmiyet, dine esas olan akideyi yani Allah'ın birliğini ve azametini ortaya koydu. Âdil ve rahim olan Cenab-ı Hakk'ın iradesine teslim olmayı, nefsin mesuliyetini, kıyamet ve hesap günü ile dalâlette kalmanın şiddetle cezalan­dırılacağını bildirdi. Namaz kılmak, oruç tut­mak ve hayır işlemek gibi vazifeler tayin etti. Gerçek ve içten olmayan yapmacık faziletleri, din adına yapılan hile ve hafiflikleri, çeşitli yollara tevil edilebilen ahlâkî duygulan ve akaid üzerine tartışma yapanların birbirini tutmayan sözlerini bir tarafa attı. Esirlere hürriyet ümidi, insanlığa kardeşlik duygulan aşı­ladı ve insan tabiatının esas hakikatlerini tas­dik etmiş oldu." (Arnold, Preaching of islam, sh. 71-7.2)

Diğer Dinlerin Ümmetleri: İran in Arabis­tan'a saldırısı sonucunda arkada bazı İranlılar ve çok az olmakla birlikte Zerdüşt dinine gir­miş bazı Araplar kaldılar. Bunların daha fazla sayıda olanları İran ve Bizans arasındaki tam­pon sınır bölgesinde ve Dicle ve Fırat'ın bir­leştiği alt bölgede Arabistan ve İran'ın birara-ya geldikleri Şatt'ül Arab'da yaşıyorlardı. Arabistan'daki İran Zerdüştlerinin en önemli­lerinden biri Hicret'ten önce Müslüman olan ve Peygamber'in meşhur sahabilerinden biri olan Selmân-ı Fârisî idi. Bazı hadislere göre Arabistan'ın kabile ve bölgelerinin İslâm Devleti'ne bağlılıklarını bildirmek için Medi­ne'ye elçiler gönderdikleri "Heyetler Yılı"nda (8-9/630-631) Peygamber'in kendisi İslâm Devleti içindeki Zerdüştleri ayrı bir ümmet olarak kabul etti. Bundan kısa bir süre sonra İslâm Devleti İran'ı fethetti ve oradaki mil­yonları vatandaşlığına aldı. Müslüman olmayı seçenler Müslüman ümmetine katıldı, Zerdüşt olarak kalmayı seçen diğerleri ise anayasa ta­rafından Yahudilere verilen imtiyaz ve görev­lere tâbi oldular. Peygamber bu kuralları anayasanın yürürlüğe girmesinden sekiz yıl sonra zaten Hıristiyanlar için genişletmişti. Eğer Peygamber @'in kendisi tarafından daha önce yapılmadıysa bile İran'ın fethinden he­men sonra sahabileri tarafından 14/636'da bu kurallar Zerdüştleri de içine alacak şekilde genişletildi.

Muhammed b. Kasım tarafından 91/711 'de Hindistan'ın fethinden sonra Müslümanlar ye­ni dinlerle karşılaştılar. Bunlar Budizm ve Hinduizm'dİ. Her iki dinin mensupları da Müslümanlar tarafından fethedilerek İslâm Devleti'ne bağlanan Sİnd ve Pencab'ta mev­cuttular. Muhammed b. Kasım Şam'daki hali­feye Hindulara ve Budistlere nasıl davranma­sı gerektiğini sordu. Onlar putlara tapıyor görünüyordular ve doktrinleri İslâm'dan en uzak noktadaydı. Kurucuları Müslümanlar tarafın­dan hiç duyulmamışlardı. Halife bir ulemâ meclisinin toplanmasını ve yöneticinin gön­derdiği rapora dayanılarak bir karar verilme­sini istedi. Karar, Hinduların ve Budistlerin İslâm Devletİ'yle savaşmadıkları ve cizye'yi veya vergiyi Ödedikleri sürece "tanrılarına ibadet etmekte" istedikleri gibi serbest olma­ları gerektiği, ibadethanelerini koruyabilecek­leri ve hayatlarını inançlarının gereklerine gö­re sürdürebilecekleri yolundaydı. Böylece, Yahudilerin ve Hıristiyanların sahip oldukları aynı statü onlara da tanınmış oluyordu (M. Ebu Bekir el-Kûfî, Şahnâme: Tarih-i Hind ve Sind).

Böylelikle İslâm'ı ve İslâm Devleti'nin diğer dinlerle ve bu dinlerin mensuplarıyla ilişkile­rini düzenleyen kurallar belirlenmişti. Bu ku­rallar Peygamber'in sağlığında ve ondan hemen sonra İslâm Devleti bu dinlerle ilişki­ye girdikçe düzenlendi. Zaman içinde şeriat ortaya çıktığında Müslüman olan ve olmayan vatandaşların statüleri, hakları ve yükümlü­lükleri zaten bu kuralların içindeydi. Birçok yerde 1400 yıl veya İslâm'ın daba geç oraya ulaşması ya da sömürge yönetimlerince em­poze edilen Batı kanunları nedeniyle daha az bir süre boyunca şeriat Müslümanlarla gayri müslimler arasındaki ilişkileri başarıyla yön­lendirdi. Bu da, Müslüman olmayanların kendilerini idâme edebilecekleri -böylelikle Müs­lüman dünyasında devamlı bir varlık elde edebilecekleri- ve kendi inançları tarafından tanımlanan bir mutluluk kazanabilecekleri ge­çici bir anlaşma ortaya çıkardı. İslâm Devle­ti'nin atmosferi dine karşı hürmetle ve şerefle, takva ve faziletle doluydu. Dinî iddiaların doğruluğuyla ilgili şüpheciliğin ve kinizmin doğurduğu son zamanların toleransı ve dinî değerlere aldırmazlık ise bunun tam tersidir. İslâm şeriatı aksi halde millet (dinî topluluk­lar) sistemi ya da Zimmet veya Zimmı (hâmisi yani garantörü Allah olan barış anlaş­ması) sistemi olarak bilinir. Müslüman dün­yasında kötü idarecilerin var olduğu reddedi­lemez. Ve bunların olduğu yerlerde hem Müslümanlar hem de gayri müslimler eziyet çekmişlerdir. Bununla birlikte, İslâm tarihinin hiçbir yerinde inançlarına bağlılıklarından do­layı hiçbir gayrimüslim herhangi bir takibata ya da zulme mâruz kalmamıştır. Onları koru­yan hukuk sistemi, Müslümanlara Allah'tan gelen ve O'nun koruması altındaki bir yasa olarak kabul edilir.

Hz. Peygamber daha önce uyarmıştır: "Kim bir zımmi'ye (İslâm Devleti'nin himayesinde ve tâbiiyetinde olan gayri müslimi) baskı ve zulüm uygularsa Hesap Günü'nde elim iki ya­kasında olacaktır."

İslâm'dan başka hiçbir din ya da sistem dinî azınlıkları hiçbir zaman daha iyi bir bakışla değerlendirip onları her iki tarafa da en az za­rar verecek şekilde çoğunluğun akışına uy­durmamış, ya da onlara İslâm'ın yaptığı gibi adalet ve güzellikle davranmamıştır. Haddi zâtında bunu hiçbiri başaramazdı.

İslâm, başka hiçbir dinin veya sosyal sistemin çözemediği bir alanda başarıya ulaşmış, eşsiz tatbikatını göstermiştir. Çünkü İlâhî öğretisi Allah'ın Hak ve Tek olduğunu, her insanın İslâm fıtratı üzerine doğduğunu söyler. Bu da bütün dinlerin, hanif geleneğinin, Sâbi'liğin, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın temel esasıdır.

Millî bir devlet olmaktan öte, İslâm Devleti, içinde ister bir milletten ya da birçok millet­lerden olsun birçok dinî topluluğun barış için­de bir arada yaşadığı bir dünya düzenidir. Her dinî grubun meşruiyetini kabul eden evrensel bir Pax Islamica'âa ve her birine kendi haya­tını kendi dinî esaslarına göre düzenleme hak­kı verir.

Milletler Cemiyeti'nden ve Birleşmiş Milletler'den üstündür, çünkü üyelik prensibi olarak millî egemenlik yerine dinî kimlik prensibini gözönüne almıştır. Anayasası herkes için ge­çerli olan ilâhî hükümlerdir, ve ona ister Müslüman ister gayrimüslim, herhangi biri tara­fından bir Müslüman mahkemesinde müraca­at edilebilir (İ. Râci ve L. Lâmia el-Farukî, İslâm Kültür Atlası, çev. M. Okan ve Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınları, İstanbul 1991, sh. 213-224).