๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 05 Ağustos 2012, 12:08:44



Konu Başlığı: Pratik Bir Hayat Sistemi
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 05 Ağustos 2012, 12:08:44
Pratik Bir Hayat Sistemi

"Bize sık sık soruluyor: 'Müslümanların bah-setiği İslâm hani, nerede? İslâm'ın doğru şek­li ne zaman uygulandı? Siz İslâm'ın mükem­mel ve ideal bir sistem olduğundan bahsedi­yorsunuz. Fakat o anlattığınız şekliyle İslâm, hiç gerçek hayatta var oldu mu? Eğer İslâm'ın uygulamadaki şekli sorulsa sadece Peygamber'in hayatından, Hulefa-i Raşi-dîn devrinden, daha doğrusu ilk iki halifenin hayatından kısa bir periyoda dayanıyorsunuz. Her meselede Ömer b. Hattab'a yapışıyorsu­nuz. Özellikle onun şahsında İslâm'ın şeklini yüceltiyor, onu en şaşalı taraftarıyla tasvir ediyorsunuz. Halbuki İslâm hakkında bir araştırma yaptığımız takdirde feodalizm, hak­sızlık, zorbalık, irtica ve tembellikten başka birşey göremeyiz. İslâm'ın halka, yükümlü­lüklerini yerine getirmedikleri takdirde yöne­ticilerini cezalandırma hakkını verdiğini iddia ediyorsunuz."

"Hulefa-i Raşidîn devri hariç, insanlara, yö­neticilerini cezalandırma şöyle dursun ne za­man seçme hakkı verilmiştir? Ayrıca İslâm'ın âdil bir ekonomi ve gelir dağılımı sunduğunu söylüyorsunuz. Hatta ilk dört halife dönemi dahil, insanlar arasındaki seviye farkı ne za­man giderildi? Bize İslâm'ın her vatandaşa iş sağlamakla yükümlü olduğunu söylüyorsu­nuz. O halde bazen dilenciliğe varan ve mah­rumiyete ve yoksulluğa mahkûm edilen mil­yonlarca işsizin vebali kimin?"

"Yine, İslâm'ın kadınlara sağladığı haklardan söz ediyorsunuz. Kadm bu haklara bilfiil ne zaman nail oldu? Onların müsait olmayan sosyo-ekonomik şartlardan dolayı bu haklan hiçbir zaman uygulayamadıkları gerçeği doğ­ru değil mi? Nefirleri terbiye eden, gönüllere Allah korkusunu yerleştiren, bu sebeple yöne­tenlerle yönetilenler ve çeşitli halk sınıflan arasına hayır yolunda yardımlaşma esasına dayanan alâkaları kuran İslâmî terbiye sisteminden bahsediyorsunuz. Bazı dönemlere ait nâdir örnekler müstesna, o bahsettiğiniz terbi­yeye şahit olunmuş mudur? Bahsettiğiniz Al­lah korkusu, fakirlerin haklarına tecavüzü ve onlara karşı yapılan zulmü önlemeye; yöneti­cilerin kandi çıkarlarını tercihlerine, hürriyet­leri ayaklar altına almalarına ve milleti zillete düşüren davranışlara mâni olmuş mudur? Gerçekte siz, dünyada tatbikatı olmayan bir rüyadan ve bir hayal ülkesinden bahsediyor­sunuz. Verdiğiniz örnekler ise, bir daha tekrarı mümkün olmayan, tarihin belli bir döne­minde cereyan etmiş sübjektif olaylardır."

Bu nakledilenlerin hepsi, ateist ve benzeri kimselerin iddialarıdır. Maalesef birçok müslüman da bu tür propagandalara yem olmak­tadır. Bu tür şüpheler, emperyalistlerin söyle­diklerinden başka İslâm tarihi hakkında bir şey bilmeyen kimseler üzerinde tesirini icra etmektedir. İşte bugün İslâm nizamını yöne­timden uzaklaştıranlar bu şüphelerin ifsat etti­ği kimselerdir. Burada kesin bir aynım yapa­rak, nizamın kendisinin idealliği İle uygula­masının idealliğini tefrik etmek gerekmekte­dir. Bu durumda şöyle bir soru sorulabilir: İslâm, kendi tabii karakteriyle uygulama sa­hasına çıkarılması imkânsız hayalî unsurlara mı dayanyor ki, dünya gerçekleri arasında tat­bik edilmeyen bir sistemdir? Yoksa, tarihin belli dönemlerinde başarı ile uygulanmış haliyle mi bir vakıadır? Açıkça, bu düşünce­nin iki şekli arasındaki fark çok büyüktür. Bi­rincisi bizi şöyle bir neticeye götürür: İslâm ideal bir nizam ise, şartlar ve imkânlar ne ka­dar değişirse değişsin, tatbikinden ümit yok­tur. İkinci düşünce şekli ise, İslâm'ın gerçekçi bir nizam olması, bir takım şart ve sebeplerin onun tatbikatı arasına girmiş olması ki, bu de­fa durum farklıdır. Engel şart ve sebepler or­tadan kalkınca her zaman tatbiki mümkündür. Bu iki durumdan önceki mi yoksa sonraki mi İslâm'a tatbik edilebilir?

Mesele gayet açık olduğundan sorunun ceva­bını fazla aramak gerekmiyor. İnsanlık tari­hinde bir defa da olsa tatbik edilmiş olması, İslâm'ın tatbikata elverişli bir nizam olduğu­nu kesin olarak İspat ve ifade eder. Hayata uygulanmış, tatbik edilmeye muktedir ya da benimsenmiş oluşu aynı zamanda hayalî un­surlara dayanmadığını da gösterir. Çünkü in­sanlar önceleri ne idiyseler şimdi de aynıdır­lar; haddi zatında insan tabiatında bir değişme olmamıştır. Bir defa vukua gelenin bir defa daha ve defalarca meydana gelmesi tabiatıyla mümkün olan şeylerdendir. Günümüzdeki yöneticilerin, İslâmî yönetimin tekrarının ve canlanmasının İmkânsız olduğu şeklindeki id­diaları hiçbir mesnede dayanmamaktadır. On­lar bu görüşleriyle, önceki insanların bugün erişilmesi mümkün olmayan bir seviyede ol­duklarını ima ediyorlarsa, yine, insanlığın da­ima ilerleme yolunda büyük mesafeler katet-tiği şeklindeki kendi tezlerini çürütürler

Fakat, İslam tarihinde Ömer b. Abdülaziz devri gibi göz kamaştırıcı devrelerde vukua gelenlerin dışında bir defa bile Hulefa-i Raşidîn devri niçin tekerrür etmemiştir? şek­linde bir soru da sorulabilir. Bunun cevabı tarihin sayfalarında mevcuttur. Tam olma­makla beraber İslâm nizamı yüzyıllarca dün­yaya hâkim olmuştur. Bu hâl ya mahallî bir tatbikat şeklinde ya da belirli bölgeleri de içine dahil ederek beşer hayatını etkisi altın; alan bir vaziyette olsun, tarihite sergilenmi evrensel bir gerçektir.

Bu yüzden şu iki gerçeği belirtmeye gerel vardır: Birincisi, insanlığın İslâm'ın yardı mıyla büyük bir hamle gerçekleştirdiği ve gö mülmüş olduğu bataklıktan onun sayesinde yüksek ahlâki seviyeye ulaşması Hulefa-Raşidîn devrinde görülmüş, sıradan, fizikî ka­nunlarla açıklanması mümkün olmayan bi] hâdisedir. Bu, dünya üzerinde İslâm'ın ger­çekleştirdiği mucizelerden biridir. Ancak bu şahısları ve bütün davranışlarıyla sözkonusu mucizeyi gerçekleştiren kahramanları yetiştir­mek için uzun bir hazırlık, ferdî ve özel bii eğitime muhtaç idi.

Bilindiği gibi İslâm, kendinden önce veya sonra tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir nizama nasip olmayan, görülmemiş bir tarz ve göz alıcı bir süratle yayıldı. İşte bu da İslâm'ın mucizelerinden bir mucizedir. Bu mucizeyi, materyalist ve ateistlerin maddeci ve iktisatçı doktrinlerinlerinden hiçbiri izah edemez. İslâm'ın bu hızlı yayılışı ile birlikte, İslâm'ın gerçek ruhundan tam anlamıyla haberdar ol­maktan ya da İslâm'ın iktisadî ve siyasî siste­minin gerçek önemini kavramaktan uzak pek çok topluluk katıldı ki, onları Arap yarımada­sındaki ilk müslümanlyar gibi İslâmî ruhu tam manasıyla aşılayan bir terbiye ile terbiye etmek mümkün olmamıştır. İşte bu topluluk­ların İslam'a girmelere ve müslüman toplulu­ğundan sayılmaları sebebiyledir ki, İslâm ül­kesi oldukça genişledi. Ancak İslâm'ın sahih prensipleri insanların gönüllerinde tam mana­sıyla yerleşemedi. Bu yüzden Emeviler, Ab­basiler, Türkler ve daha nice devletler zaman zaman İslâm'ın özelliklerini hakkıyla kavra­mamış yöneticilerin eline geçti. Böylece İslâm prensipleminden uzaklaşmak ve onunla oynamak kolaylaştı.

İkincisi ise, İslâm'ın bu hamlesi beşerî ilerle­meye oranla elbetteki tabii değildir. Çünkü bu hamle, düşük şehvetlere gömülmüş ruhları oralardan alıp daima insanlığın iftihar edeceğİ en yüksek sevilyeye yükselttiği gibi, onları bir an kölelikten alarak, insanlığın tecrübe et­tiği nizamların hepsine nisbetle ileri bir adım sayılmakta devam edecek olan sosyal adalet Örneği bir seviyeye yükseltti.

İnsana bu umulmadık ahlâkî yüceliği kazan­dıran İslâm, Peygamber ve ashabı'nm şah­sında emsal olan olağanüstü bir manevî kuv­vet idi. Bu kuvvet, insanoğlunu normal olarak elde edebileceğinden daha yüksek bir düzeye yükseltmiş ve mucizeye benzer şeyler yapar hâle getirmiştir. İşte bu muazzam akım ya­vaşlayınca, insanlar kendi yüce ufuklarından uzaklaşmağa başladılar. Bununla beraber, her ne kadar İslâm'ın gerçek ruhundan parlak bir kaynağı muhafaza etmişlerse de, ileriki satır­larda onun İnsanlık tarihindeki ilmî tesirlerin­den bahsedeceğimiz gibi, bunun manası hiç­bir zaman inkarcıların dedikleri gibi değildir. Çünkü onlar "en azından İslâm'ın ilk dönem­lerinde insanların gerçekleştirdiklerini ger­çekleştirebilmemiz için bizzat Rasûlullah @ ve ashabının varolması gerektiği"ni ileri sü­rerler. Bu tabiatı itibariyle doğru değildir. Çünkü devlet siyasetinde, iktisadî sistemde ve toplumun ilgilerinde ondört asır önce mucize sayılan şeyler, uzun zamanların geçmesi ve bu zamanlar boyunca beşeriyetin geçirdiği sa­yısız tecrübelerle artık bugün yeryüzünün dört bucağında kudret sınırlarının içine gir­miştir. Yüksek ahlâkî ideallerinden vazgeçe­rek, -her ne kadar İslâm ona özel bir ihtimam gösterir ve bilfiil pratiğiyle onun arasını ayır­mazsa da- bugün İslâm'ı hayatın gerçekleri arasında tatbik etmek istediğimizde, elbette İslâm'ın ilk dönemlerindeki müslümanlann yaptığı gibi mucize şeklinde bir sıçrama yap­mayacağız. Çünkü insanlığın tecrübeleri bizi o yüce zirveye yaklaştırmıştır. Böylece oraya ulaşmak bugün daha yakın, o zamana oranla sarfetmemiz gereken gayret daha az olacaktır. Modern hayattan verilecek birkaç örnek, yu­karıda söylediklerimizin doğruluğunu göster­meye yetebilir: Bugün genel seçimle yöneti­cilerini tayin eden, icradaki görevlerini ifa et­mede başarısız olanları azleden milletler, tatbikat olarak İslâm'ın ilk devirlerindeki devlet yönetimine ait İslâmî uygulamadan çok fark­lı birşey yapmıyorlar. Evet bu, Hz. Ebu Bekr ve Ömer'in hilâfetleri zamanı için bir mucize olabilir. Fakat bugün bu, istediğimiz zaman bizim de imkânımız dahilindedir. Yani bu toplulukların sahip oldukları şuur bizde de mevcut olduğu zaman başka ne engel vardır? Madem ki biz buna İngiltere ya da Ameri­ka'yı taklit ederek sahip oluyoruz; o halde İslâm'da mevcut olan bu özellikleri İslâm adına istemekten ve onun adıyla tatbik etmek­ten niçin âciz kalıyoruz?

"O devirde, devletin memuru hükmünde olanların temel ihtiyaçlarının teminat altına alınması Peygamber'in kesin bir emridir. Uygulamaları için proleterya diktatörlüğüne muhtaç olan komünizm; asla bu tür baskılara dayanmaksızın ilkelerini tatbik eden İslâm'dan etkilenmiştir. Eğer biz bugün onun tatbikini istersek o bizim elimizdedir. O halde onu komünizmden almak istiyoruz da neden İslâm'dan almıyoruz? Bunun için önemli bir problemin son tahliline değinmede yarar var: Acaba hayatta bütün sosyal, siyasî ve iktisadî sistemlerin tatbiki mümkün müdür, yoksa gayri mümkün müdür? Madem ki, bunların tatbiki her yerde ve her sistemde mümkündür, o halde daha önce tatbik edilmiş olmasına rağmen neden İslâm nizamının tatbiki bugün mümkün olmasın? Bu bakış açısıyla, İslâmî hayat tarzının gerçekte, insanlık için uygulanılabilir yegane pratik hayat sistemi olduğunu buluruz.

Sosyalistlerin ve komünistlerin, İslâm'ın dinî niyet ve heyecanlara bağlı bir sistem olduğu, modern hayatın ise bilimsel temeller üzerinde yükseldiği şeklinde, etrafı karıştırmak ve zi­hinleri bulandırmak maksadıyla ortaya attık­ları vehimlerinin hiçbir değeri yoktur. İslâm'ın hukukî esasları dinî niyet ve heyecanlardan ibaret değildir. İlk halifeler, İslâm'ı tatbik ettikleri, şûra heyeti ile istişarelerde bu­lundukları ve sistemle ilgili içtihatlarında asla hayal âleminde yaşamıyorlar ve insanların ni­yetlerine dayanmıyorlardı.

"Gerçek şu ki, İslâm uygulamada yalnız ka­nuna dayanmayı yeterli görmez. O, kişilerin, fikir ve eylemlerinde meşru sınırlar dahilinde kalmalarını sadece kanundan ve yönetimden korkmalarıyla değil, içten gelen vicdanî bir arzu ve kendi nefislerinde tatbik edecekleri terbiye ile sağlamak ister.

Hiç şüphesiz bu, insanoğlunun dünya siyase­tinde şimdiye kadar kazandığı en büyük basa­ndır. Her şeye rağmen kurallar her zaman için vardır. Şeriat, insanların dinî gayret ve niyetlerinden ayrı olarak, Hz. Osman'ın "Al­lah, Kur'ân ile sınırlandırmadığım bir otorite ile sınırlandırır." sözünde olduğu gibi taraf­sızca uygulanır.

"Bazı yazarlar, İslâm'ın yeniden canlanması­nın imkânsız olduğu iddialarıyla, Hz. Ömer'in istisna olduğunu; onun gibi şahsiyet­lerin tarihte bir daha tekerrür etmeyeceğini söylerler. Böylelikle de İslâm dâvetçilerini bir çıkmaza sıkıştırdıklarını zannederler. Bu ha­reket tarzı, düşüncede bir çeşit değersizliktir. Çünkü İslâmî öğretilerin ne olup olmadığını izah etmek için şahısların varlığına ihtiyaç yoktur. Her ne kadar Hz. Ömer, İslâm'ın ruhları terbiye hususunda ulaştığı en yüce ise de, biz onlara İslâm'ın kanun ve nazarıyla delil ve şahit gösteririz. Meselâ, sistemde meydana gelen bir hırsızlık vakıada, suçun iktisadî veya sosyal bir ızdırap cesi olarak işlendiğine dair herhangi bir şey varit olursa "hırsızın eli kesilmez" şek] karar verilir. Şeriat bu hükmü tatbik el için Hz. Ömer'in şahsına muhtaç deği Hz. Ömer bütün içtihatlarını İslâm'da ı bir asıldan istinbat etmiştir. O, bu koı "Şüpheli hallerde hadleri tatbikten kaçıı hadisine dayanmışın-. Eğer biz bugün onu bik edecek olursak elbette ki, karşımızda veya açık bir güç bulmayacağız. Hiçbir gi çıkıpta bize Hz. Ömer'in olmadığını öne sürerek bu tür hükümleri uygulayamayacağımızı söylemesi düşünülemez.

"Aynı şekilde Hz. Ömer, yöneticiye, zenginlerin mallarının fazlasını alıp, meselâ günümüzde İngiltere'de yapıldığı gibi, fakirler sında dağıtma hususunda tam bir yetki ve meşini emretmiştir. İşte bu Hz. Ömer'e şahsî bir görüş olması haliyle değil, hukuki bir içtihat olması vasfıyla bugün tatbik edilecek bir kanundur. Çünkü Hz. Ömer onu servetlerin yalnız zenginler arasında dolaşan şey olmaması için" (59: 7) gibi şeriattaki bit bir esastan çıkarmıştır. Şimdi biz onu uygulamak için mutlaka Hz. Ömer'e muhtaç değiliz. Çünkü yanında Hz. Ömer olmadığı halde İngiltere onu tatbik etmiştir.

"Hz. Ömer, aynı zamanda, insanların elde etttikleri servetleri meşru yollarla mı, yol gayri meşru yollarla mı kazandıklarını öğn mek maksadıyla mal yığımı konusunda vi lerine hitaben genelge yayınlamıştır. Şüphesiz bu Hz. Ömer'in yokluğunda da tatbik edilecek bir prensiptir. Hz. Ömer sokakta bırakılmış çocuğun devlet tarafından bakılıp büyütülmesi ve masraflarının beytülmalden karşılanması gerektiğini, çünkü ana babanın işlemiş olduğu suçta çocuğun bir günahının olmayacağını beyan etmiştir. Avrupa ve Amerika'nın ancak 20. yüzyılda tanıyabildiği benzer kanunu tatbik için de Hz. Ömer gerekme­mektedir.

"Bizim, Hz. Ömer ile olan müdafaalarımızın çoğu, onun eşsiz şahsiyeti vasfıyla değil, an­cak İslâm'ın ilk devirlerindeki kanun yapıcı­ların önde gelenlerinden, tasarruflarında İslâmî ruhu en iyi anlayanlardan biri olması vasfıyladır. Hz. Ömer, nesiller boyunca müslümanların kendine ulaşmağa ve yaklaşmağa çalışacakları yüce örnek olarak kalacaktır. Eğer müslümanlar o yüce gayeye ulaşırlarsa o bütün İnsanlık için hayırlı olur. Eğer müslü­manlar için ona ulaşmak mukadder değilse, yabancı devletlerin kapılan önünde dilenmek, onların prensiplerinden medet ummak ve on­ların sistemlerinden ilke çıkarmak yerine uy­gulamaları için gerçek fiilî kanunları müslümanlara yeterlidir."

"Yine, İslâm'a karşı yaygın ama hatalı bir gö­rüş vardır. Buna göre, 'İslâm, hulefa-i raşidîn dönemi hariç, ondan sonra hiç mevcut olma­mıştır' iddiası aynı zamanda müslümanlardan da taraftar bulmaktadır. Yine 'Ömer b. Abdülaziz döneminde göz alıcı bir parlaklıkla kısa uygulaması istisna edilirse, İslâm'ın kâmil şekli hulefa-i raşidîn devrinden sonra tam ve devamlı olarak tatbik edilmemiştir' iddiası da Öncekiyle benzerlik taşır. Evet, bunda kısmî bir hakikat payı varsa da buradan asla, o de­virden sonra İslâm sona ermiştir, anlamı çıka­rılamaz. O iki devrin dışında, halk değil yal­nız yönetim, bazen kısmen, bazen de tam bir çöküş ile bozulmuştur. Bunlara rağmen İslâm toplumu ve cemaati, yönetim merkezinin dı­şında, birbirleriyle yardımlaşan ve birbirin koruyan, İslâmî bir ruh ile, mala sahip olanlar ve olmayanlar, efendiler ve köleler diye bir ayırıma tâbi tutmadan, kendi aralarındaki emek ve onun karşılığındaki ortak faydayı gözeterek, gerçekten İslâmî esaslara bağlı ör­nek bir kardeşlik atmosferinde yaşamakta de­vam ettiler.

Tarihin aynı devresinde, Avrupada meydana geldiği gibi, İslâm dünyasında hiçbir vakit ağaların ve derebeylerin arzularına göre özel mahkemeler kurulmadı. Özellikle Selahaddin Eyyubi devrinde bizzat haçlıların da şahit ol­dukları gibi, İslâm düşmanlarıyla yapılan sa­vaşlarda, İslâm âdet ve gelenekleri genel ha­vaya hâkim olmakta devam etti. Müslümanla­rın ilme olan iştiyakları ve medeniyete saygı­ları Endülüs ve diğer İslâm beldelerini, çeşitli fenlerde ilim tahsil etmek isteyenlerin yegane sığınacakları yeri haline getirmekte devam et­ti. İslâm'ın yaktığı bu meşale, tüm Avru­pa'nın kendisinden ilim öğrendiği, usûllerini aldığı, bütün kuvvetiyle ona doğru yükselme­ğe çalıştığı, etrafını aydınlatan ışık kaynağı olmuştur.

"Kısaca İslâm, Batı'da genel olarak anlaşıldı­ğı gibi bir sadece bir ideal değildir; o uygu­lanmış ve uygulanabilir bir sistemdir. Onun için insanlık bugün onu tatbike on üçüncü yüzyıl öncesinden daha kudretlidir. Çüankü insanlığın geçirmiş olduğu uzun tecrübeler, kendisiyle İslâm' nizamı arasındaki ufukları birbirine yaklaştırmıştır. Aslında boş bir idea­lizm suçlamasının komünizme yöneltilmesi gerekmektedir. Çünkü onlara göre komüniz­me gerçek evresine henüz ulaşamamıştır. İd­dialarına göre, dünya durmadan ideal evreye doğru hareket etmektedir. Bütün dünya tek bir komünist devletin kontrolü altına girdiği zamandır ki ancak, insanlığın bütün ihtiyaçla­rı giderilecek ve tüm mallar, vatandaşlar ara­sında eşit bir şekilde dağıtılacaktır. Bu komü­nist hayal ülkesi, gerçek dünyada gerçekleşti­rilmesi asla mümkün olmayan bir ütopyadır. (Öyle olduğunu da bugün yaşayanlar görmek­tedir). Böyle bir düşünce sadece hamakat sahiplerini etkiler. İşte bu dealizmdir." (islam, The Misunderstood Religion, sh.176-184).