Konu Başlığı: Peygamberlerin Davet Adabı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 29 Temmuz 2012, 12:08:05 Peygamberlerin Davet Adabı Aslında Allah'a davet peygamberlerin vazifesidir. Ümmetin âlimleri de peygamberlerin vârisleri olmaları sebebiyledir ki onlar davetin âdâb ve yollarını peygamberlerden öğrenmeye mecburdurlar. Eğer bir davet bu tavır ve yollarla olmazsa davet yerine ayrılık, çatışma ve savaş sebebi olur. Hz. Muhammed'in davet prensibinin Musa ve Harun peygamberlerinkine nazaran zikredildiği her Allah davetçisinin aklında bulunmalıdır. Bu peygamberler Firavun gibi mütekebbir ve zâlim bir adama gönderilmelerine rağmen onunla konuşurken nazik ve yumuşak bir dil kullanmakla emredildiler ki, belki böylece onların öğütlerine aldırır ve Allah'tan korkardı. Bu sebeple halkı Allah'ın dinine çağırırken nâzik ve yumuşak olmak bizim üzerimize daha fazla düşen bir görevdir. Çünkü halk, Firavun gibi kibirli, zâlim ve baskıcı değildir; hayatlarım kazanmakla uğraşan kimselerdir. Kur'an-ı Kerim, kâfirlere Peygamberler vasıtası ile yapılan inzar (uyan, ihtar) kıssaları ile doludur, fakat onların hiç biri inkâr edicilerin alaylı sözlerine ve hakir gören davranışlarına karşı kötü söz kullanmamışlardır. (Mu'arifaî-Qur'an, c. V, sh. 407-423). A 'raf sûresinde Hz. Nuh ve Hz. Hud'un kıssalarında söz edildiğine göre, kavimleri bu peygamberlere zalimane ve alaysı üslûb kullanmalarına rağmen, onlar cevaplarında çok nâzik ve mutedil idiler. Nuh aleyhisselâm onlara şöyle dedi: "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size Öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Korunup da merhamete uğramanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığı ile bir zikir (sizi ikaz eden bir Kitab size şan ve şeref verecek bir kanun) gelmesine şaştınız mı?" (7:61-63). Ve Hud aleyhisselâmın kavmine olan hitabı da yumuşaktı: "Ey kavmim! Ben beyinsiz değil, âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm; sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam vasıtası ile Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?..." (7:67-69). Buna benzer olarak Şuayb aleyhisselâmın kavmi de onunla alay etti ve onu hakir gördü. Şöyle dediler: "Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden senin namazın mıdır? Sen, doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin." (11:87). Hz. Şuayb'ın kavminin alay ve istihza dolu bu sözleri şu anlama gelmekteydi: "Senin namazm sana makul olmayan şeyler öğretiyor; sen, başkasının mülkiyet hakkına karışamazsın! Sen, iyi davranışları va'zeden, bilgiçlik taslayan birisin." Bunlann tamamı istihzalı sözlerdi, fakat Şuayb aleyhisselâm onların bu tür konuşmalarına çok nâzik olarak cevap verdi: "Ey kavmim! Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir nzık da verdiği halde, O'na karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aylan hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum." (11:88). Firavun'un Hz. Musa'ya olan tavn seleflerminkinden hiç de farklı değildi. O da Musa aleyhisselâma aynı menfî tavırla konuştu. Fakat Hz. Musa ona karşı çok itici konuşmadı. Firavun büyüklenerek: "...dedi ki: '(Ey Musa) âlemlerin Rabbi nedir?' (Musa): 'Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi'dir, eğer işin iç yüzünü düşünüp gerçeği anlayan kimseler iseniz (bunu anlarsınız)' dedi. (Firavun) çevresinde bulunanlara 'işitiyor musunuz?' dedi. (Musa): 'O sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da Rabbi'dir' dedi. (Firavun; etrafındakilere:) 'Size gönderilen (bu) elçiniz mutlaka delidir' dedi. (Musa devamla:) 'Eğer düşünürseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların da Rabbi'dir' dedi." (26:23-28). Bu, Allah'ın rasulü Musa aleyhisselâm ile Firavun arasında geçen uzun bir konuşmadır. Bu karşılıklı konuşmadan, söz ve tavırlardaki, hâl ve hareketlerdeki farklılık kolayca anlaşılabilir. Ve bir peygamberin karakteri, mütekebbir ve zâlim bir kralınkinden rahatlıkla ayrılabilir. Hz. Musa Firavun ile aralarında geçen bütün konuşma süresince soğukkanlı, düşünceli, metin ve nazikti. Hislerine ve öfkesine kapılıp hiçbir suretle kaba söz ve davranışta bulunmamıştır. Bu; inatçı, nizâcı ve küfürbaz despot bir insana karşı güzel mücadelenin mükemmel bir örneğidir. Davetçinin tabiatını, mizaç ve mevkiini hesaba katan, hakikati, inatçı ve nizâcı birine bile tahammül ettiren, onu tesir altına alabilen, hikmet ve mükemmellikte sunan Allah'a davetin bu şekli peygamberlerin davet metodudur. Bunlar esasen Allah'a davetin özüdür. Son Peygamber Hz. Muhammed'in hayatı, Allah'a davet yolunda böyle hâdiselerle doludur. Hz. Peygamber, insanları Allah'ın dinine davet ederken daima bu hususlara dikkat etmiş; tebliğin; dinleyenlere yük olmamasına özen göstermiştir. Bu davranışları, onu seven ve ona bağlılıklarını ilân eden, anlattıklarım dinlemeye büyük arzu duyan ashabına karşı da uygulamıştır. Onlarla dinî bahisleri hergün değil, fakat değişik fasılalarla konuşmuştur. Hz. Peygamber, onların günlük çalışmalarını bölmeden ve bu konuşmaları onlar için bir yük hâline getirmeden va'z ediyordu. Enes b. Mâlik şöyle rivayet etmiştir: Peygamber; "Kolaylaştınnız, zorlaştırmayınız. Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz" buyurmuştur. (Buhari). Abdullah b. Abbas: "Rabbanî hûkema, ulema ve fukaha olmalısınız" derdi. Rabbani çağırma, davet ve tebligatla meşgul olurken eğitim esaslarını dikkate alan ve insanlara önce kolay şeyleri söyleyen kişi demektir. İnsanlar Ona alı§tığında, onlara daha önceden söylendiğinde zorlarına gelecek olan diğer emirleri söyler. Bu kişi Rabbanî âlimdir (Buhari). Hz. Peygamber tebliğinde karşısındakinin durumunu göz önünde tutar, onun haysiyetini rencide etmeden, hakir görülmemesine dikkat ederek davranırdı. Birisinin hatalı veya kötü bir iş yaptığını gördüğünde doğrudan ona seslenmek yerine, bütün topluluğa hitap ederek: "İnsanlara ne oluyor ki böyle böyle iş yapıyorlar" buyurmasının sebebi de budur. Böylece bu genel hitab ile hatası kastedilen kişi de bunu duyuyor ve kalben tevbe ederek o işi terketmeye uğraşıyordu. Davet ve tebligatın bu esası Kur'an'da şöyle belirtilmektedir: "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?.." (36:22). Burada, muhatabın fiilinin tebliğci ile olan ilgisi, tebliğ edenin muhatabının hayırda ilerleme ve hatasını kabul etme işlemine aracılık etmesinden dolayıdır. Davetten, pratikte en iyi neticeyi almak için muhatabı doğrudan itham etmekten kaçınma usûlü benimsenmiştir; sonraki âyet bu gerçeği işaret eder: "O'nu bırakıp da tanrılar edinir miyim hiç?.." (36:23). Peygamberler, herhangi bîrini yanlış bir iş yaparken gördüklerinde, doğrudan ona işaret etmezler, böylece utandırmaz ve tahkir etmezlerdi. Bu yol, peygamberlerin sünneti olmuştur. Yapılan yanlış işi genellikle açıklamışlardır. Böylelikle, o günah fiili bizzat işleyen kadar sonradan gelecek diğer insanlar da ondan kaçınacaklardır. Daha ziyade İslâm'a ve Allah'a izafesiyle tebliğ, İslâm Dini'ni insanlara anlatarak benimsetmek ve tatbikini sağlamaktır. Bu yapılırken, diğer insanların yanlışlarını ve hatalarını araştırmak tebliğin kapsamı dışındadır. Da-vetçİ bunlarla meşgul olmayacaktır. Çağıran ve çağrılan arasında ortak noktalar olduğunda davet daha kolay kabul edilebilir hâle gelmektedir. Bu sebepten Hz. Peygamber tebliğinin başlangıcında "Ey halkım!" derdi. Bu hitap, onlarla karşılıklı münasebetleri ve yakınlığı hatırlatıyordu. Onlara davetin esas konularından bahsetmeden önce söylendiği için insanlar çağrıldıkları hususları hemen reddetmiyorlar, dikkatlice düşünüyorlardı. Çünkü bu davet, müşterek kardeşliklerinin bir mensubundan hepsinin iyiliği için geliyordu. Hz. Muhammed, devrinin devlet başkanlarına, kabile reislerine ve pek çok kişiye İslâm'a davet için mektuplar göndermiştir. Bu mektuplarda, onların itibarlarını ve mevki bakımından yüksek statülerini göz önünde tutmuştur. Rum İmparatoru Hirakl'e bu mektuplarından birisini gönderdiğinde ona "Rum Kralı Hirakl'e!" diye hitab ederek onun Rum İmparatorluğunun başı olduğunu dikkate almıştır. Müteakiben onu şu sözlerle Allah'a davet etmiştir: "Ey ehl-i kitab! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi Rabler diye tanımamak üzere, bizimle sizin aranızda müsavi ve âdil bir kelimeye gelin." (3:64). Habeşistan kralı Necaşi'ye yazdığı mektuplara benzer olarak Pers Kralı Kisra'ya, Bahreyn hükümdarı Münzir b. Sâvâ'ya ve diğer kabile reislerine yazdığı mektuplarda Hz. Muhammed onların resmi protokollerini gözetmiş, mevkilerini dikkate alarak onlara büyük bir rikkat ve nezaketle mektuplar yazmıştır ki, böylece Allah'ın davetini kabule meyletsinler. Hz. Peygamber'in hayatı hakkında yapılan yüzeysel bir çalışma bile O'nun davet ve tebligatında bu çeşit davranış ve tavırların pek Çok olduğunu gösterecektir. İmam-ı Gazali, "bizzat kendisi bir günah olması ve diğer fizikî günahlara vesile olması sebebiyle, içki nasıl kötülüklerin anası ise; esas konuya gelip gelip onu unutturduğundan ve şahsî gururu işin içine soktuğundan lüzumsuz tartışma da nefis için aynı içki gibi kötülüklerin anası hâline gelmektedir", demiştir. Lüzumsuz tartışma, tebliğ için katlanılan zahmetlerle elde edilen herşeyi yok eder ve kıskançlık, gurur, nefret, intikam gibi ruhî ve ahlâkî hastalıklara sebebiyet verir. Böylece kişi, muhatabının ileri sürdüklerini âdil bir şekilde dikkate almak yerine, kıskançlık dolu bir reddiyecilik ile Kur'ân ve Sünneti yanlış yorumlarla, tevillerle karşısındakine mukabele etmeye çalışır. İmam-ı Gazali ilim ehlinin ve hakikatin davetçilerinin doğru prensiplere uyarak ebedî saadete erişeceklerini ve vahim akıbetten uzak kalacaklarını veya bu durumlarını kaybedip ebedî azaba duçar olacaklarını belirtmiştir. Ortası bir durum yoktur. Bu kişinin ortada kalma ihtimali çok zayıftır. Çünkü faydası olmayan ilim azab sebebidir. Hz. Peygamber : "Kıyamet gününde en elim azaba uğrayacak olan, ilmi kendisine fayda sağlamayan âlimdir" buyurmuştur. Bir başka hadis ise şöyledir: "Din ilimlerini; başkalarına karşı üstünlük taslamak için, şan ve gurur sahibi olmak, tartışmalarda bilgisiz kimselere gâlib gelmek için veya bu ilminizle başkalarının dikkatini çekmek için öğrenmeyiniz; çünkü bu, böyle yapanlar için ateştir." (İbni Mâce). İmam Mâlik; "İlimde münakaşa ve münazara insanın kalbinden ilmin nurunu alır." demiştir. Birisi ona, "Hadis ilmine vâkıf bir kimse bunu korumak için münazara edebilir mi?" diye sordu. İmam Malik; "Hayır! Fakat muhatabına doğru olanı bildirmelidir. Eğer kabul ederse ne alâ, aksi takdirde susmalıdır" demiştir. (Muvatta şerhi). İmam Şâfi "Bir kimseyi hatası konusunda uyarmak zorunda kaldığında, eğer ona izah eder ve yumuşak sözlerle hatasını anlamasını sağlayabil irsen bu nasihat olur. Fakat, onu herkesin içinde utandırırsan bu kavgaya ve yüz karasına (faziha: edepsizliği, alçaklığı gerektiren iş) sebep olur. |