๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 30 Ağustos 2012, 09:32:24



Konu Başlığı: Nübüvvetin Sona Erişi İle İlgili Bazı Aklî Deliller
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 30 Ağustos 2012, 09:32:24
Nübüvvetin Sona Erişi İle İlgili Bazı Aklî Deliller

Hâtmü'n-nübüvvetle ilgili Kur'ân kaynaklı kesin delilleri ve bunların ayrıntılı açıklaması şeklindeki hadisler ortaya konulmuştu. Bu­nun haricinde ashabın icmaını ve din büyük­leri ve âlimlerin konu ile ilgili yüzlerce beyan ve tefsiri de aktarılmıştı. Akaid ve fıkıh ile il­gili genel kural ve esaslar başlıca bu üç kay­nağa dayanmaktadır. Dördüncü esas ise âlimlerin Kur'ân, hadis ve icmadan Öğrendik­leri ilmin yardımıyla kıyasta (akıl yürütme) bulunmalarıdır. Ancak kıyas akaidle değil, fı­kıhla ilgilidir. Kıyasın bir fıkhı hüküm tesis edebilmesi için Kur'ân'da, hadislerde ve icma-i ümmette konu ile ilgili hüküm buluna­mamış olması gereklidir. Bir diğer ifadeyle, ancak ilk üç esas konu hakkında sessiz kal­mışsa kıyasa başvurulabilir. Kıyas akaid ile ilgili konulara uygulanamaz. Nasların ve as­habın söyledikleri akaid konusunda ele alınır ve değerlendirilir.

Konu Kur'ân ve hadislerden getirilen deliller ve selef-i sâlihin'in beyanları ile ispat edilmiş olduğundan muttaki müminler gönüllerinin derinliklerinden şöyle söylerler:

Kalbim ilim hakikati ile doldu sırlar hazinesidir şimdi o Filozofların safsataları artık nazarımda bir kuruş bile değil Mesih olan meleğin tatlı sesi kulaklarımda çınlarken Bir eşek anırtısı beni korkutabilir ya da çevirebilir mi yolumdan?

Gerçek şu ki akide ile ilgili bir hususun kalp itminanı ile kabul edilebilmesi ancak nübüv­vet ve vahiy ışığı ile mümkün olabilir; akıl yürütme ve delil getirme yolu hiçbir zaman kesin tatmin sağlamaz. İnanç konularında akıl yürütme yolu ile sonuca varmak isteyen­ler başarıya ulaşamamıştır. Celâleddin-i Rûmî şöyle demektedir:

Ne zaman akla son haddine kadar başvurdurma Divâne buldum kendimi sonunda Kısaca, bir müslüman Kur'ân'a, Sünnet'e ve ashabın icmaına baktıktan sonra başka bir şe­yin ihtiyacını duymaz. Bazı inanç esaslarının ardındaki hikmeti araştırma yoluna gitmez. Bütün bu zahirî hikmet, akıl ve mantık pırıltı­larını yüce Peygamberimizi bütün insanlığı aydınlatıcı meşale olarak yaratan Allah Teâlâ'mn mutlak hikmet ışığı hatırına feda eder. Belli bir inanç esasının altında yatan hikmet veya sebebi araştırma isteği duymaz. Çünkü, Hz. Peygamber bütün akıl ve mantıkların üstündeki Akil-i Mutlakm gösterdiği yolu izlemektedir.

Hz. Peygamber'in gönlü, dünyadaki bütün akıl ve idrakin sadece bir yansıma olduğunu gösteren İlahi hikmete açıktır.

Kısacası, kendimizi meşru ve kesin nass ve delillerle tatmin ettikten sonra, aslında bu beyhude düşünce deryasına dalmaya gerek yoktur. Buna belki şu iki sebepten dolayı ihti­yaç duyulabilir: Birincisi, bir mesele mantık yoluyla açıklandığında etkili olur ve onu ka­bul etmek ve ona göre amel etmek kolaylaşır.

İkincisi, Mirzâîler Kur'ân ve hadiste geçen özel terimlere değişik ve uzak anlamlı yo­rumlar getirerek hâtmü'n-nübüvvet doktrini­nin mantıkla uyuşmadığını ima etmektedirler ve bu doktrinin Hz. Peygamber'in mevkii­ni düşürdüğünü iddia etmektedirler. (Farsça beyit):

Haİn kimseler daima (iyi şeyleri) yok eder FaziJetleri saklar, serleri açık eder

Bundan dolayı, Mirzâîlerin hilelerini etkisiz kılmak ve düzenlerini bozmak arzusu İle ha­reket edilmiştir. Böylece hâtmü'n-nübüvveh akıl ve mantık yoluyla ispat edilmeye, bunun Hz. Muhammed'e has ek bir mükemmeli­yet olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Hâtmü'n-nübüvve Hz. Muhammed'in di­ğer peygamberlere nazaran sahip olduğu bir mazhariyettir.

Rasûlullah'den sonra her ne zaman, Al­lah'ın peygamberi ya da elçisi oldukları iddia­sıyla ortaya çıkanlar, Müslümanları dalâlete yöneltmek için türlü çeşit hileler hazırlamış­lardır. Onların çabalan üç nokta üzerinde odaklanmıştır: Birincisi, nübüvvet rahmet kaynağıdır. Eğer Hz. Muhammed ile birlikte nübüvvet sona ermiştir denirse bu rahmeten li'î-âleminln zuhuru ile rahmetin sona erdiği ve kıyamete kadar rahmet kapılarının kapan­dığı anlamına gelir ki böyle bir şeyin olama­yacağı bellidir.

İkincisi, ezelden ebede Allah'ın hükmü de­vam etmektedir, çünkü "Allah'ın yasasında bir değişme bulamazsın." (33: 62; 35: 41; 48: 23). Dünyada kötülük ve sapkınlık çoğaldı­ğında ve insanlar Allah'ın sırat-ı mustakimindenn döndüklerinde, Allah onlara rah­metinden olmak üzere peygamberler gönde­rir. Şimdi dünyada zulüm ve adaletsizlik bu derece yaygınken ve inançsızlık ve kötülük taraftar buluyorken, peygambere ihtiyaç du­yulmaktadır. Allah'ın rahmeti sonsuz oldu­ğundan, Allah sözü gereği dünyanın herhangi bir yerinde peygamber çıkabilir.

Üçüncüsü, geçmişte büyük peygamberleri daima şeriatlarını devam ettiren ve tebliğleri­ni sürdüren bir dizi kendilerine kitap ya da sahife verilmeyen peygamberler izlemiştir. Bu onların büyüklüğünü belirlemektedir. Bu­na benzer olarak pek çok devleti hükmü al­tında bulunduran, özerk ya da yarı-özerk top­raklara sözünü geçiren krallara imparator de­nir. Kıyas yaparsak Peygamberlerin Önderi olan bizim peygamberimizin de altında en az diğer peygamberlerin olduğu kadar takipçi peygamberleri olmalıdır. Nübüvvetin sona ermemesi onun şanına yakışmaz, vb...

Bunlar, kendi görüşlerine kuvvet kazandır­mak için istismar ettikleri fikirlerdir ve bu kisve altında peygamberlik ya da rasûllük id­dialarına zemin hazırlamaya çalışmaktadırlar.

Bu iddiaları en kısa ve gene) şekilde reddet­mek, onlara hâîmü'n-nübüvvet fikrinin kay­nağının bizler olmayıp kulu Muhammed'i fahr-i kâinat olarak yaratan Allah Teâlâ ol­duğunu söylemekle mümkündür. Ve bu yüce Peygamber bize Rabbinden ne getirmişse bizler onu seksiz şüphesiz kabul ederiz Meselâ, eğer hâtmü'n-nübüvvet doktrini Hz. Muhammed'in kemalâtmdan değilse, Al­lah'ın Rasûlünün kemalâtına kim nasıl karar verecektir? Bu kemalât Allah'ın, Rasûlüne bizzat vermiş olduğundan daha mı üstündür?

Gerçekte makul bir idrak seviyesi olan her insan hâtmü'n-nübüvvet'in Hz. Peygamber için ne derece büyük bir kemalat ve fazilet olduğuna ve kendisi için bundan daha iyi bir şey tahayyül edilemeyeceğine kendi kendine hükmedebilir. Ama yine de bu iddiaları ele alalım.

Birincisi, nübüvvet kesinlikle bir rahmet ve selâmet kaynağıdır. Hz. Muhammed'in bu rahmeti elinde tutan son kimse olduğuna da inanıyoruz. Ancak rahmeten li'l-âlemin'in zuhur etmiş olmasının zahmet haline gelmiş olduğu, çünkü Allah'ın rahmet sıfatının bun­dan dolayı dünyada artık tecelli etmeyeceği görüşü kabul edilemez.

Buna cevap olarak, küçük rahmet kapıları ka­panmış olmakla beraber dünyanın payına dü­şeni kolayca alabileceği büyük bir rahmet ka­nısının açılmış olduğu, bunun da zahmet ola­rak nitelendirilemeyeceğidir. Bu rahmet, bü­tün insanlığın her devirde ulaşabileceği bü­yük bir rahmetttir. Mumların söndürülüp ye­rine büyük bir elektrik lambası yakılırsa ve bu lamba parlaklık ve güzellik itibariyle bü­tün diğer eski ışıklara üstün gelirse, bu ışık karanlığın kaynağı olarak gösterilebilir mi? Daha açık olmak gerekirse, göz kırpan bütün yıldızlar gökyüzünden kaybolup yerini güne­şin parlak ışığına bıraksalar, bu, gece gibi ka­ranlık menbaı mı sayılacaktır? "...Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyor­lar..." (4: 78).

Dünyanın kuruluşundan beri nebevi rahmet yalnızca yeryüzünün belli bir bölgesine, belli bir dönem için ve belli bir kavme has olmak üzere zuhur ediyordu. Hz. Musa, kavmine rahmet olmak üzere belli bir coğrafyaya gön­derilmişken, Şuayb da aynı çeşit bir hizmet için gönderilmişti. Eğer Halilullah Hz. İbra­him bir bölgeye Allah'ın rahmetini ulaştırmak için gönderilmîşse Hz. Lût da ayrı bir bölge­ye gönderilmişti. Aynı şekilde Âdem aleyhisselâm belli bir dönem belli bir millete gönderilmişken Hz. Nuh da başka bir dönem­de başka bir millete gönderilmişti. Hz. İbra­him, Allah'ın tebliğini vazetmek için bir asır­da gönderildi ise bir diğer asırda aynı vazife­leri yapmak İçin Hz. Musa bir diğerinde ise Hz. İsa gönderilmiştir.

Sonunda, Allah'ın rahmetini bütün insanlığa ve bütün devirlere şamil olmak üzere ulaştı­racak olan bir şahsiyetin Allah tarafından halk edildiğini görüyoruz. Bütün nur ve rah­metin gerçek ve aslî kaynağı olan bu kimse Hz. Muhammed'dir. Şairin dediği gibi:

Allah için imkânsız değildir Bütün faziletleri bir zâtta biraraya getirmek!

Bu evrensel rahmet kaynağı önceki peygam­berlerin önderi ve peygamberlerin sonuncusu

olan Hz. Muhammed'dir. O kendisinde bü­tün peygamberlere ait kemâlâtı toplamıştır:

Sen Yusuf un güzelliğine,

İsa'nın mucizelerine

ve (Musa'nın) Yed-i Beyza'sına sahipsin Diğer mükemmel insanlar neye sahipse, Sen bütün o faziletlere tek başına sahipsin. Önceki peygamberler kendi devirlerinde, kendi yörelerinde ve kendi toplumlarına ön­derlik yapmışlardı. Ancak bu parlak ay zuhur ettiğinde diğer ışıklar gözden kayboldu. Ve bu ay bütün devirlerde, bütün insanlığa yol göstermeye yetecek derecede parlaktı.

Veya, diğer bir ifadeyle, önceki peygamber­ler küfür karanlığını kendi bölgelerinde ve kendi toplulukları içinde kendilerine has yol­larla gidermeye çalıştılar. Sonunda peygam­berlerin sonuncusunun irhasat (ir kas'ı çoğu­lu) ışığının [irhas, kelime anlamı olarak 'te­meli koyan' demektir. Teknik olarak ise bir peygamberdeki peygamberlik gelmeden önce peygamber olacağına yorulabilecek olağandı­şı haller anlamına gelir, meselâ Hz. Muham­med'in atalarının alnında bir parlaklığın varlığı gibi. Nübüvvetten sonra gösterilen olağandışı haller ise mucize'dk] zuhur zama­nı yaklaştı. Ve bunu nübüvvet güneşinin do­ğuşu takip etti. Şİmdi bu göz kırpan yıldızlar görülmüyor. Güneş ışınları bütün kâinatı tüm parlaklığı ile doldurdu.

Artık sönen yıldızlardan dolayı dünyanın ka­ranlıkta kaldığına belki üzülen çıkabilir. Hal­buki bilge kişiler "evrensel nûr"un özel bir rahmet olduğunu bilirler ve bunun için Yüce Rablerine şükrederler.

Bir soru: Şimdi MirzaÜere şu soruyu yönel­tiyoruz: Sİz sözde gayriteşriî peygamberimi­zin rahmet kaynağı olduğunu söylüyorsunuz. Teşriî peygamberliğin, müstakil bir şeriatın, İlâhi kitap nazil olmasının, melek vasıtasıyla vahiy gelmesinin zahmet kaynağı olduğunu söylemeyi arzu etmezsiniz. Hatta bunların rahmet kaynağı olduğunu da itiraf edersiniz. Hz. Muhammed'den sonra teşrif peygam­berliğin bittiğini, yeni bir şeriatın ya da yeni bir ilâhi kitab'ın nazil olmayacağını söylersi­niz. Şimdi düşünün bakalım bize karşı yö­nelttiğiniz suçlama size dönmüş olmuyor mu? Siz Rahmeten li'l-âleminin rahmetin sona ermesi anlamına geldiği iddiasında bu­lunuyorsunuz. Rahmet'in sona ermesi bile hâtemü'l-enbiydmn yüceliğine bir eksiklik getirmiyorsa gayri-teşriî peygamberliğin de­vam etmemesi kesinlikle bir eksiklik getir­mez.

Kısaca, siz teşriî peygamberliğin rahmetinin kesildiğini kabul ediyorken nasıl olur da gayrİteşriîpeygamber rahmet dağıtmaya de­vam edebilir.

İkinci noktaya gelince, kısaca şunu söyleye­biliriz: Allah'ın hükmünün ve yasasının kâinat yaratıldığından beri değişmediği ve değişmeden de devam edeceğine şüphe yok­tur. Bundan dolayı ne zaman küfür ve isyan bu dünyada ağırlık kazansa, doğru ve yanlış arasındaki ayrım kalkmaya başlasa, Allah yeryüzüne rahmetinin tecellisi olarak pey­gamberler gönderir.

Ancak günümüzde bu iddiaya karşı iki itiraz Öne sürülebilir. Birincisi, küfür ve isyanın bu dünyada ağırlık kazandığı ve küfür ve İslâm arasını ayırdettirecek ölçülerin tamamen orta­dan kalktığı söylenemez; hakikati arayan kimselerin başvuracağı merci de kalmamış değildir. Bu iddia gerçeklere, gözlenenlere ve ayrıca nebilerin sonuncusu Hz. Muhammed'in söylediklerine tamamen zıttır: "Benim ümmetimden daima sırat-ı müstakim üzere olan bir fırka bulunacak ve Allah'ın hükmü galebe çalana ve Meryem oğlu İsa Mesih yer­yüzüne inene kadar muhalifleri ile cihad et­meye devam edecektir." (Müsned-i Ahmed, s. 429). Ravi zinciri sikâ'dır.

Gerçekler ve gözlemler yine ispatlamaktadır ki nebîienn sonuncusunun manevî nüfuzu, aradan uzun bir zaman geçmiş olmasına ve İnancı çok değişik coğrafyalara yayılmış ol­masına rağmen kuvvetle hissedilmektedir. Ümmet sürekli İslâmî hayat tarzına göre ye­tiştirilmekte ve eğitilmektedir. Bu günlerde şirkin ve bidatlerin aşırı derecede etkin olma­sına rağmen bu nübüvvet güneşinin ışıkları kötülüğün fazilet ve doğruluk üzerinde tam bir zafer kazanmasına müsaade etmemiştir. Müslümanlar halen uyanıktır ve doğru ile yanlışı ayırdetme bilincine sahiptirler.

Önceki peygamberlerin Hz. Peygamber karşısındaki durumu göz kırpan yıldızların parlak güneş ışığı karşısındaki durumu gibi­dir. Gökyüzü koyu yağmur bulutları ile kaplı olsa bile bu güneşin ışığı yine de bu yoğun bulut katmanlarım aşarak yeryüzünü aydınla­tır. Halbuki bulutlar gökyüzünü geceleyin kaplayacak olsa bütün dünya yıldızlardan ge­lebilecek en ufak bir ışık pırıltısından bile mahrum kalacaktır. Yine tamamen aynı şekil­de, küfür ve isyan önceki peygamberlerin devrinde dünyada ağırlık kazandığında ve doğru ile yanlış, iyi ile kötü. küfür ile İslâm arasını ayırdettirecek ölçüler kalktığında yeni bir peygamber gönderme ihtiyacı hissedili­yordu. Ancak, nebilerin sonuncusunun zuhu­rundan sonra böyle bir olay olması durumun­da küfür ve isyan utku kararsa bile, güneş ışı­ğı daima mevcuttur ve mevcut kalacaktır. Gündüz gündüzdür ve koyu bir geceye dön­memiştir.

Kısaca, nübüvet ve risalet güneşi halen ev­rensel nurunu dünya yüzüne saçmaktadır. Bu güneşin bazı ışınları belli bir dönemde Ebu Bekr-i Sıddık, Ömer, Osman Zinnureyn ve Aliyül Murtaza şeklinde dünyayı aydınlat­mışlardı; bugün de aynı hizmeti bu ümmetin âlimleri görmektedirler. Ümmetin âlimleri ve din büyükleri önceki peygamberlerin kendi dönemlerinde gördükleri vazifeyi görmekte­dirler. Bu hizmetlerin banisi ise tabiî ki halâ Hz. Muhammed, yani hâteme'n-nebiyyînûir. Ne mutlu İslâm topluluğunda yaşayarak bundan sonsuz menfaat sağlayan­lara! Bu parlak güneşin inayeti dururken müslümanların başka bir gaz lambası ya da muma ihtiyacı bulunmamaktadır.

Yine eğer bir peygambere ihtiyaç duyulmuş olsa, bu durumun Hz. Peygamber'in mut­lak Önderliği ve nübüvvetinin âlem-şümul ve kapsayıcı olduğu gerçekleriyle çelişeceği akılda bulundurulmalıdır. Üstelik küfür ve isyan günün kuralı haline geldiğinde insanla­rın yeni bir peygamberin zuhur etmesini iste­meleri de mutlaka gerekli değildir. Çünkü, Allah dilemediği sürece kâinat varlığını sür­dürürken Allah'ın kanununda bir değişiklik olmaz. Bu kâinatın düzeninin sona erme vak­ti geldiğinde, Allah Teâlâ kıyamet ve diriliş gününü halkeder. O vakit de nübüvvet zinci­rinin kaçınılmaz olarak kırılması gerekir. Ak­si taktirde kıyamet gününün gerçekleşmesi diye birşey sözkonusu olmazdı. Yani hep kö­tülük arttığında yeni peygamberler gelir ve dünya düzeni ebedİyyen devam ederdi; hal­buki bu Allah'ın iradesine aykırıdır.

Hadislerden öğrendiğimiz kadarıyla kıyamet günü yeryüzünde Allah'ı hatırlayan ve zikre­den hiç kimse kalmadığında gerçekleşecek. Diğer yandan Mirzâîler, insanlar Allah'ı ve sânım unuttuğunda, Allah'ın insanları doğru yola döndürmek için peygamber vazifelendi­receğini iddia etmektedirler. Bunun doğura­cağı sonuç ise yeryüzünde insanların Allah'ı hatırlamayacağı vaktin hiç gelmemesi de­mektir. Ve böyle bir zaman gelmedikçe kıya­metin kopması da mümkün olmayacaktır.

Kısacası küfür, şirk, isyan ve kötülük yeryü­zünde çoğaldığında Allah insanları doğru yo­la iletmek için peygamberlerini gönderir. An­cak, bu Allah dünyanın devam etmesini dile­diği sürece olur. Şimdi peygamberlerin so­nuncusu zuhur ettiğine göre bu dünyanın ya­ratılış gayesine ulaşılmış olduğundan dünya Allah'ın iradesi sonucunda yok olacaktır. Ve bu ancak yeni bir peygamber daha zuhur et­memesi ile mümkün olacaktır.

Üçüncü noktaya gelince, Hz. Muhammed'den sonra yardımcı peygamberler gelmesi kesinlikle hâteme'n-nebiyytn'in şanını yücelt­mez. Kur'ân ve hadisten öğrendiğimize göre önceki peygamberlerden bazısı diğer pey­gamberlerin hayat süreleri İçinde tamamlayamadığı vazifelerini tamamlamak veya bir di­ğer peygambere yardımcı olmak için gönde­rilmiştir. Ama hâteme'n-nebiyyîn Hz. Mu­hammed'in böyle bir yardıma ihtiyacı yok­tur; çünkü, kendisi her türlü şahsiyet mükem­meliyetine sahiptir.

Kur'ân'ın izah buyurduğu üzere Harun, Mu­sa'ya yardım için gönderilmiştir: "...Seni kar­deşinle destekleyeceğiz..." (28: 35).

Hz. Musa, bizzat bu yardım için dua etmiştir: "Rabbim! Doğrusu ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım. Kar­deşim Harun'un dili benimkinden daha düz­gündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak gönder, çünkü, beni yalanlamalarından korkarım." (28: 33-34).

Ama hâteme'n-nebiyyîn nübüvvetle ilgili bü­tün cesaret ve kemalâtı haiz olduğu için bir başka peygamberin yardımına hiç bir zaman ihtiyaç duymamıştır. Bunun için kendisine bir yardımcı ya da yarım bıraktığı vazifeyi ta­mamlamak için kendisinden sonra bir pey­gamber gönderilmemiştir.

Misâl olarak bağımsız ve yarı bağımsız bir çok devletin yöneticilerinin bunlar üzerinde hükümran imparatorla olan ilişkileri gösterili­yor ve imparatorun şaşaası ancak emri altın­daki yönetici ve yardımcıların çokluğu ile belli olur deniyorsa, biz de nübüvveti impara­torlukla kıyaslamayız deriz. Eğer onların içti-hadlan buysa, Allah'ın haşmetini göstermek İçin emri altında bir çok tanrı ve tanrıçalar bulundurması gerekir ki Allah bizi böyle bir şeyi düşünmekten muhafaza buyursun.

Eğer Allah'ın yüceliğini ispat için emri altın­da pek çok tanrı ve tanrıça bulunması gerek­miyorsa (ki gerekmiyor), o halde fahr-i kai­nat, rasûl ve hâteme'n-nebiyyîn olan Hz. Mu­hammed'in hayatı esnasında ve daha sonra yardımcı ve tamamlayıcı peygamberlere İhtiyaç duyması niçin vâki olsun?

Yine, aklın işaret ettiği üzere, bir imparator­luk için emri altında pek çok devletlerin bu­lunmasının onun kudret ve şaşaasına delalet etmesi ancak kendisinin bazı haklarını bu devletlerin yöneticilerine devretmesi veya onları vekil tayin etmesiyle mümkündür. Bu böyle olmazsa, bir toprak üzerinde iki kral kesinlikle barış içinde yaşayamaz. Bir kralın güç, iktidar ve eesaret kazanması durumunda aynı topraklar üzerinde bir diğer yöneticinin hüküm sürmesine müsamaha ile bakmayaca­ğı herkesin bildiği bir gerçektir.

Ancak nübüvvet, bir insanın başka bir insana tevcih edeceği bir makam değildir; yakın bir ifadeyle söylersek, derecesi ne kadar yüksek olursa olsun hiçbir İnsan bir diğerini peygam­berlik makamına çıkaramaz. Nübüvvet ilâhi bir lûtuftur ve doğrudan Allah tarafından ve­rilir.

Bundan dolayı, bir peygambere yaşadığı do­nemde başka bir peygamberin yardımcı ol­ması veya kendisinden sonra tamamlayama-diğı tebliği tamamlamak için başka bir pey­gamberin gelmiş olması o peygamberle ilgisi olmayan tamamen Allah'ın iradesi dahilinde bir hadisedir.

Yine, kendisine yardımcı gelmedi diye diğer peygamberlerin derece bakımından Hz. Muhammed'den üstün olduklarım söylemek de mümkün değildir. Çünkü Kur'ân ve hadi­se dayanan delillere göre kıyamet gününde bütün nebi ve rasûller Hz. Muhammed'in sancağı altında toplanacaklardır. Bundan do­layı ona nebiyü'l-enbiya da denmektedir. Bu Özellik de Hz. Muhammed'e has bir fazilet ve üstünlük olup, önceki peygamberlerin dö­nem dönem ona tâbi olarak gönderildiklerini ve kendisinin başka bir peygamberin yardı­mına ihtiyaç duymadığını göstermektedir. Allah, Hz. Muhammed'e ve onun âl ve asha­bına rahmetlerin en yücesini nasip etsin!

İkinci bir soru: Peygamberlerin sonuncusu­nun büyüklüğü gerçekten kendisinden sonra gelecek olan gayriteşriî peyganjberlere bağh olmuş olsaydı, o vakit Hz. Muhammed'e tâbi olan ve kendinden sonra gelen peygam­berlerin sayısının Musa ve diğer peygamber­lere gönderilenlerden daha fazla olması ge­rekmez mi? Mirza Hz. Muhammed'in ve­fatından sonra kendisinden başka hiçkimsenin pe)'gamber olarak zuhur etmediğini açık ifadelerle beyan etmiştir. Onların mantığına göre Hz. Muhammed'in şanının yüceliğini bu da ispat etmez, çünkü Hz. Musa'ya Harun ve sonraları daha pekçok peygamber yardım etmişken {400 yıldır yalnızca bir peygamber ortaya çıkmıştır. Ve yine bu yeni peygamber (Mirza) kendisinin herhangi bir müslümandan daha İyi, makul bilgi seviyesindeki bir müslümandan daha âlim ve ahlaken daha mazbut olduğunu ispatlayamamıştır. Allah bu gibilerden bizi muhafaza buyursun! Bu iddia­lar tamamen hâteme'n-nebiyyîn Hz. Muham­med'i taciz etmek içindir. Allah'ın laneti sahtekâr ve yalancıların üzerine olsun!



Konu Başlığı: Ynt: Nübüvvetin Sona Erişi İle İlgili Bazı Aklî Deliller
Gönderen: İkraNuR üzerinde 21 Mart 2015, 21:21:36
bilgiler için teşekkür ederim Allah sizden razı olsun. bu bilgileride öğrenmiş oldum.