Konu Başlığı: Müslümanın Milliyeti Ve İnancı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 14 Ağustos 2012, 13:07:41 MÜSLÜMANIN MİLLİYETİ VE İNANCI İslâm, insanlığa ilişkiler, değerler, ölçüler ve bunların alındığı kaynağa dair yeni bir anlayış getirmiştir. İslâm insanı Rabb'ine döndürmek; varlığını, hayatını, ölçü ve değerlerini aldığı yeri en yüce otorite kılmak için gelmiştir. İnsan, O'nun iradesiyle dünyaya geldiği ve O'na döneceği için bütün ilişkilerini O'na götürecek şekilde kurmalıdır. İslâm, insanlar arasında onları ALLAH'a bağlayan tek bir ilişki ve bağlantı gerekçesi bulunduğunu, bu bağ kalmayınca, insanlar arasında sevgi ve yakınlık kalmayacağını belirtmek için gelmiştir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "ALLAH'a ve âiret gününe imanını sürdüren hiçbir topluluğun, ALLAH'a ve Elçisine düşmanlık edenlerle dostluk ettiğini görmeyeceksin." (58: 22) Ortada tek bir hizip vardır, o da ALLAH'ın hizbidir. Diğer bütün hizipler şeytanın ve tağutun partileridir. "İman edenler ALLAH yolunda savaşırlar, inkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır." (4: 76). ALLAH'a ulaştıran yol tektir; diğer yolların hiç biri O'na ulaştırmaz: "İşte benim doğru yolum budur, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!" (6:153). Ortada bir tek ilâhî nizam vardır; o da İslâm'dır. Diğer bütün sistemler câhiliyye düzenleridir: "Yoksa onlar câhiliyye devrine ait hükmü ve kanunu mu istiyorlar? Kesin inanca sahip olanlar için ALLAH'tan daha iyi hüküm veren kimdir?" (5: 50). Takip edilecek tek bir şeriat vardır; o da Allah'ın Şeriatı'dır. Bunun dışındaki herşey hevâ ve hevese dayanan düzenlerdir: "Sonra Biz, seni ilâhî hükümlerden ibaret olan bir şeriat ile vazifelendirdik; sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına aldırma!" (45: 18). Hakikat, bir ve bölünmezdir; ondan farklı herşey sapıklıktır: "Hakikatin dışında sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (hak'tan sapıklığa) çevriliyorsunuz?" {10: 32). Üzerinde İslâm devletinin kurulu bulunduğu, ALLAH'ın şeriatının hâkim olduğu, hadlerinin uygulandığı, müslümanlann birbirlerinin velileri olduğu tek bir yurt (dâr) vardır; o da dârü'l-Islâmdır. Diğer yerler savaş alanıdır (dârü'î-harb). Müslümanın buralarla ilişkisi ya savaştır, ya da anlaşmaya dayalı barıştır. Buna rağmen orası İslâm yurdu olarak nitelendirilemez ve müslümanlarla onlar arasında bir dostluk söz konusu değildir. "Onlar ki inandılar, hicret ettiler, ALLAH yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar kî (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisi (dostu, koruyucusu)durlar. İnanıp da hicret etmeyen (müşrikler arasında yaşayan)lara gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur (onları korumakla yükümlü değilsiniz). Fakat dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda andlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz. ALLAH, yaptıklarınızı görmektedir. Kâfirler birbirlerinin dostlarıdır. Siz bunu yapmaz, birbirinize yardımda bulunmazsanız, yeryüzünde büyük fitne ve büyük bir fesat meydana gelir. İman edip hicret eden ve ALLAH yolunda savaşanlarla bu hicret edenleri barındırıp onlara yardımda bulunanlar, işte gerçek müminler bunlardır. Bunları mağfiret ve bol rızık beklemektedir. Sonradan iman edip hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlar, İşte onlar da sizdendir. Hısımlar ise, ALLAH'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz ALLAH herşeyi hakkıyla bilendir." (8: 72-75). İslâm işte bu yol gösterme ve kesin öğretiyle geldi. İnsanı yer ve toprak bağından koparmak ve onu bunların üstüne çıkarmak için geldi. Bir müslümanın, ALLAH'ın Şeriatının kurulu olduğu ve insan ilişkilerinin ALLAH ile ilişki temeline dayandığı bir yeryüzü parçasından başka ülkesi yoktur; bir müslümanın kendisini dâr'ül-İslâm'da. müslüman cemiyetin bir üyesi yapan inancından başka milliyeti yoktur; bir müslümanın, ALLAH'a olan inancını paylaşan kimselerden başka yakını yoktur, kendisi ve diğer İnananlar arasındaki bağı, ancak ALLAH ile olan ilişkileri sağlar. Bîr müslümanın, annesi, babası, kardeşi, eşi ve diğer aile fertleriyle, ALLAH ile olan ilişkilerinden başka bir ilişkisi yoktur. Onlar aynı zamanda kan ile bağlanmışlardır. "Ey İnsanlar, sizi bir tek nefisten (nefes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inizden korkun; adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz ALLAH'tan ve akrabalık (bağlarını kırmaktan sakının. Şüphesiz ALLAH, sizin üzerinizde gözetleyicidir." (4: 1). Bununla beraber, ilâhî ilişki bir müslümanı, İslâm düşmanlarının saflarına katılmadıkları sürece, ebeveynlerine merhamet ve anlayışla davranmaktan alıkoymaz. Yalnız, İslâm düşmanlarıyla olan İttifaklarını açıkça ifade ederlerse, bir müslümanın onlarla olan bütün akrabalık İlişkileri kesilir, onlara karşı merhametli ve anlayışlı olma yükümlülüğü kalkar. Abdullah b, Ubeyy'in oğlu Abdullah'ın tavrı, bu açıdan bizim için İbret verici bir misâli sergilemektedir. İbni Cerîr, İbni Zİyad'a dayanarak, Hz. Peygamber'in Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah'a şöyle dediğini nakletmektedir; "Görüyor musun, baban ne diyor?' Abdullah sordu, 'Anam ve babam sana feda olsun; babam ne diyor?' Rasûlullah buyurdu ki: "'(Savaştan) Medine'ye dönersek, kimin üstün, kimin alçak olacağını görürüz.1 Abdullah şöyle dedi, 'Vallahi o doğruyu söylemiş. Mutlak sen üstünsün, o da alçak. Ey ALLAH'ın rasûlü, bütün şehir halkı bilir ki, sen Medine'ye geldiğinde, benim kadar ana ve babasına hürmetkar kimse yoktu. Fakat şimdi, eğer Allah ve Rasûlü eğer babamın başını getirmemden razı olacaksa onu hemen getireyim.' Bunun üzerine Rasûlullah'Hayır!1 diye buyurdu. Medine'ye döndükleri zaman, Abdullah babasının kapısına dikildi ve kılıcını kınından çıkararak 'sen misin o Medine'ye vardığımız zaman içimizde kimin alçak olacağını gören diyen? Hayır, vallahi sen üstünlüğün sana mı yoksa Rasûlullah'a mı ait olduğunu öğreneceksin! Vallahi, ALLAH ve Rasûlü izin vermedikçe, ne Medine'ye girebilirsin, ne de yanımda barınabilirsin! İbn Ubeyy yüksek sesle bağırmaya başladı ve iki kere şöyle dedi, 'Ey Hazreçliler, oğlum beni evimden alıkoyuyor!' Fakat oğlu Abdullah, Rasûlullah müsaade etmedikçe onu Medine'ye sokmayacağını tekrarladı. Gürültü üzerine oraya toplananlar Abdullah'ı ikna etmeye çalıştılar, fakat o kıpırdamadı. Bazıları Hz. Peygamber'e gidip, durumu anlattılar. Hz. Peygamber onlara şöyle dedi, 'Varın ona söyleyin, onu eviyle başbaşa bıraksın.' Adamlar geldiler ve söyleneni bildirdiler. Abdullah, "Peygamberden emir geldiğine göre artık birşey demek düşmez bana!' dedi. İnanç bağı kurulduğu zaman, kan bağı olsun veya olmasın, İnananlar kardeş gibi olurlar. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ancak mü'minler kardeştir." Bu âyet bir hüküm olduğu kadar, aynı zamanda bir sınırlamadır. Bir başka âyetinde Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Onlar ki iman edip yurtlarından hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla ALLAH yolunda savaştılar ve bir de onlar ki, bu hicret edenleri barındırıp yardımda bulundular; işte bunların hepsi birbirinin dostu ve yakınıdır..." (8: 72). Bu âyette İşaret edilen dostlar ve yardımcılar, sadece bir nesil ile sınırlı değildir; gelecek nesilleri de içermekte, gelecek nesilleri geçmiş nesile yıkılmaz bir muhabbet, sevgi, dostluk ve merhamet bağıyla bağlamaktadır. "Ve onlardan önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imâna sarılanlar (yâni daha önce Medine'yi yurt edinen Ensâr) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa ereceklerdir. Bunların arkasından gelenler ise: 'Ey Rabbimiz bizi bağışla, bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi de. İman edenlere karşı kalplerimizde bir kin bırakma! Rabbimiz, şüphesiz ki sen çof şefkatli, çok merhametlisin!' derler." (59: 9-10). ALLAH Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, geçmiş peygamberlerin kıssalarını, mü'minlere birer örnek teşkil etmek üzere zikretmektedir. Değişik dönemlerde gelen peygamberler iman ateşini yakmışlar ve mü'minlere rehberlik etmişlerdir. "Nûh Rabbine dua edip yalvardı: 'Ey Rab-bim, oğlum benim âilemdendir. Senin vaadin de haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!' (Allah): 'Ey Nuh, o asla senin ailenden değildir. O, kötü bir amelin ta kendisidir, şu halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme; sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!' Nûh: 'Ey Rabbim, hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten Sana sığınırım; beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrana uğramış olanlardan olurum!' dedi." (11: 45-47). "Ve hatırlayın o zamanı ki, Rabbi İbrahim'i birtakım emirlerle imtihan etmişti de, o bunları tamamen yerine getirdi. Rabbi: 'Seni insanlara rehber yapacağım.' dedi. İbrahim; 'Zürriyetimden de!' diye niyaz etti. Rabbi ise: 'Zâlimler ahdime, rahmet rehberliğime erişemez!' buyurdu." (2: 124). "Onu da hatırlayın ki, İbrahim: Ey Rabbim, bu şehri güvenilir bir yer kıl ve halkından ALLAH'a ve âhiret gününe inananları ürünleriyle rızıklandır!' demişti. ALLAH da: 'İnkar edenleri de kısa bir zaman için, yaşadığı sürece faydalandıracağım, sonra onları cehennem azabına girmek zorunda bırakacağım. Orası ise vanlacak kötü bir yerdir!' buyurdu." (2: 126). İbrahim peygamber babasının ve halkının sapıklıklarında ısrar ettiklerini görünce onlardan yüz çevirdi ve: "Sizden de, ALLAH'tan başka yalvardıklannızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabb'ime yalvarıyorum. Umarım ki Rabbime yaptığım duam yüzünden mutsuz olmam.' dedi." (19: 48). Hz. İbrahim'in ve halkının kıssası ile ilgili olarak, ALLAH mü'minlere birer örnek olmaları için bazı yönleri Önemle vurgulamaktadır. "İbrahim ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misâl vardır; onlar kavimlerine 'Biz sizden ve sizin ALLAH'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi(n taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek ALLAH'a inamncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir." (60: 4). Ashab-ı Kehf olarak bilinen genç ve cesur arkadaşlar, aileleri ve kabileleri içinde imanları ile yaşamalarının mümkün olmadığını görünce onları terkettiler, ülkelerinden göç ettiler ve Rabb'lerinin kulu olarak yaşayabilmek için O'na koştular: "Onlar Rabblerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini artırmıştık. Kalblerini (sabır ve metanetle) bağ-la(yıp kuvvetlendirmiştik, (Kralın önünde) kalktılar, dediler kİ: 'Rabb'imiz göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz O'ndan başkasına Tanrı demeyiz. Yoksa saçma söylemiş oluruz.' 'Şunlar, şu kavmimiz, O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların tanrı olduğuna açık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? ALLAH'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?' (İçlerinden biri şöyle dedi): 'Madem ki siz onlardan ve ALLAH'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabb'iniz size rahmetinden bir parça yaysın (rızkınızı açıp bollaştırsın) ve (şu) işinizden size yararlı bir şey hazırlasın." (18: 13-16). Nuh'un ve Lut'un eşleri, sadece inançları farklı olduğu için kocalarından ayrılmışlardı: "ALLAH inkar edenler hakkında Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu İkisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler, onlara hıyanet ettiler. Kocaları ALLAH'tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı, (onlara): 'Haydi girenlerle beraber sizde ateşe girin!' denildi." (66: 10). Bir başka örnek Fira-vun'un karısı ile ilgilidir. "ALLAH inananlar hakkında da Firavun'un karısını misal verdi. O şöyle demişti: 'Rabbİm bana katında, cennetin, içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden kurtar. Ve beni şu zâlimler topluluğundan kurtar!" (66: 11). Benzer şekilde, Kur'ân değişik ilişkileri Örnek olarak vermektedir. Nuh'un kıssasında ebeveyn ilişkisi örneğini; İbrahim'in kıssasında bir yurdun evlâdı örneğini; Ashab-ı Kehf kıssasında geniş bir akraba, kabile ve memleket ilişkisi örneğini görüyoruz. Nuh, Lut ve Firavun kıssalarında evlilik ilişkileri örneği vardır. Büyük peygamberlerin hayatlarından ve ilişkilerinden örnekler verdikten sonra vasat ümmet'ten, yani ilk müslümanlardan örnek verelim. Bu topluluğun hayatlarında birbirine benzer pek çok örnek vardır. Bu topluluk, Allah'ın mü'minler için seçtiği ilâhi yolu takip ettiler. Daha önce kurmuş oldukları ilişkileri bozulunca, yani birini diğerine bağlayan başlangıç ilişkileri bozulunca, aynı aileden veya aşiretten insanlar farklı gruplara bölündüler. Yüce ALLAH, mü'minleri överek şöyle buyuruyor: "ALLAH'a ve ahİret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa ALLAH'a ve Elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. ALLAH onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru ve Kur'ân ile) desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. ALLAH onlardanrazı olmuş onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar ALLAH'ın hizbi (partisi)dir. Muhakkak ki başarıya ulaşacak olanlar, ALLAH'ın hizbidir." (58: 22). Hz. Muhammed ile amcası Ebu Leheb ve amcası oğlu Amr İbn Hişam (Ebu Cehil) arasında kan bağının parçalandığını, Mekke'li muhacirlerin Bedir'de ailelerine ve akrabalarına karşı savaşırlarken, Medineli ensar ile aralarındaki, ortak inanca dayanan bağı güçlendirdiklerini görüyoruz. Kan bağından da öte, onlar adeta kardeş gibi oldular. Bu ilişki müslü-manlar arasında, Arapları ve Arap olmayanları da içeren yeni bir kardeşlik oluşturdu. Bizans asıllı Şuayb, Habeş asıllı Bilal ve İran asıllı Salman, hepsi kardeştiler. Onlar arasında kavmiyetçilik yoktu. Soy gururu sona erdirilmişti, kabile asabiyetinin sesi susturulmuştu. Rasûlullah @ onlara şöyle sesleniyordu: "Asabiyetten vaz geçin. O bir pisliktir." ve "Asabiyete çağıran bizden değildir. Asabiyet için savaşan bizden değildir. Asabiyet uğrunda ölen bizden değildir." Böylece bu soy sop taassubu son buldu, ırka ait naralar birden oluverdi, kavmiyet lekesi silindi. İnsan ruhu, et ve kan bağından ve toprak ve memleket gururundan kurtuldu ve daha yüksek ufuklara açıldı. O günden bu yana, bir müslümanın ülkesi bir toprak parçası değil, fakat İslâm'ın yurdu (dârü'l-İslâm)dır, yani imanın hükmettiği, ALLAH'ın Şeriatının hâkim olduğu, müslümanın barındığı, savunduğu, genişlettiği ve uğrunda şehit olduğu yurttur. Bu İslâm yurdu, zımmilerin olduğu gibi İslâm şeriatını bir devlet hukuku olarak kabul eden herkesin sığınağıdır. Fakat İslâm şeriatının uygulanmadığı, İslâm'ın hâkim olmadığı her yer, hem müslüman, hem de zımmi için savaş yurdu (dârü'l-harb) olur. Bir müslüman, doğum yeri de olsa, kan ve soyca bağlı da olsa veya malının-mülkünün bulunduğu yer de olsa, böyle bir toprak parçasına karşı savaşmaya hazır olmalıdır. İşte bu yüzden Hz. Muhammed, doğum yeri, akrabalarının yaşadığı, sahabelerin evlerinin ve mülklerinin bulunduğu ve terkedip göçtükleri Mekke şehrine karşı savaştı; çünkü orası, Mekke toprağı, ne kendisi ne de ümmeti için, İslâm'ın kuşattığı ve Şeriatın hâkim olduğu yer olana kadar dârü'I-İslâm değildi. İslâm budur işte. İslâm, dilin ifade ettiği birkaç kelime, İslâmi olarak isimlendirilen bir ülkede doğmuş olmak veya müslüman bîr babadan miras değildir. "Hayır, Rabbin hakkı için, onlar aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden kalplerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş sayılmazlar." (4: 65) İşti İslâm sadece budur ve sırf böyle bir ülke İslâm yurdudur. Ne toprak, ırk ve ulus taassubu; ne soy ve akrabalık taasubu; ne de kabile ve aşiretçilik taassubu. İslâm, bakışlarını semaya çevirebilsinler diye insanları toprak bağlarından, yüceler yücesine yükselsinler diye de kan bağı zincirlerinden kurtarmıştır. Müslümanın, içinde yaşadığı ve savunduğu yurt, sadece bir toprak parçası değildir; müs-lümanı nitelendiren milliyet, hükmedenlerin belirlediği milliyet değildir; müslümanın ailesi, içinde tatmin bulduğu ve savunduğu aile olmakla beraber, kan ilişkisi değildir; müslümanın iftihar duyup altında şehit olacağı bayrak, bir kavmin bayrağı değildir; ve bir müslümanın, kutladığı ve onun için ALLAH'a şükrettiği zafer, herhangi bir ordu galibiyeti değildir. Zafer, ALLAH'ın âyetinde geçen zaferdir. "ALLAH'ın yardımı ve fetih geldiği, insanların dalga dalga ALLAH'ın dinine gidiklerini gördüğün zaman, Rabb'ini överek teşbih et, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri kabul edendir." (110: 1-3). Bu zafer, ancak İman sancağı altında elde edilir, diğer bayrakların altında değil; mücadele ancak ALLAH'ın rızası için, O'nun dininin ve hükümlerinin zaferi için, dârü'l-İslâm'ın korunması için ve yukarıda belirttiğimiz unsurlar içindir, başka bir gaye için değil. Mücadele ne ganimet, ne şöhret, ne bir ülkenin veya ulusun şerefi ne de çoluk çocuk için değil, sadece ALLAH için. Onları ALLAH'ın dininden uzaklaştıracak, fitneden korumak bunun dışındadır. Ebu Musa'dan rivayet edildiğine göre: "Hz. Peygamber'e, cesaret, şeref ve şöhret için savaşanlardan hangisinin ALLAH yolunda olduğu soruldu. Peygamber şöyle buyurdu: 'Kim ALLAH sözünün üstün gelmesi için savaşırsa o ALLAH yolundadır." Şehitlik şerefine, ancak ALLAH'ın davası için savaşıldığı zaman erişilir. İnsan başka bir gaye için öldürülürse bu şerefe ulaşamaz. Bir ülke, inancı yüzünden müslümana karşı savaşıyorsa, dinini yaşamasını engelliyorsa ve Şeriatı uygulamıyorsa, müslümanın ailesinin, akrabalarının ve halkının yaşadığı yer bile olsa, sermayesinin ve ticaretinin olduğu yer bile olsa dârü'l-harb'ûr. İmanın hâkim olduğu ve Şeriatın işlediği bir ülke, müslümanın ailesinin, akrabalarının ve halkının yaşadığı yer olmazsa ve orada herhangi bir ticarî faaliyeti bulunmazsa bile dârü'l-İslâm'dır. Ata toprağı İslâm inancının, İslâmî hayat tarzının ve ALLAH'ın Şeriatı'nın hâkim olduğu yerdir; "ata toprağının" sadece bu anlamı insan için kıymetlidir. Aynı şekilde, "milliyet" İnanç ve hayat tarzı demektir ve sadece bu ilişki insan şerefi için kıymetlidir. Aile, kabile, ulus, ırk, renk ve ülkeye göre gruplaşmak, insanın ilkel halinden kalma adetlerdir; bu câhili gruplaşmalar, insanın manevi değerlerinin aşağı seviyede olduğu bir dönemden kalmadır. Hz. Peygamber onları, insan ruhunun başkaldırması gereken 'ölü şeyler' olarak isimlendirdi. Yahudiler, ırklarına ve uluslarına dayanarak ALLAH'ın seçilmiş halkı olduklarını iddia ettikleri zaman, ALLAH Teâlâ onların bu iddialarını reddetti ve her dönemde, her ırkta ve her ulusta tek bir ölçünün, iman ölçüsünün olduğunu bildirdi. ''Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız.' dediler. De ki: 'Hayır, biz dosdoğru İbrahim dinine (uyarız). O, (ALLAH'a) otak koşanlardan değildi.' 'ALLAH'a, bize indirilene, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rabbleri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz ALLAH'a teslim olanlarız' deyin. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; ama dönerlerse mutlaka anlaşmazlık İçine düşerler. Onlara karşı ALLAH sana yeter. O, işitendir, bilendir. ALLAH'ın boyası (ile boyan). Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz." (2: 135-138). ALLAH tarafından gerçekten seçilmiş insanlar, hiçbir ırk, renk, ulus ve ülke farkı gözetmeden ALLAH'ın sancağı altında toplanan müslüman topluluktur. "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men'edersiniz ve ALLAH'a İnanırsınız." (3: 110). Bu ümmet, saflarında Arap asıllı Ebu Bekir'i, Habeş asıllı Bilâl'ı, Bizans asıllı Şuayb'ı, İran asıllı Salman'ı ve diğer imanlı kardeşlerini barındıran ilk neslin oluşturduğu ümmettir, Takip eden nesiller onlara benziyorlardı. Burada milliyetçilik inanç, yurt dârü'l-İslâm, kanun koyucu ALLAH ve anayasa Kur'ân'dir. Bu asıl yurt, milliyet ve ilişki anlayışı, insanları ALLAH'a davet edenlerin kalplerine kazınmalıdır. Onlar, bu anlayışı bulandıran ve yurt ile, ırk veya ulus ile veya soy ve maddi menfaat ile ilişkilerdeki şirk gibi, en ufak bir gizli şirk unsuru bulunduran câhiliyyenin bütün etkilerinden kurtulmalıdırlar. Bütün bunlar Yüce ALLAH tarafından bir âyette anılmaktadırlar. ALLAH teâlâ bu âyette bu ilişkileri bir tarafa, müslümanın inancını ve sorumluluklarını bir tarafa koymaktadır ve insanları seçimlerini yapmaya davet etmektedir: "De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretsiniz), hoşlandığınız meskenler, size ALLAH'tan, Elçisinden ve O'nun yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise o halde ALLAH emrini getirinceye kadar gözetleyin (başınıza gelecekleri göreceksiniz)! ALLAH, yoldan çıkmış topluluğu (doğru) yola iletmez." (9: 24). Aynı şekilde, ALLAH yoluna davet edenlerin kalplerinde cahiliyyenin ve İslâm'ın gerçek vasfı, İslâm yurdu ile harp yurdunun niteliği konusunda bir takım sathî şüpheler ve tereddütler bulunmamalıdır. Onların düşüncelerine ve kesin inançlarına bu noktalardan çok sızmalar olabilir. ALLAH'ın hâkimiyetini tanımayan ve O'nun şeriatının uygulanmadığı hiçbir yerde İslâm yoktur. Hayat tarzı ile ve hukuk sistemi ile İslâm'ın yürürlükte olduğu yer dışında hiç bir yer İslâm yurdu değildir. İmanın ötesinde küfürden başka birşey yoktur. İslâm'ın ötesinde câhiliyyeden başka bir şey olamaz. Haktan sonra dalâletten başka birşey yoktur." (Seyyid Kutub, a.g.e.). |