Konu Başlığı: Musevîlik Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ağustos 2012, 16:31:50 Musevîlik Mahiyeti: Musevilikteki dinî uygulamanın esası, Hammurabi kanunlarının en iyi ifade ettiği ve tek olan Amurî kabilelerin uygulamalarıyla aynıdır. Fakat, bu uygulama insan aklının üstünde olan bir tek tanrı inancıyla değişime uğramıştır. Amurrular beraberlerinde "dünyanın dört köşesinin" tek hükümet tarafından yönetilmesi ve bu dünya devletinin kralı Hammurabi tarafından ilân edilen ilâhî kanunun hükmü altında bütün insanların eşitliği yolundaki isteklerine bir temel vazifesi gören gelişmiş monoteist bir kavramla Mezopotamya'ya vardılar. Fakat, daha önce de gördüğümüz gibi bu monoteist kavramın saflığı şirk ile (diğer varlıkların Allah'a ortak koşulmasıyla) bozulmuştu. Hz. İbrahim, Marduk'un eğer gerçekten Allah olsaydı, başka hiçbir tanrıya İhtiyacı olmayacağını keşfetmişti. Ne yaratmada, ne de yönetmede Allah'ın başka hiçbir yardımcıya ihtiyacı olamazdı. Bu yüzden, güneş tanrısı Şamaş, fırtına tanrısı Enlil ve ay tanrıçası İnanna tanrılar değiller, yalnızca hayal gücünün birer uydurmalarıydı. Allah gerçekten de Allah olduğu için insanlar başka hiçbir tanrıya ne ibadet ne de başka birşeyle yükümlü idiler. Bu, Hz. İbrahim'in soydaşları, Amurrular için o zamanlarda düşünülemeyecek bir şeydi ve bu fikirlerinden dolayı İbrahim'i ölümle tehdit ettiler. O zaman İbrahim kendi kabilesinin başına geçti ve onlarla birlikte Ur'dan ayrıldı. Yeni göçmenler olarak Arap çölüne girdiler ve yeni bir bölge ve yeni bir kadere doğru hareket ettiler. M.Ö. 19. yüzyılda Bereketli Hilâl'in tamamında Arap hegemonyasını kuran Amurru ortak fikrinden bu ayrılma, İbrânileri bölgenin diğer sakinlerinden kendilerini tecride zorladı. Kendilerini İbrahim'in büyük keşfinin terminolojisiyle, "yalnız Allah'a ibadet eden ve O'ndan başka hiçbir şeyi mabut kabul etmeyen" insanlar olarak tekrar izah ettiler. Tevhidî inancın üstünlüğü, anlayışlarına galip geldi ve onlan bu kutsî inançları uğruna elverişsiz şartlara katlanmaya ve acı çekmeye hazırladı. Tevhidi inançta Allah, diğer bütün tanrıların inkâr edilmesini emreder. İbadet ve tapınma yalnız O'nun içindir. Bu da, diğer insanların dinlerini değiştirmeleri ve Allah yoluna dönmeleri için O'na inananlara bütün gayretleri ve ikna kabiliyetleriyle çalışmaları görevini yükledi. Çünkü tek tanrı inancı, âlemşümul bîr görev olmadan ve diğer inançların mensuplarıyla ilişkide bulunmadan gerçekleştirilemez. Ancak, İbrahim'in görüşüyle Mezopotamya monoteizminin şirkini temizleyerek Amurru fikir birliğini güçlendirmek yerine, İbrâni-lerin kendi üstünlüklerine inanmaları beraberinde fizikî ayrılığı getirdi. Allah'la yapılan sözleşmenin bir "beden" sözleşmesi hâline getirilmesi İbrânilerin kendilerini diğer insanlardan fizik olarak farklı görmelerini sağladı. İki nesil sonra bu mübalağalı ayrılıkçılık, sebebi olan orijinal gerçeği bozmaya başladı. İbrânilerin dinî uygulaması İbrahim'in tek ve üstün olan Allah'ından, "kutsal metin" patriklerinin "millî dini' tanrısına döndü. Patriklerin tanrıları yalnızca "onların" iken, diğer insanlar da tek ve kendilerine ait tanrılarına sahip olabilirler. (Bu, Sargon Öncesi Mezopotamya'daki politeizmin aynıdır.) Böylece İbrâniler aralarında yaşamaya geldikleri kabile ve boylarla kaynaşmayı reddettiler ve bu kabileler tarafından da kabul görmediler. Gerçekten de İbrâniler, İbranî olmayan ev sahiplerinin "toprağı işleyelim . . . [onlarla] tek bir halk haline gelelim . . . kızlarını eşler olarak alalım ve onlara da eşler olarak kızlarımızı verelim . . . onların sünnet olduğu gibi biz de sünnet olalım" çağrılarına kulak vermediler ve onları İbrani inancına almayı reddettiler (Tekvin, 34: 16,21-22). îbrâniler Paddan-Aram'da, Harran'da, Sikhem'de, Edom'da, Bethel'de ve Hebron'da tekrar tekrar kaçmak zorunda kaldılar; çünkü İncil'i değiştiren yazarlardan birinin Yakub'un ağzından dediği gibi: "Memlekette oturan Kenânîler ve Perizzîler arasında beni iğrenç ederek derde soktunuz; ve ben sayıca azım, bana karşı toplanıp beni vuracaklar; evimle beraber ben helak olacağım." (Tekvin, 34: 30). İlâhî aşkınlığın yüksek nazarında kendilerini farklı görmeleriyle başlayan İbrani asabiyeti, sahip olduğu saf monoteizmin, dejenere olarak sonunda monolatri'ye [monolatry başkalarına ait tanrıların varlığını kabulle birlikte, yalnızca kendi ırkına has tanrı olduğu düşüncesi] dönüşmesine yol açtı. Bu da İbrani halkını ırkçı bir döneme soktu. Ibrânilerin ve ataları Yahudilerin dinî uygulamalarının mahiyeti patriklik çağlarından beri aynı kaldı. Hem Allah'ın üstünlüğü ve evrensel ahlâkla birlikte İbrahim'in görüşünü hem de ırkçılık ve ayrılıkçılığın her ikisini de bünyesinde barındırdı. Her iki görüş de her zaman sabit durumdaydılar. Birisi diğerinin üzerinde çağlar boyunca baskın kaldı, fakat asla onu ortadan kaldıracak kadar başarılı olamadı. Tarih bize, zamanın çoğunda bu baskın gelenin ırkçılık olduğunu ve bunu yaparken aynı zamanda da ilâhî üstünlüğü ters yönde etkilediğini söyler. Patriklik dönemi: Tanrı kavramım farklı görmeleri sebebiyle (kendilerini eski çağlardaki Yakın Doğu'nun bütün toplumundan ayırmalarının ters etkisi dışında) İbrânilerin dinî hayatı konusunda çok az şey bilinir. İlk olarak, bir Allah'a olan bağlılıkları, onlar O'na ait oldukları kadar O'nun da onlara ait olduğu düşüncesiyle O'nu "baba" olarak değerlendirmelerine sebep olmuştur. Bu, aynı zamanda bir çok yerde değişik şekillerde bol bol delillendirilmiştir: "Babalarımızın Allah'ı", "Atalarımızın Allah'ı", "İbrahim'in Allah'ı", "Yakub'un Allah'ı" ve diğerleri; ve bir çok yerde de kendilerini "Allah'ın oğulları" olarak vasıflandırırlar. Böylece bu tek ve özel ilişki bir olan tanrıya beşerî vasıflar atfetmeye dönüştürülmüştür. Bu benzetme -eğer bir benzetme olarak başladıysa- bir gerçek olarak değerlendirilmeye başlandı. Böyle bir anlayış diğerlerinin de başka tanrılara sahip oldukları yolunda akla baskı yapacak ve böylece "bizim" tanrımızın başka birçok tanrının arasında olduğunu düşünmemize sebep olacaktır. Muhakkak ki "bizim" tanrımız düşmanlarımıza karşı bizi koruyacak kadar güçlüdür, fakat bu diğer tanrıların varlığını reddetmez. Zamanla, akıl diğer tanrıları hoş görmeye, varlıklarını dikkate almaya ve meşruiyetlerini kabul etmeye başlar. Bu gelişme Elohim kelimesinin Tevrat boyunca çoğul olarak kullanılmasının da sebebi olmalıdır. İncil âümleri Allah için Elohim kelimesinin kullanımının İbrani dinî geleneğinin bir sendeleme işareti olduğunu ve İbrani düşüncesinde bunun "Yehovist" tökezlemesiyle de birleşerek Tevrat'ı meydana getirdiğini kabul ederler. Ne MÖ. yedinci yüzyıldaki Deuteronomik (ikili anlayış) reform, ne de Kutsal Ki-tab'ın ruhbanlar için hazırlanan yeni bir baskısı bu terimi ya da onunla özdeşleşmiş olan fikri yok edemedi. İncilde Elohim kelimesinin kullanımının tetragramaton (Yehova) kullanımına oranı 2222 'ye 398'dir. Gerçekte bir Yahudi İbrânice İncil'i okurken tetragramaton ile karşılaşırsa bunu "Elohim" diye okur. Bu yeterli değilmiş gibi Tevrat şunu da söyler: "Benî Elohim", yani Allah'ın oğulları, "adamların güzel kızlarını gördüler ve seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar"; ve devamında, "Benî Elohim insan kızlarına yaklaştılar ve onlar da onlara çocuklar doğurdu." (Tekvin, 6: 2-4). Hz. Musa dönemi: İbrânilerin Bereketli Hilâl'in (Mezopotamya) İç köşelerindeki yelkovan yönünün tersi hareketleri sırasında arkalarında bıraktıkları kabile adamları yerlilerle kaynaşmak İçin çok istekliydiler. Bu çöl göçmenleri bütün bölgeye nüfuz ettiler ve yerleştiler. Bereketli Hilâl'in iç kenarlarında yaşayan bu insanlar, Arabistan çölüyle, içerlerde yaşayanlara göre daha yakın ilişkiler kurdular. Çölün orijinal ideolojisinin saflığını, ilerilere gitmeye cüret edenlerden daha iyi korudular ve çölde olanlardan çok daha farklı şartlarla yüzyüze geldiler. İşte, ayrılıkçılık Mısır'da yerleşmelerine imkân vermezken, İbrânilerin bu çöl kenarında kabul görmeleri ve kendilerine barınak bulmalarının sebebi budur. İbrani asabiyeti -bir Mısırlı olarak büyüyen, bir Mısırlı ismi verilen ve bir Mısırh prenses tarafından yetiştirilen- Hz. Musa'yı, Mısırlı bir yöneticiyle başı derde giren bir İbrani'yi desteklemeye, yöneticiyi öldürmeye ve hayatını kurtarmak için de kaçmaya zorladı (Çıkış, 2). Medyen'e sığındı, kabile reisinin kızıyla evlendi ve Musa'nın Medyenlilerle kaynaşmasına imkân verecek kadar İbrani dinine yakın olması gereken Medyen dinini öğrendi. Gerçekten de Medyen dininin saflığı ve kat'iliği Musa'da temel birtakım sezgiler ortaya çıkarmış ve onda çöl dini için bir tutku uyandırmış olmalıdır. İbrânileri, Mısır'da gördükleri ezâ ve cefâdan uzaklaştırıp çöl dinine, menşelerine dönmeleri için teşvike başladı. "Allah'ın dağı Horeb"de duyduğu ses, kayınpederi Yetro ve Medyenülerin ruhunda uyandırdıkları dinî alâkanın üstüne yeni bir canlılık kattı (Çıkış, 3: 1-10). Bu da, İbrânilerin göçlerine izin vermesini Firavundan rica etmek üzere Mısır'a geri dönmesi için yeterliydi. İbrânilerin Musa'nın liderliğinde ilk yerlerine, çöle geri dönüşleri sırasında başka bir dinî uygulama meydana çıktı. Bu uygulama Medyenliler başta olmak üzere çöldeki ev sahiplerinin yanısıra İbranileri de içine alan toplu bir uygulamaydı. Medyenlilerin reisi (Musa'nın kayınpederi) "Sina'dan gelen ve Seir'e üzerlerine doğan [ve] Paran dağından ileriye doğru parlayan Dağ'ın Tanrı'sı-na"(Tesniye, 33: 22) yakılmış kutsal bir yiyecek sunuyordu (Çıkış, 18: 12). Grup, daha Önceden zikredilen Mısır'a gitmeyen diğer İbrâniler, bölgede dolaşan bedevi Habirler, güney Filistin ve kuzeybatı Arabistan'ın kabilelerinden oluşan "karışık bir çoğunluktu". Bu kabilelerden birçoğu bazı İncil pasajlarının da şahitlik ettiği gibi (I Samuel, 27: 10. 30: 29; Hakimler, 1: 16), Filistin'e yerleşmelerinden sonra bile amfıktiyonîk öncesi kim liklerinİ korumuşlardı. Kenitler, Kenizzitler, Cerahmeütler (belki de İsmail'in yerleşmesi zamanında Hicaz'ı hâkimiyetlerine alan Cürhümî kabilesi insanları) patlamasını Allah'ın bir işareti olarak kabul ettikleri Horeb volkanik dağında bir araya geldiler (M. Noth, The History of israil, sh. 132). Burada Ye-hova'ya ibadet etmek ve hayatlarını onun emirlerine uygun bir hâle getirmek için bu kabileler arasında bir amfiktiyoni ya da "kutsal ittifak" kuruldu. Çölde takdis olunmuş mabet gibi bir yer bulunmadığı için amfıkti-yoniyi meydana getiren âletlerle birlikte kanunu da içinde taşıyacak bir sandık yapıldı. "Sina Anlaşması", Dağın Tann'smca tasdik edilen ve yeni imzalanmış kanun tarafından da somut bir yön verilmiş olan bu çok sayıdaki kabilenin Musa'nın liderliğinde bir araya gelmeyi kabul ettikleri bir anlaşmaydı. Bu "yeni" kanun aslında yeni değildi. Derebeyle-rin bölgedeki çeşitli güçlerle ifade ettiği anlaşmalara benzer bir formda beyan edilmişti ve Hammurabi kanunlarına benzer bir mahiyet taşıyordu. Hz. Davud Dönemi: M.Ö. onbirinci ve oni-kinci yüzyıllarda bu "karışık çokluğun" Filistin'e girmeleri ve yerleşmeleri daha sonraki İncil yazarlarının hikâyelerinde sunmayı seçtikleri gibi İbrânilerin komşularına duydukları kin sebebiyle ortaya çıkan kanlı bir fetih değildi. Muhakkak birtakım karışıklıklar ve savaşlar meydana gelmiş olmakla birlikte, aynen çoban Dumuzi misâlîndeki gibi çoğunluk gelmiş, yerlilerle evlenmiş ve kaynaşmıştır. Bu Filistin'e girişin Amalekite'ın güneyi boyunca değil de daha uzun yoldan kaynaşmanın mümkün olabildiği ve büyük ihtimalle amfiktiyoni kuvvetlerinin bu kaynaşma ile güçlendiği Edom ve Moab üzerinden olmasının sebebidir. Bu dönemin daha önemli bir özelliği de Filistin'deki göçmenlerin kültürel açıdan etkilenmeleri ve buna bir tepki olarak aşın İbrani asabiyetinin ortaya çıkışıydı. Filistin Hititler, Perizzitler, Jebusitler, Moabitler, Edomitler, Filistinliler, Fenikeliler, Süryâniler ve KenâniJerle doluydu. Genel din ve kültür, Kenan dini ve kültürüydü. Bu dine ait olmayanlar amfiktiyoni kabileleri bölgeye girdiklerinde hemen asimile oldular. Dinî seviyede her insanın Allah'a ulaşan açık ve serbest yolda kendisini yönettiği "rahipler kavmi" dinî hayatı rahipler tarafından yönetilen bir millet hâline geldi (Çıkış, 19: 6). Buna paralel olarak, çölün herhangi bir yerinde ibadet etmekten köyde veya şehirde sabit bir yapıda ya da tahsis ve takdis olunmuş bir yerde ibadet etmeye doğru aşamalı bîr değişiklik oldu, Aynı zamanda Kenânîlerin ayrıntılı kutsal sistemleri de değişti. Çölün "arzu ettiğin gibi ibadet et" tutumu da aynı şekilde yerini yerleşik çiftçilerin ihtiyaçlarına karşılık olarak gelen, mevsim ritmine dayandırılmış bir Kenan dinî takvimine bıraktı. Kültürel seviyede ise İbrâniler yavaşça Kenan dilini yani İbrânice'yi öğreniyorlardı. Onlar buraya kabilenin ilk döneminden kalan ve kuzeybatı Arabistan ve güney Trans-Ür-dün kabileleriyle birlikte olduklarını çağrıştıran bir başka Ârâmî lehçesiyle gelmiş olmalıydılar. Çöl göçebeliğinden yerleşik çiftçiliğe geçerken giyimleri, yemeleri, evlenmeleri ve diğer hayat tarzları Kenânlılarla uyum sağlıyordu. Kabile birliği ve başkanları ya da "hâkimleri" tarafından oluşturulan yönetim krallığa (Samuel, Saul) ve hanedanlık yönetimine (Davud) yol açtı. Davud'un oğlu Kral Süleyman, tapmağının planlanmasında ve İnşasında Kenânîlerin yardımını kullandı (Krallar, 7: 13). Sur'dan Hıram ve onun insanları tahtaların ve inşaat malzemelerinin sağlanmasının yanısıra özel iş alanlarının da birçoğunda görev aldılar, Ek olarak Süleyman, "Firavun'un kızı ile beraber Moabîler, Ammonîler, Edomîler, Saydalılar ve Hittîler-den birçok yabancı kadınla" (Kırallar, 11:1) evlendi. Bu kadınlar ve temsil ettikleri dinî ve kültürel etkiler Süleyman'ın kalbini "diğer tanrıların ardına" düşürmeyi başardı. Süleyman'ın hükümdarlığı öyle Kenanîleşmişti ki "Saydalılarm tanrıçası Astartin'in ve Ammonîlerin kötülük sebebi Milkon'un ardına düştü." (Kırallar, 11:4-5). Süleyman'ın hanımları onun otoritesi üzerinde hiçbir etkiye sahip olamadılar, ama Süleyman, çevreyi "Ke-moş için . . . Molek için yüksek yerler"yapa-rak buraları, "buhur yakan ve kurbanlar kesen hanımlarının" tanrıları için heykeller ve sunaklarla doldurdu (Kırallar, 11:7-8). Gerçekte de İbranî ve Kenânî hayat tarzları arasındaki fark saflığını kaybetti ve hemen hemen yok oldu (Noth, History of Israel, sh. 218). Bu durum tutucu unsurları daha da fazla taasuba itti; krallık Yahuda ve İsrail diye ikiye ayrıldı. İsrail'in asimilasyona olan meyli, mensuplarının Bereketli Hilâl toplumu içinde iz bırakmaksızın yok olmasına sebep oldu. Hanedanlık ve yerel tartışmalarla parçalanmış kraliyet idaresi de M.Ö. 722'de Asurlular tarafından yıkıldı. Yahuda'nın daha güçlü olan etnosentrizmi Babİl tarafından tamamen yıpratıldığı döneme kadar ömrünü uzatmasını sağladı, ama M.Ö. 587'de liderleri sürgüne gönderildi. Sürgün Dönemi: Babü'de kültür etkileşimi sürgünlerin çoğunlukla ırkçı ve tutucu olmaları gerçeğine rağmen devam etti. O zamana kadar Babil'e doğudan yeni dinî tesirler gelmişti. Bunların içinde en ilgi çekici olanı -beraberinde melek ve şeytan fikri, Cennet-Cehennem ve hesap günü ile- ahiret inancı ve mesihîlik düşüncesiydi. Mezopotamyahlar bu uzun çabalarından artık bıkkın hâle gelmişler ve üçbin yıl Öncesinde kendi medeniyetlerini ortaya çıkaran değerlerinden kuşku duymaya başlamışlardı. Sonuçta, belirlenmiş saat (kıyamet) geldiğinde tüm insanları yeniden diriltecek, dünyayı bozulmamış bir safiyete ve iyiliğe geri döndürecek, insanları maden eriyiğinin içine daldırarak günahlarından arıttıktan sonra "Cenne'"e sokacak kurtarıcının ya da Saoshyant'm sözüne yenik düştüler. Açıkçası yeni dinî görüşleri ümitsizlik ve mazlumluk doluydu. Bu en çok dünyadaki krallıklarım Tann'nın krallığının bir kopyası yapamayanların, sosyal düzenin kendisini kontrol edebildiğine ve kendi dengesini koruyabildiğine İnanmayanların hoşuna giden bir inançtı. Böylece sürgünlerin çoğu Mezopotamya'da nesillerini yetiştirdiler ve Yahuda'ya dönmek için bütün yalvarışları reddettiler. Çok azı Yahuda'ya dönüş için etnosentrik umutlarını desteklemek ve düşmanlarına karşı bir savunma sağlayabilmek için yeni dinî görüşe -mesiyanizme- katıldılar. Bunu gerçekleştirenlerin lideri, Babil'in düşmanı İran'ın yükselişini yeniden sağlayarak, zaferlerle Kudüs'e dönmeleri için bir mesih gibi sürgünlere liderlik eden ve Davud Krallı-ğı'nin zaferlerini yeniden yaşatan İşaya idi (İşaya, 40). Babil'de sürgünde bulunan Yahudiler eski Mezopotamya'nın arzusu olan evrensel bir toplum ve bir dünya devleti kavramını yeniden öğrendiler. Babil'in bu ideali gerçekleştirebilmek için yaptığı teşebbüslere şahit oldular ve İranlıların da aynı yoldaki faaliyetlerini duydular. Kuruş, eyaletleri birbiri ardınca imparatorluğuna kattıkça dünya devletinin ortaya çıkışı safha safha gözlerinin önünde gerçekleşti. Bu durum Yahudileri, kendilerini esir eden Babilliler ve kendilerini kurtaran İranlılarla rekabet etmek üzere harekete geçirdi ve İşaya'nın zihninde yeniden kurulmuş Yahuda krallığının dünya devletinin merkezi olduğu fikirleri canlanmaya başladı. Orası kanunun merkezi olacaktı ve oradan "kanun ileriye gidecek . . . dünyafyı] yargı [lamak için] . . . küçük adalar[ı] ... ve Musevi olmayanlar[ı da]" (İşaya, 2: 3; 42: 1- 4). Aynı şekilde "millî din"in tanrısm kudreti ve hükümranlığı diğer tanrılara iktidarsızlıklarını göstermek, hatta onların hayatta olmadıklarını bildirmek için meydan okumaya başladı (İşaya, 40, 41, 45). Fakat ulaşılmak istenen gaye eskisi kadar etnosentrik kaldı, hatta daha da ilerledi. İbrânilerin yükselmesi ve güçlerini yeniden kazanmaları için herşeyinüze-rinde, herşeye gücü yeten bu Tanrı (Yeho-va)'nın dünyanın milletlerini ezmesi ve onlara boyun eğdirmesi gerekiyordu (îşaya, 40: 15; 49: 25-26). Yehova şöyle diyordu: "İşte, milletlere (Musevi olmayanlara) elimi kaldıracağım ve kavmlara bayrağımı yükselteceğim; ve senin oğullarını kucaklarında getirecekler, ve senin kızlarını sırtlarında taşıyacaklar. Ve krallar'sana lala ve kraliçeleri sana dadı olacaklar; yere kapanıp seni selâmlayacaklar ve ayaklarının tozunu yalayacaklar." (İşaya, 49: 22-23). Böylece bu fantastik söze ulaşabilmek için düşmanlarına karşı kızgınlıkları etnosentrik abartmalarıyla birleşti ve sürüp gitti. . Sürgün Sonrası Dönem: Yahuda krallığının tekrar kurulması için düzenlenen plan işlemedi. Çok az insan İşaya'nın isteğini cevaplandırdı, çoğu Babil'de kalmayı tercih etti. Diğer teşebbüslerin de sonuçsuz kalması, inananları, bu hedefin gerçekleşmesinin zaman içerisinde imkânsız olduğuna ikna etti. Zamanla Davud krallığı idealize edildi, manevî bir ortama geçirildi ve zamanın ötesine itildi. Babil'de öğrenilen ahiret inancı, Davud krallı-ğıyla birleştirilerek cihanşümul bir mesiyanik ümidi oluşturuldu. Esas malzemesi siyasî ve ırkî bütün unsurlardan temizlenmiş olan bu ümit, kendisinden Hıristiyanlığın filizlendiği bir tohum oldu. Krallığın ruhanîleştirilmesi yolunda gösterilen çabanın içe dönük bir hâle getirilmesi trajik gerçek için güçlü bir ilaçtı. Irkî gayret güdenler tarafından ele alınan bir diğer alternatif, Perslerin yerini alan hükümdarlara karşı başlatılan siyasî ve askerî mücadeleydi. Yunan ve Roma hakimiyeti altındaki Yahudalı taraftarların birbirini takip eden ayaklanmaları başarısızlığı körükledi. Sİyonu imha etmek ve siyasî, kavmî bir krallık olarak hâlâ ona inanan kişileri dağıtmak için yıkıcı tedbirler alındı. Temple ve Kudüs sonunda tamamen tahrip edilince Yahuda rahipleri Temple (tapmak) ibadetinin sona erdiğini duyurdular. Böylece Yahudi ibadeti yalnızca Tevrat'ı okumak, Sebt'i (Cumartesi gününü) değerlendirmek, oruç tutmak ve yeri geldiğinde kişisel kurallara uymak hâline indirgendi. Arabistan Yarımadası'nda Musevilik: Rahiplerin çöllerde dolaşmaları kadar Filistin'de diğer tbrânilerden, dışarıda ise İbrani olmayanlardan gördükleri zulümler, Yahuda'nın ve İsrail'in yok edilmesi birçok İbrani'yi kuzeybatı Arabistan'da yerleşmeye zorladı. Madenî işleme ve ticaretle uğraşmaları onlara burada bir yer ve hayat tarzı kazandırdı. Hiçbir zaman kendi başına buyruk kabileler olmadılar. Her zaman bölgedeki bir ya da birden fazla güçlü Arap kabilesinin himayesi altında yaşadılar. İşte bu durumdayken, Allah'ın Son Peygamberi ve Elçisi Hz. Muhammed onlara ulaştı. Bir kısmı Yemen'e gitti. Orada kralı dininden döndürdüler ve devletin kontrolünü ele geçirdiler. Daha önce 570 yıllarında Ebrehe komutasındaki Bizans askerî birlikleriyle beraber gelen Habeş misyonerlerince Hıristiyan yapılan kişilere karşı korkunç bir zulme başladılar. Bu hareket Hıristiyanlar ve putperest Araplar gibi gelecekteki müslümanlar tarafından da lanetlendi (Bürûc suresi, âyet: 1-10). Arabistan Yahudileri Arapların saygısını hiç bir zaman kazanamadılar. Bu, kısmî olarak, cesaretlerine itibar etmemekten daha çok, bu hayatı baki görmeye dayalı ahlâk sistemlerine; ve kısmî olarak sık sık gizledikleri, başkalarına öğretmedikleri, ve kendi usulleriyle kutsallığım tahrif ettikleri Tevrat'a olan ilgilerine bağlıydı (Bakara sûresi [2]: 101, 187; Mâide sûresi [5]: 71; Cum'a sûresi [62]: 5). İbrânilerin eski çağlarda hiçbir medeniyet üretmedikleri hemen hemen açıktır. Daha çok, birleştirilmiş Arabistan ve Bereketli Hilal'den oluşan Sâmî bütününün bir parçasıy-dılar. Kabileliğin ilk çağında göçmen kabileler olarak, Amurrularm kültürüne sahiptiler ve bu kültürü taşıdılar. Mısır'dan çıkışlarından sonra, kuzeybatı Arabistan, Sina ve Ürdün kabilelerinin amfiktyonisi tarafından tekrar Sâmî kültür değişimine uğratıldılar. Sonra, Filistin'de neredeyse tamamen Kenânlı oldular. Babil'de, bu kez kendilerine olan İnançlarını ve eski çağlardaki geleneklerini kaybederek Zerdüşt olmuş Mezopotamya insanları tarafından başka bir kültür değişimine daha uğratıldılar. Daha sonra, Helenleştirildi-ler. Bu uzun hikâyenin hiçbir yerinde, din ve dinî kültürün tümden önemli bölümleri hâriç, ortaya koydukları bir şeyle karşılaşılmamaktadır. Bununla birlikte, sahibi oldukları iyiyi, yani, İbrahim'in üstün tek tanrı inancını yayacak kapasitede değillerdi. Bunu yapmak yerine, en güçlü etnosentrizmi tasarladılar, yazdılar ve yaşadılar. Bir kez kendilerini hukuku kayda geçirmeye adadıkları için, bütün dönemlerin en büyük hukuka riayet geleneğini ürettiler. Bununla birlikte, hukukî düşüncede, sistematik bir muhakeme metodu veya İnsanlığın yararı için dikkatle yapılmış evrensel bir ahlâkî sistem ya da teori üretmediler. Yahudi-Hıristiyan geleneğinin İslâm'a katkısı konusuyla ise aşağıda ilgilenme fırsatı bulacağız. |