Konu Başlığı: Mezopotamya Dini Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ağustos 2012, 16:37:49 ARABİSTAN'DA DİNLER Mezopotamya Dini Mahiyeti: Üç bin yıl süren tarihi boyunca Mezopotamya'nın dinî hayatının karakteristik özü beş temel ilkede belirlenebilir. îlki, ontolojik olarak ayrı varlıkların iki türünün birleşerek meydana getirdikleri hakikatin idrakidir. Biri, ilâhî, mutlak ve ebedî, mantıkla anlaşılamaz, yaratıcı ve bütün bunların üstünde, emredici; diğeri ise, maddî, insanî, yaratılmış, değişken ve geçici, ilâhî emirlere tâbidir. İkincisi, birincinin isteğinin diğerince yerine getirilmesi lâzım geldiği gerçeğidir. Bu İstek keşif ya da vahiy yoluyla bilinebilir. Üçüncüsü, insanlar boş yere veya kendi arzulan için değil, yaratıcılarına hizmet maksadıyla yaratılırlar ve hizmetlerinin kapsamı itaat etmek ve ilâhî emirleri yerine getirmektir. Dördüncüsü, gerçekten bu itaati yerine getirebildikleri ve itaat etmeleri gereken şeyler yapabilecekleri şeyler olduğu için insanlar sorumludurlar. Sonuçta, eğer itaat ederlerse refah ve saadetle mükâfatlandırılacaklar, eğer itaat etmezlerse azâb ve mahrumiyetle cezalandırılacaktır. Beşincisi, ilâhî plan insanlığın organik bir bütün olarak hareket ettiği bir dünyayla ilgilenir. Yani gerçeği ortaya çıkaran birim, şahıs değil toplumdur. Yaratıcı açısından kâinat, düzeninin bir nesnesidir. Toplumun basamakları, kâinatın basamaklarıdır. Toplumda üyelik ve işbirliği, insanlığın ve ahlâkın son sinindir. Birinci ilke ontolojik dualizm olarak tarif edilebilir. Bu, iki uç varlığın birleşmesine karşı Mezopotamya'yı korumuş ve birleşerek tek olmalarına asla izin vermemiştir. Bununla birlikte; Mezopotamyalılar, Tanrı'nın tamamen mevcut "bir başkası" ya da üstünlüğü inancını korurken, tabiatın bir gücü veya fe-nomeniyle Tann'nın fonksiyonunu çiftleştirerek, iki varlığı birleştirmenin yollarını buldular. Yaratıcı ve yaratılanın üstünlüğü dualiz-mi, Mezopotamya'yı gerçeğin esas görüşünün tam zıddı, yani monophysitism olduğu eski Mısır'dan ayırdetmiştir (J.A. Wilson, Before Philosophy: The Intellecîuaî Adventure of Ancient Man, sh. 75).) Orada, Firavun, etten ve kemikten tanrı idi; güneş, ışığı ve ısısıyla, tann Atum'du. Otların sivri yapraklan, yeşili ve tazeliğiyle suyun akışını izleyerek yeryüzünde yetişen tanrı Osiris'di. Öncelik, içinde tanrının imajı bulunan, ilâhî emri tasarlayan ve ontolojik olarak eşitlenen tabiata aitti. Bu prensip naturalizmi sıradan anlamının üstüne çıkarttı ve onu teolojiye kattı. Diğer taraftan, Mezopotamyalılar Enlil'e fırtına tanrısı, İnanna'ya da sazların ya da ayın tanrıçası olarak inandılar; fakat tanrıyı maddîleştirmediler. Fırtına , sazlar ve ay onlarla ilişkilendirilen tanrılar değillerdi. Tanrılar tabii karşılıklarının gözden kaybolmasıyla birlikte yok olmadılar. Yani tabiatın güçleri, tanrılarının varlığının bir işaretleriydi, onların güçlerinin âletleriydi. Ontolojik dualizm Tat Twam Asi ilkesinin Mısırlı karşılığı kadar genel ve mutlak olduğu Hindistan diniyle de eşit derecede karşıttır. Her ikisi de gerçeği tek olarak ele alırlar. Bununla birlikte, Hindistan'da öncelik, Mısır'la ahlâkî olarak taban tabana zıt düşecek şekilde, tabii olan tarafında değil ilâhî olanın tarafında bulunur. Mısır ahlâkî hayatında en çok aranılan vasıf tabii olmaktı, "tabii olan" şeyleri yapmaktı, bir kişinin kendisini tabiatla aynı seviyeye getirmesiydi. Ahlâkî hayatın Hindistan'daki ideali ise kendini tabiattan koparmak, hayattan kaçmak ve kendisini Brahma'yla kaynaştırmaktı. Her ikisinin de tersine Mezopotamya Allah'ın ilâhî olduğu ve yaratığa yaratık olarak davranildığı dualizm doktrinini korudu. İlâhî olanı yaratıklarla birleştirmek için gösterilen birçok sapma ve baskılara rağmen Mezopotamya onların birbirlerinden ayrılığını tutarlı bir biçimde korumuştur. Mezopotamya görüşünde, ilk prensip olarak belirlenen Yaratıcı ve yaratık arasındaki ontolojik ayırım iki varlığın birbirinden tamamen izole edilmesi anlamına gelmedi. İlâhî güç, kendi yarattığı yaratılmış dünya ile yakından ilgilidir. Yaratıcı'nm isteği, yaratılışın olması gereken şeklidir. Emirleri ise yaratılmışların yapması gereken şeydir. Bu istek, yerleştirilmiş tabiattan, bir takım alâmetlerin okunması veya kehânette bulunma, ya da doğrudan doğruya, ilâhî varlık tarafından yasa şeklinde indirilenin okunması yoluyla hissedilirdi. İsteğinin bilinmesi ve itaat edilmesi için bu beyanı, açıklama İşini Tanrı yürüttü. Tanrı'nın isteğinin yerine getirilmesi tabii olarak lüzumludur ve yaradılışı bir kaos olmaktan kurtarıp kozmos haline getiren hiç şüphesiz bu kaçınılmaz durumdur. İnsan açısından ilâhî emir eğer onun ahlâkî mahiyeti yerine getirilecekse gönüllü bir şekilde yapılmalıdır. İşte bu insanların yaratılış sebebidir, yani "tanrılara hizmet etmek". (T. Jacobsen, Before Philosophy, sh. 200). Tanrı, "onları [tanrıları] kurtarmak için dünyayı yarattı", yani dünyayı yeniden kurmaktan, onu verimli hâle getirmekten kurtarmak için. Mezopotamyalılar bu işin insana devredildiğini düşündüler. (A. Heidel, Babyionİan Genesis, sh. 55). Sonuçta insanlar her zaman Tanrı'ya şükretmek zorundaydılar (a.g.e.), "onların [tanrıların] devamlılığım sağlamakla ... ve mabetlerinin bakımıyla uğraşmakla . . . onun [Tanrı'nın] cennette yaptığının benzerini dünyada yapmakla mükelleftiler (a.g.e.)." O halde Tanrı'ya hizmet ilham yoluyla aldıkları buyruklarını yerine getirmeyi ve bunları gönüllü olarak yapmayı ifade ediyordu. Bu yerine getirme, yaratılışın bu ilâhî drama-sında insanlara önemli bir rol yükler. Bu işlem kâinat düzeninin korunması için lüzumludur, aksi hâlde bu düzen çöker. Şayet edâ ediyorlarsa bu ilâhî emrin geçmesi gereken kozmik köprüsünü insanlar oluştururlar. Onlar, ilâhî emirleri hür iradeleriyle ve gönüllü olarak yerine getirecek tek yaratıktırlar ve böylece sorumluluklarını yerine getirirler. Onlarınki daha büyük bir mukadderattır. Mezopotamya dininin esasını meydana getiren dördüncü prensip, insan kapasitesinin ilâhî emri kavrayıp anlayabileceğini, icaplarını, kapsadığı hedef ve amaçlarını gerçekleştirmesi için yeterli olduğunu iddia eder. Arzu edilir, mecburî ve kaide tekidi eden bu hedef ve amaçlan anlayabilecek ehliyette olmalarından, insanın sorumlu olduğu sonucu çıkar. Sorumluluk yani mükellefiyet, insanların itaatleri ve hizmetleri için refah ve saadetle mükâfatlandmlmasını, itaatsizlikleri ve kural tanimamazlıkları için de azâb ve mahrumiyetle cezalandırılmalarım gerektirir. Tanrılar itaatkârlara hoşnutlukla bakarlar, fakat diğerleri gözlerinden düşer. Asur harabeleri arasında bulunan ve M.Ö. 800 yıllarına ait kil tablet üzerine yazılmış bir Sümer yaratılış tasvirinde şair, Tanrı adına şöyle demektedir: "İnsanlığı yaratalım. Her devirde tanrılara hizmet etsinler. Sınır hendeklerini korumak, ellerine çapa ve sepet tutuşturmak . . . dünyanın dört bölgesini sulamak, bol bitkiler yetiştirmek . . . tahıl ambarlarını doldurmak . . . toprağın bereketini arttırmak . . . tanrıların bayramlarını kutlamak . . . öküz, koyun, sığır, balık, kümes hayvanları yetiştirmek . . . [Böylece Tanrı] onlar için büyük bir kader takdir etti." (a.g.e., sh. 70-71). Beşinci ve son ilke sosyal düzenle ilgilidir ve bütün Mezopotamya dünya görüşünü özetler. Sosyal düzen, o yolla dünya görüşünün yönetildiği mutlak bir kategoridir. Tabiatın, saldırıda olduğu zamanda bile (yıllık Nil taşkını ve hergün yakan güneş ışığı) belirli bir intizam ve muhakkak bir yapıcılık sunduğu Mısır'ın tersine Mezopotamya'da her zaman kendince düzensiz ve tuhaf bir -yağmur ve kum firtmalanyla- şekil alır. İnsanlar daima bir araya gelmeli, işbirliği ve dayanışma içinde, nehrin yukarısında ve aşağısında suların akışını ve dağılımını sağlamak için kurulan kanallarda, suların yataklarını ve sulama kapaklarını ziraati mümkün hale getirmek amacıyla düzenlemek için herkese özel görevler vermeliydiler. Bir fırtınanın etkilerini gidermek için seferber omalıydılar. Aksi halde, ziraat yapılamayacak ve herhangi bir yoğunlukta hayat imkânsız hâle gelecekti. İnsanın kendisine kazandırdığı disiplin onu bir vatandaş, sosyal düzenin bir üyesi yapan şeydi. Toplum bazılarının kurallar koyduğu ve müşterek hedefe ulaşabilmek için bazılarının da gönüllü olarak itaat ettikleri bir hayat tarzıydı. Mezopotamyalı, sosyal düzeni, yaratılış kadar eski ve hem kendisinin hem de mabudunun ona bağlı olduğunu gördüğünden refah ve hayatın kendisi için zaruri olduğunu kabul ediyordu. Organize olmuş toplumu -devlet-insan medeniyetinin o zaman elde edilmiş tüm gelişmelerinden sorumlu görüyordu. Yazının keşfi, yiyeceklerin saklandığı ve dağıtıldığı Ziggurat mabetleri, büyük şehirlerin yapılması, takvimin icadı, kutlamalar düzenlenmesi ve büyük şehir nüfuslarını besleyebilen geniş ölçekli ziraatin başarısı... Mezopotam-yalılar, düzenli bir devleti olmayan insanların "çobansız koyunlar" gibi olduklarım düşünüyorlardı (Jacobsen, sh. 218). İdeal bir sosyal düzen görünümü çöl insanlarını harekete geçirdi ve onları "dünyanın dört köşesine" göçe yöneltti. Oralarda geçici anlaşmalarla adalet ve refahı yerleştirdiler ve insanların mutlu bir hayata sahip olmalarını sağladılar. Tanrılar: Mezopotamyalılar çok sayıda tanrıya sahiptiler. Onların içinde en üst mevkide olanı göklerin tanrısı, hâkimiyeti manevî ve aynı zamanda en üstün olan, kutsal olsun olmasın hiçbir varlığın kendisine karşı gelemediği Anu'ydu, İnanca göre Anu, tatlı ve tuzlu suların tanrıları olan Apsu ve Tihamat'ın çocukları olan Anşar ve Kişar'ın çocuğuydu. İlâhî soyu yüksek olduğu için hiyerarşideki yeri de yüksekti. Anu, temsil ettiği gökyüzü gibi itaati altındakilere zarif varlığıyla hükmeden, büyük bir korku ve merak kaynağıydı. Evin reisinin ya da ülkenin yöneticisinin de sahip olduğu bütün otoriteler onun, otoritesinden çıkardı. Ona teslim olmak en genel anlamda kanunlar, gelenekler ve zekâyı da içine alan "olması gerekene" boyun eğmek anlamına geliyordu. Anu'yu anlamak ve kabul etmek, kendisini yöneten gerçeğe bireyin uyumunu ifade eden insanlık için bir ön şart olarak anlaşılıyordu. Anu'yu sadece insanlar değil herşey selamlıyordu. Gökyüzündeki kuşlar, yeryüzündeki sürüngenler ve denizdeki balıklar, dağlar, nehirler, ağaçlar ve tanrıların kendileri dahil herşey daima Anu'yu tanırlardı. O'na, insanlar gönüllü olarak, tabiat ise mecburen itaat ederdi. "Buyurduğun herşey gerçekleşir. Hükümdar ve Tanrı'nın söylediği, senin kabul ettiğin kendi sözündür. Ey Anu! Büyük emir önce gelir, [ona] kim hayır diyebilir ki!? Ey tanrıların atası, emrini, göğün ve yerin ilk yaradılışım hangi tanrı reddedebilir ki?"(Jacobsen, a.g.e., sh. 153). Anu'nun otoritesi geniş ve yüce olduğu hâlde, kâinat hâlâ onu yönetecek kuvvetli bir yöneticiye ihtiyaç duyuyordu. Ne yazık ki, insanların hepsi manevî otoritenin sesini dinlemiyor ve bazıları açıkça karşı koyuyorlardı. İnsan, Anu'ya rızasıyla başeğerse büyük olabilirdi, itaatsizüğiyle ise içgüdüsel olarak itaat eden hayvanlar ve ağaçlardan da daha aşağıya düşebilirdi. Buna ek olarak, dünya sakin bir eğlence yeri değil Anu'nun isteğinin anlaşılması gereken bir alandı. Böylece, suçlular ve serkeşler üzerinde sıkı tedbirler alması gereken ve göklerin kanununa uymaya zorlayacak güçlü bir faaliyete duyulan lüzum hiçbir zaman durmamıştır. Mezopotamyalılar bu vekilin herkesi itaate zorlayan, gerekli gücü sağlayan fırtınaların tanrısı Enlil olduğuna inandılar. Enlil, köken olarak bir Sümer tanrı-sıydı. Kimliği ve ismi ise Akadlılar ve Amur-rular tarafından verilmişti. Asurlular bir Sümer-Babîl tanrısı tasarladılar ve onun fonksiyonlarını ve özelliklerini kendi tanrıları Asur'a isnat ettiler. Anu'nun gökyüzüyle aynîleştirilmesi, insanın yukardaki gök kubbeye, hemen elinin altındaki sonsuzluk alanına ve fizik ötesi sezgiye duyduğu derin merakı gösterir. Enlil'in fırtınalarla özdeşleştirilmesi de Mezopotamya'nın âni fırtınalarının yıkıcı gücünden ileri geliyordu. Zâlim düşmanın yağması gibi tabii yıkımlar da Enlil'in adaletsizlik, zulüm ve sosyal düzensizliklere karşı serbest kalan kamçısı olarak anlaşıldı. Anu'nun otoritesi sosyal düzenden sorumluyken, Enlil de devletin zorlayıcı gücünden sorumluydu. Birincisi olmaksızın sosyal düzen, kurallar ya da ahlâkî otorite ortadan kalkıyor; ikincinin olmadığı durumda ise tarihte yer almak hayalî bir düşünce hâline geliyordu. Birlikte birbirlerini tamamlıyor, tarih sahnesinde yer edinmek üzere biraraya gelmiş bir toplum için lüzumlu olan güç ve organizasyonun oluşmasını sağlıyorlardı. Üçüncü ve dördüncü en önemli tanrılar Ki ve Ea (aynı zamanda Enki)'ydi ki, yeryüzüyle Özdeşleştirİlmişti ve onun uysal verimliliği tarafından temsil ediliyordu. O, bütün yeni doğanların anası, her yaşayan şeyi meydana getirendi. Nimah olarak "tanrıların kraliçeliğine" yüceltilmiştir ve ... göğü ve yeri kontrol eden kadındır. Ea, ya da Enki, tatlı suyla, yani dünyayı ileriye doğru geliştirecek ve üretimi arttıracak yaratıcı bir güçle özdeşleştirilmişti. Su, zorlu olduğu ve daima yolundaki engeller ne olursa olsun amacına ulaştığı için Ea zekâ, hikmet ve bilginin temeli sayıldı. Bu yüzden Ea zenaatkârların, mühendislerin, çiftçilerin, bilgelerin tanrısı oldu. Gerçekten de Mezopotamya'daki dünya, daha doğrusu bütün yaratıklar, hayatın, hareketin ve tarihin maddî alt tabakasıdır. Verimli olmaya ve müsbet güçler tarafından ne üretilmek istenirse onu üretmeye elverişlidir. Modeller ve kurallar onun kendi yapısının içindedirler. Etkili mucitler tarafından ortaya çıkarılmaya ve üretilmeye hazırdırlar. İşte bu da bütün insanlığın hedefidir; yani tabiatın kanunlarını anlamak ve insan ihtiyaçlarını karşılamak için tabiatı işlemek. Çünkü tabiat, ancak onu hakikate dönüştürecek olan müessir güçle hayat bulur. Mezopotamya panteonunun diğer üyeleri de ya köklerini açıklamak için (ay ve yıldızları meydana getiren Enlil ve Ninlil, insanların tanrısı Kingu, bitkilerin tanrısı Ninsar, kumaş ve dokumanın tanrısı Uttu, sakatlığın tanrısı Ninmah) ya da tabii ve sosyal olayları açıklamak için (tatlı ve tuzlu suların tanrıları Apsu ve Tihamat, oğulları bulutların ve sisin tanrısı Mummu, çobanların ve çiftçilerin tanrıları Dumuzi ve Enkimdu) insanoğlunun ihtiyaçlarına doğrudan karşılık verdiler. Fakat yine de en önemlisi tanrıların "İlk kez" bir araya gelişi ve Marduk'un, sosyal düzeni ve devleti açıklamak üzere onların krallığına getirilmesi idi. Kozmik Düzen: Hakikatin idrak edilmesini sağlayan kriter veya temel realite sosyal düzendir. Bu, canlıların istek ve arzularının hayatı ve mutluluğu herkese şâmil kılmak için biraraya getirildiği bir istekler düzenidir. Sosyal düzenin ortaya çıkmasından Önce hayat imkânsızdı. Aynen hakikat, bilgi ve medeniyet gibi. İnsanlar ve tanrılar şahsî arzularım bir kenara bırakıp hayat ve medeniyeti meydana getirmek için faaliyetlerini organize edecek bir otoriteyi kabul etmeye karar verdikleri zaman, hepsi bir anda oldu. İnsan tarihindeki bu büyük an, efsane oluşturan zihinde kozmik düzenin doğuş ânı olarak kaldı. Bundan önce dünyada olduğu gibi göklerde de kaos hüküm sürmekteydi. İnsan bilgisinin hedefi olduğu halde Tanrı'nın kendisi bile esrarlıydı, fakat belirsiz değildi. Ancak, kozmik düzen dünyadaki eşiyle beraber bir kez kurulunca mabudun kutsal niteliği açık ve kesin olarak belirdi. Tanrılarla çocukları arasında küçük bir tartışma çıktı ve tanrıların babası Apsu öldürüldü. Karısı Tihamat da bunun ardından intikam almaya çalışınca bütün panteon bir karışıklık içine düştü. Tihamat çok güçlüydü ve hiç kimse onu kontrol altına alamadı. Bütün âlem tehdit altındaydı ve kaos hükümranlığım sürdürdü. Tanrıların büyükbabası, âlemin bütün tanrı üyelerini bir toplantıya çağırdı ve orada Ea'nın en küçük oğlu Marduk'un Tihamat'la düelloya gönderilmesi kararlaştırıldı. Fakat buna karşı Marduk herşeyin üzerinde tam bir otoriteye sahip olmak istedi. Tanrılar isteğini kabul edince Marduk görevi üstlendi. Tihamat'la karşılaşıp onu öldürdü ve düzeni yeniden kurmayı başardı. Kaos sona erdi. Tanrılar kendi yerlerini aldılar ve Marduk kâinatın hakimi ve mutlak hüküm koyucusu oldu. Düzenin devamı ve ilâhî barışın her yerde kurulması amacıyla çalışması için insanı yarattı. Marduk herşeyin üstünde hüküm sürerken insanlar hizmet, tarım, endüstri, kültür ve medeniyet için varolmaya devam ettiler. İnsanlar bu hizmeti tanrılara Marduk'un dikkatli ve sürekli merhametli gözetimi altında verdiler. Hikâyenin dramatik yönü, sebep-sonuç ilişkisi içinde bağlantılı ve kabaca antropomorfize edilmiş olanlar hariç, metafizik olayları anlayamayan, efsane düzen kafalar tarafından oluşturulmuştu. Kendi açımızdan bu mitolojik ve dramatik unsurları atabiliriz ve atmalıyız. Tanrı'nın, insanın ve tarihin Mezopotamya görüşü ve bunlar arasındaki ilişkiler, eski çağlar Mezopotamya'sından sabırla seçilmeli ve ayıklanmalıdır. Kaostan kozmosa geçiş dünyada birçok önemli değişikliklere yol açtı. Bunların arasında ilk ve en önemli olanı Marduk'un tanrılardan bir tanrı olmaktan çıkıp bir ve yalnız bir Tanrı olması mânâsına gelen tek kral olması idi. Sümerler, herbiri kendi baştannsına sahip olan şehir devletleri kurdular. Eğer bir grubun kendi tanrıları varsa, başka bir grubun da kendi tanrılarına sahip çıkmaları kaçınılmazdı. Bu yüzden politeizm (çok tanrıcılık) yaygınlaştı. Çöl göçebelerinin sahneye girmeleri tarihte ilk kez "dünyanın dört köşesi"ni biraraya getiren bir kralın idaresinde, tek devletin kurulmasını mümkün kıldı. Bu dünya devleti, aynı zamanda kozmik devletin bir eşi ve ilk kaideyi kuran bir örneğiydi. Böylece, kozmik birliğin politeizmi monoteizme, yani tanrının birliğine yol açtı. Ancak bir ve tek tanrı gerçekten Tanrı olabilirdi ve diğerleri "Önceki yerlerine iadeyle" azledilmeli ve itibar edilmemeliydiler. Sargon'un Sümer ve Akad kralı olarak hâkimiyeti, tüm tanrıların Tann'sı olarak Marduk'un üstünlüğüne bir son verdi. Mazduk'un tek ve ayırdedici konumu o göreve tayin edilmeden Önce de mevcuttu. O, "akıllıların en akıllısı", her şeyde diğer bütün tanrıları geride bırakan "Tek Tanrı" idi (Heidel, ag.e., sh.21-22). Fakat bütün güç tamamen ona verilinceye kadar diğer tanrıları yok olmaktan kurtaramazdı. Bundan böyle tanrılar Marduk'un yönetiminin en otoriter, en yüksek, "yüceltmek ve alçaltmak" için tek yargı olduğunu ve "yalnız onun olan kâinatın tümü üzerinde krallığını" tasdik etmek zorundaydılar (Heidel, a.g.e., sh. 66). Nizam ve güvenlik bunu takip etti. Marduk "değişik tanrılara değişik görevler" tayin etti, yılı belirledi ve bölümlerini tesbit etti. "Ayın parlamasını" ve aylan, ve günlerin belirlenmesini sağladı, insanı yarattı ve hizmetine aldı (Heidel, a.g.e., sh. 44-46). Daha önce Enlil'in Agade'yi kurması gibi, kendisine bir mabet ve dünya devletine bir başkent olarak Babil'i kurdu. Marduk, artık tanrılar da dahil olmak üzere herşeyin üzerindeydi. "Bütün kaderleri belirler [di]", "kendisinden korkmayı öğrettiği" ve "kendi yaptığının benzerini" dünyada yapan "bütün insanların çobani[ydı] Tanrılar gibi, sonuçta onlar O'nu "Tanrıları" olarak bilecekler, "adının anılmasından . . . titreyecekler", yalnızca O'nun ışığıyla ışıyacaklar, O'nu "kendilerini hayata getiren", "tohumun ve hububatın yaratıcısı", "yeşil otun büyümesini sağlayan", "tarlaları sulayan", "yaradılışı, yokoluşu ve merhameti. . . emreden" varlık olarak bilecekler ve hepsinin üstünde O'nu "kendisinden başka hiçbir tanrının belirlenmiş saati bilmediği", "İnsanların [bilinen] dört grubunu [Akad, Elam, Subartu ve Amur-ru] yaratan" tanrı olarak göreceklerdi.(Heidel, a.g.e., sh. 50-59). Çöl göçmenlerinin etkisi altında Mezopotamya düşüncesi -gerçekte göçmen düşüncesiyle aynı olan fakat kendisini yeni bir tarım, endüstri ve sosyal muhteviyat içinde bulmakla farklılaşan Mezopotamya düşüncesi- monoteist bir anlayışa ve birleşmiş bir insanlık fikrine doğru ilerleme gösterdi. Hiçbir Mezopo-tamyalı Marduk'u kesinlikle tek ve diğer tüm tanrılardan farklı kabul etmeden yaratılış şiiri Enuma Elish'i dinleyemez ve onu aktaramazdı. Tanrılar hayatlarını, durumlarını, geçimlerini ve kaderlerini yalnızca ona borçluydular. Hâkim olan ve yöneten kendileri değil yalnızca Marduk'tu. Elbette onlar da yeryüzündeki feodal efendilerin kozmik karşılığıydılar. Nasıl onlar tanrı değil, fakat tanrının arkadaşları iseler bunlar da kral değil, yalnızca asilzadelerdi. Sadece Marduk, bir ve yalnız bir Tanrı olarak, tanrılar gibi insanlar tarafından da ibadete ve övülmeye layıktı. İşte bu kesinlikle bir monoteizmdi. Fakat yine de şirk ile, yani diğer yaratıkların Tanrı'yla bir tutulmasıyla karıştırılmış, karartılmış ve bozulmuştur. Bu Mezopotamya şirki, kaderin belirleyicisi olan Tanrı'nın tekliğiyle önemli ölçüde geriletildi. Bu, birazdan aşağıda inceleme fırsatı bulacağımız İslâm öncesi Arabistan'ın yarıtanrıları İçin geçerli olamamıştır. Mezopotamya düşüncesi aynı şekilde Tann'yı insan aklından üstün olarak görme anlayışına ulaşmışsa da, onu eski antropomorfizm i yle kilİtlemiştir. Enuma Elish, Marduk'u karşıt empirik terimlerle tarif etmektedir: "Tanrıların iki katı", "uzuvları tarif etmenin ötesinde", "insan anlayışının dışında", "herşeyi görmek ve duymak için . . . dört gözü ve dört kulağı olan", "dudakları kıpırdadığında ateş püsküren". Açıkça görülmektedir ki, insan aklından üstünlüğün bir hayli soyut anlayışının yokluğunda Mezopotamya düşüncesi, Tann'yı tarif için insan hayatından alınmış, fakat bunların tecrübî karakterlerini reddetmek için tasvir edilmiş terimlerini ödünç almıştır. Bunların tabiattaki ya da yaratılıştaki nesnelere "benzemeyişi", günümüzde kullanılan bir tâbirle ifade edilebilir: "Tamamiyle farklı". Arabistan Yarımadasında Mezopotamya Dini: Kuruş ve yönetimindeki Pers İmparatorluğu genişlerken Mezopotamya bu imparatorluğun bir parçası oldu ve onların dininden etkilendi. Zerdüştlük, ölümden sonraki hayat anlayışı ve meleklerin varlığıyla ilgili bazı İnançlarıyla etkilerde bulundu. Önce Museviliğe, sonra da Hıristiyanlığa tesir edecek fikirleri ihtiva eden mesihîliğini ise Mezopotamya'ya soktu. İran, Mezopotamya tarafından İkibin yılı aşkın bir süredir zaten etki altındaydı. Çok Önceleri çivi yazısını kendisine adapte etmişti. Yüzyıllar boyu süren savaşlar, işgaller ve el değiştiren topraklarla bu İkİ devletin ilişkileri İran'ın kültürünü etkilemiş ve Mezopotamya'yla olan kültürel farklılıklarını azaltmıştı. Daha sonra İran, Pehlevî veya Avestan diye anılan yazısını kendisine adapte etti. Ârâmîce ve Pehlevîce bu çağlarda birbirlerinden pek çok şey aldılar. Mezopotamya Kurus'un imparatorluğunun bir parçası hâline geldiğinde, insan hayatının diğer bütün alanları muhtemel etkileşimleri engellediğinden İran tesiri daha çok dinî çerçevede kaldı. Mezopotamya dinindeki yeni İran etkisi, eski Mezopotamyamn birleştirici dinî formlarını hâlen uygulamakta olan Arabistan Yarımadası'nı inandıramadı. Ölümden sonraki hayata bakış ve mesihîlik Araplara hiç hoş gelmedi ve reddedildiler. Onlar için birincisi hurafe, ikincisi de yetersizlik anlamı taşıyordu. Arabistan'da birleştiricilİk bir kural olarak kaldı. Bununla birlikte Hz. İbrahim'in görüntüsü de bir şekilde korundu. Ur'lu bir Amurî olan Hz. İbrahim, ikinci hanımı Hacer ve büyük oğlu İsmail'i Arabistan'ın batısına yerleştirdi ve onları Ur'da uğruna zülüm gördüğü ve oradan ayrılmasına sebep olan inanca bağladı. Bu, Tanrı'nın bir olduğu görüşü ve insanlığa ahlâkî ve âlemşümul bir yaklaşımdı. Çok belirgin olmamakla birlikte, Hz. İbrahim'in hanif inancının Arabistan'ın tam ortasında kendisini muhafaza ettiği ve tarafını tutup kendisini yeniden ilân edecek peygamberlerin ortaya çıkmasını beklediği kesindir. |