Konu Başlığı: Mekke Dini Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 02 Ağustos 2012, 16:19:46 Mekke Dini Hz. İbrahim, Hacer ve İsmail'le birlikte Mekke'ye geldiği zaman hiçbir ekim alanı yoktu. Kur'ân belgeyi ıssız ve terkedilmiş bir yer olarak açıklar {İbrahim sûresi [14J: 37). Birlikte tek menfezli kare şeklinde bir yapı olan Kabe'yi inşa ettiler ve onu bir Allah'a ibadet mekânı olarak adadılar. İsmail'in annesi Safa ve Merve arasında aceleyle su ararken bebek İsmail'in ayaklarının dibinde, mucizevî bir şekilde fışkıran Zemzem pınan akmayı sürdürdü ve kervanların konakladığı bir yer oldu. Yüzyıllar sonra Kabe çeşitli putların ve tanrıların panteonu haline getirildi, Mekke bütün Arabistan'ı iktisadî, siyasî, kültürel ve dinî olarak birbirine bağlayan ana bir merkez haline geldi. İbrahim ve İsmail tarafından tek bir Allah adına kutsal bir yer olması geleneği bütün Arabistan'da yaşayan bir hâtıra olarak kaldı. İbrahim ve ailesinin öğrettiği Allah'ın üstün birliğini akılda tutmak kolay değildi. Bu, her zaman kolay kolay ele geçmeyen bir uzmanlık düzeyi gerektiriyordu. İsmail'den sonra bunun Mekke'de daha kaç nesil boyunca yaşadığım kimse bilmiyor. Bir güç karışımıyla, Mekke'nin şirkine ya da çok tanrıcılığına dönüştürüldü. Bu güçlerden birincisi İnsanın ihtiyacına yakın bir ilâha ihtiyaç duymasıydı. Günlük ihtiyaçların sayısı çok fazlaydı. Geleceği önceden haber vermek, zamanında savaşa girmek, bir işe teşebbüs, bir ava ya da uzun bir yolculuğa çıkmak için uygun olup olmadığına dair bir tavsiyeyi elde etmek ve gözönünde bulundurmak; üzücü bir hâl ortaya çıktığında onu ortadan kaldırmak üzere bastırabilmek; mutluluk ve güzellik olduğunda teşekkür etmek... Bu ihtiyaçlardan herhangi biri hissedildiğinde, bunu eğer mevcutsa yakın ve kesin bir kaynaktan giderme meyline karşı koymak oldukça sağlam bir zeka ve irade gerektirir. Bu meyil üstün gücün başka bir yaratıkla birlikte olduğu bilgisiyle, ya da yakın bir ilâhın başvurulacak bir kaynak olması durumunda bile faaldir. "...'Biz bunlara (putlara, ilâhlara), sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere gelince..." (Zümer sûresi: 3). İkincisi ata, kabile şefi, din adamı ya da velinimet gibi iyi insanları, insanlıktan ilâhlığa geçiş noktasına kadar büyütme eğilimiydi. Yalnızca Ölümlülerin kötü yanlarını Örtmek değil, aynı zamanda iyi yanlarını da abartmak insanca bir eğilimdir. Bu idealleştirme tüm insanlarda putlaştırmaya olan açık bir meylin sonucudur. Eğer kontrol altına alınmazsa ölümlü biri kolaylıkla ilâhlaştırılabilir. Üçüncüsü, insanın açıklanamayan kuvvetli güçler ve trajik tabiat olaylarının Önünde sürekli çaresizlik hissetmesinin korkusuydu. Şayet ruhî hâli yeterince dayanıklı değilse, acı çekmenin ve faciayı yaşamanın insanın isteğini engellemesi ve aklını çelmesi sürpriz olmaz. Böyle olaylarda, esrarlı idrak; olayın gerçek sebebi olan Allah'tan, O'nun için bir vasıta veya mekân olarak davranan tabiat kuvvetlerine doğru yer değiştirir. Allah'ın üstünlüğü, uzaklık olarak yorumlanabileceği için, basitçe, uzak olarak anlaşılabilir. Üstün Allah'a duyulan inanç ise isteyen herkes için Allah'ın yakınlığını, O'na kolaylıkla ulaşabilmeyi ve O'nu istediği yerde bulabilmeyi özellikle vurgulayarak bu eğilimin karşısında yer alır. Dördüncü ve sonuncusu, Allah'ın üstünlüğüne inanan görüş sahiplerinin tam anlamıyla yokluğuydu. Allah'ın üstünlüğünü savunan görüşün hanifler tarafından korunduğu doğruydu. Fakat onlar tesirli olamayacak kadar azdılar. Hz. İbrahim'in inancı çok az korunabildi. Yahudiler tek Allah'ın üstünlüğünü öngören tektanrı inancını, tanrıyı insan şeklinde düşünme ve ırkçılıklarıyla "millî din"e dönüştürürlerken, Hıristiyanlar da tenasüh ve teslis inançları, kutsal ayinler ve theotokos-teoloj isiyle onu çok tanrıcılığa dönüştürdüler. İlk müslüman olan Araplar nereye döndülerse Allah'ın üstünlüğü inancının yok edildiğini gördüler. Bu yöne meyleden Araplar komşularının tutumlarıyla sürekli cesaretiendirilmişlerdİ. Bunlar Kabe'deki insan heykellerini onlara satan Bizanslı komşularıydı. Mahiyeti: İslâm öncesi Arabistan'ın dinî hayatının özü iki eksen etrafında dönüyordu. İlki hedonizm, yani bîr kişinin hayatı boyunca maddeci, kişisel ve dünyevî bir mutluluk peşinde koşmasıydı. Bu hayat, kişinin bunu yapma fırsatı bulacağı tek yerdi. Hayat geçtiğinde ya da kaybedildiğinde herşey unutuluyordu. Bu hayatın dışında hiçbir şey yoktu. Çölde varolmak zaten yeterince zordu. Hayatın zorluklarıyla beraber bu zorluklar da şarap, kadın ve şiirle bastırılmaya çalışılıyordu. Birçok çocuk, birçok eş, birçok arkadaş, büyük koyun ve keçi sürüleri, develer ve atlar, zengin bir ticaret işi, zaferlerle süslü yağmalar, yapılan akınlar ve eğlenirken şarap ve kadın, mutluluğun parçalarım oluşturuyorlardı. İ İkinci eksen romantizmdi. Kişisel seviyede bu, mürüvvet veya cesaret ve cömertlik değerleri olarak ifade edildi. Bunlar da savaşta cesurluk, yoksullukta bile misafirperverlik, birisinin hayatı pahasına da olsa doğruluk, sadakat ve bütün bunların üstünde güzel söz söyleme sanatını kapsıyordu. Güzel söz söyleyebilme, bu değerleri övdü, onları ideal kavramlar haline getirdi ve insan hayatının uç değerleri yaptı. Şiir, güzelliği ve beğenilen değerli işleri övdüğü için hiçbir şey şairin san ından Üstün değildi. Onları hatırlanmaya ve ebedî olmaya değer kılıyordu. Toplumsal seviyede ise romantizm, kabilenin dahilî yardımlaşmasının gerçekleşmesini sağladı. Onun mevcudiyeti, meşruiyeti ve şöhreti ve son olarak da gizliliği sadece kabile içinde sağlanabilirdi. O olmadan yarımada Arabi kanunî haklarından yoksundu. Hayatı ve malları onları almak isteyen herkesin saldırısına açıktı. Bir kabile mensubu olarak kabilenin tüm gücü arkasmdaydı. Ona karşı işlenen her suç, kabilenin diğer herhangi bir üyesine karşı işlenmiş sayılırdı. Herkes suçu işleyen kabilenin herhangi bir mensubundan intikam almak zorundaydı. Mensubunun hayatında kabile, en üstte yeri almaktaydı. Onun varlığı, şöhreti, itibarı, büyüklüğünün yanısıra acısı, kötü şöhreti, şerefsizliği ve bozgunu da mensuplarına aitti. O halde, kabilenin, mensubunun sadakatini tekeline aldığına hiç şüphe yoktur. Kabile daima hareket ettiği ve bir yerden bir yere taşındığından, toprak birleştirici bir unsur değildi. Fakat, kabilenin ürettiği şiir ve şiirin ölümsüzleştirdiği üyelerinin yaptığı işler kabileyi tanıttığı, diğer kabileler arasındaki yerini gösterdiği ve kişinin kendisine saygısını belirledikleri için birleştirici unsurlardır. Gerçekten de kabile kahramanlarının lirik anlatımı, Arabistan Yanmadasi'nda olduğu kadar başka hiçbir yerde bu derecede mistik bir hâle getirilmedi ve güzelleştirilmedi. Bu, kabile disiplini ve kabile sadakati üzerine kurulmuş bir romantizmdi ve bütün bunların hepsi şimdiye kadar hiçbir dilde üretilmemiş en zarif şiirlerde ölümsüzleştirildiler. Mürüvvet'le-rinin övüldüğü bu şiirin oluşturduğu atmosferde yaşamak, refah ve saadet peşinde koşmak İslâm Öncesi Yarımada Arabi için hayatın mânâsı ve gayesiydi. Tezahür: Kuzey Arabistan (Lihyan, Semud ve Sefa) gibi Güney Arabistan (Main, Saba ve Kalaban) kitabeleri de hatırlanamayacak kadar eski devirlerden beri ibadet edilen el-İlâh veya Allah olarak çağırılan üstün bir Tanrı'nın delillerini gösterirler. Bu Tanrı yeryüzünü sulamış, ekinleri yetiştirmiş, sığırları çoğaltmış ve hayat veren suları sağlayan pınar ve kaynakları bahsetmiştir (F.V. VVinnett, "Allah before islam", The Müslim World, XXVIII, No.l, sh. 239-248.) Arabistan Yarımadası boyunca olduğu gibi Mekke'de de "Allah", "herşeyin yaratıcısı", "yeryüzünün rabbi", "göklerin ve yerin sahibi", "herşeyi en yukardan kontrol eden" olarak biliniyordu (Bkz. Kur'ân-ı Kerîm, 17: 69; 23: 86, 89; 29: 61, 63-65; 31: 31; 35: 40; 6: 139-141; 16: 40). "Allah" en sık kullanılan Tanrı ismiydi (Theodor Noldeke, "Arabs [Ancİent]", Encyclopedia ofReligion and Ethics, c. I, sh. 659-673). Fakat, O'nun fonksiyonları diğer küçük tanrılar tarafından yerine getiriliyordu. O'nun muhteşem tezahürleri meselâ güneşte ve ayda görülüyordu. Özellikleri esas alınarak onun yanında tanrılar ve tanrıçalar meydana getirildi. Böylece, her üyesinin özel bir ihtiyaca cevap verdiği, ya da özel bir kabileye yöneldiği ve belirli bir hususiyeti, yeri, nesneyi ya da gücü temsil ettiği bir panteon oluştu. Bunların her biri O'nun esrarlı varlığını ve gücünü temsil ediyorlardı. Tanrıça Allat, Allah'ın kızı olarak tasvir edildi, ve bazıları tarafından güneşle, ve bazıları tarafından da ayla temsil edildi (a.g.e.). el-Uzzâ ikinci tanrıça, Venüs gezegeniyle temsil edildi. Üçüncü tanrıça Menâj ise kaderi temsil etti. Zû'l-Şarâ ve Zû'l-Halâş kutsal yerlerin isimlerini alan tanrılardı. Zû'l-Kaffeyn ve Zû'l-Ricl, bilinmeyen bazı özel vücut organlarıyla ilişkilendirildi-ler. Vud, Yagût, Ya'ûk ve Suvâ' sırasıyla sevme, yardım etme, koruma ve şiddetli cezalan verme gibi ilâhî fonksiyonların isimlerini alan tanrılardı. Kâbedeki en meşhur heykele sahip olan tanrı Hübel altındandı ve elle yapılmıştı. el-Mâlik, er-Rahman ve er-Rahîm sıfatları tanrıları ifade eden sıfatlardı. Belki de başka isimdeki bir tanrının üstün ilâhî fonksiyonlarını gösteriyorlardı. İlâhî ismin "kulu", "dostu", "tarafından korunan", "tarafından yardım edilen" ve bunlar gibi kelimelerle bir arada bulunduğu özel isimler eski kitabelerde fazlasıyla yer almaktaydı (İbn el» Kelbî, Kitabu'l-Esnam). Bu tanrılar bir mabede veya yeryüzünde onlar için ayrılmış bir yere sahip olduklarında, yarım gün çalışan bir rahip tarafından refakat ediliyorlardı. Sadece ibadet edenlerin kendilerini çağırmasıyla hizmet ifa eden rahipler diğer zamanlarda sıradan kabile mensupları gibi normal insanlardı. Görevleri; günah çıkarmak ve şükretmek olduğunda sunularda veya kurbanlarda yardımcı olmak; tanrının fikrini ya da hükmünü öğrenmek olduğunda da rüyaları yorumlamak ve gaybdan haber vermek için oklar çizmek ve taşlar fırlatmaktı. Günlük ibadetlerde ya da kutsal yerleri ziyarette onlara hiç ihtiyaç duyulmuyordu. Kabe'deki tüm tanrıların bakımı Mekke'nin hâkim kabilesi Kureyş'in elindeydi. Bütün Arapların içinde bu onur ve prestij orada bile rahipliğin yarım gün yapıldığı Mekkelilere aitti. Mekkeliler rahipliği devletin başkanlığıyla birleştirdiler ve altı işi Kureyş'in klanlarına paylaştırdılar. Hicabet, Kabe'nin bakımı ve anahtarlarının korunması; Sıkâye, günlük ibadet edenlere ve mevsimlik hacılara taze su sağlama; Rıfâde, hacılara yiyecek hazırlama; Nedve, bütün toplantıları organize etme ve yerini belirleme; Ktyâde, savaşta ordulara liderlik etme; Liva, gerektiği yerde bayrağı ve diğer tuğları ya da sembolleri tutma işleriydi (Cevad Ali, Tarihu'l-Arab Kable'l-İslâm, c. I, sh. 416). Şiddetli kabile savaşları, aralarında çok az süren barış dönemleri yaşanan kesin kurallar gibiydiler. Şiirler, kabile için ölümün en üstün kahramanlık alâmeti olacağım söyleyerek bu ateşi sürekli körüklemekteydi. Eyyâmu'l-Arab (Arabın şerefli günleri) içinde ibadet eden herhangi bir Arabın huşu içinde dinlediği, rahibin -burada, nakledenin- birbiri ardınca değişik kabile savaşçılarının kahramanlıklarını dile getiren şiir veya hikâyeleri neredeyse bir mezhep hâline geldi. Bu mezhep, iştirak edenlerin bütün hayallerini taşıyordu. Güneyliler, Kuzeylilere karıştıkları ve onlar üzerinde hâkimiyet kurmak istedikleri için Arabistan Yarımadası'nda Kuzey ve Güney arasında kabile savaşları patlak verdi. Kuzeyliler, yani Benî Adnan, kendi aralarında bölünerek Güneylilerin planını kolaylaşırdılar. Fakat, Güneyin zâlim sömürgesi Kuzey'in Adnanî grubunu tekrar düzene girmeye ve bağımsızlıklarını tekrar kazanmaya kışkırttı. Güney'in liderliği Himyer Krallığı'nın elindeydi. Fakat Himyer Krallığı'nın Habeşistan'la yaptığı savaşlar sonucunda zayıf düşmesi Kuzeylilerin ona meydan okuyabilecek kadar toparlanmasını sağladı. Bağımsızlık savaşında miladi beşinci yüzyıl sonlarına doğru Kuzey kabileleri Benî Bekr ve Tağlib kabilelerinin şefi Kulayb tarafından yönetiliyordu. Kayıtlara geçen en eski düşmanlık, miladi 350'de Amir b. ez-Zarb komutasındaki Ad-van (bir kuzey kabilesi) ile Medhec (bir güney kabilesi) arasında geçendir. Hazzaz Savaşı (miladi 400), Ferezdek (Basra'nın Medhec şairi, Öl. 732) ve Cerîr (Yemame'nin Mu-dar şairi, Öl. 733) arasındaki "şiir savaşı"nm konusuydu. Bu gibi şiir savaşları Emevî halifeliğini sarstı ve Yemen'den İran'a kadar insanlar arasında karışıklığa yol açtı. Kuzey kabileleri arasında birçok savaş meydana geldi. Bunların en önemlisi Rebî'a ve Mudar grupları arasında olanıydı. Her iki grup da diğerine karşı altı zafer kazandı. Böylece, kahramanlarının şiirlerini söylemek üzere şairlerine oniki savaş kazandırdılar. Rebî'a grubu içinde de düşmanlıklar ortaya çıktı ve savaşlar devam etti. Bekr ve Tağlib arasında, İslâm öncesi Arabistan'ın en büyük şairlerinden birisi olan el-Muhalhil (öl. 57O)'in de katıldığı bir dizi savaş yapıldı. Bu savaşlarda kardeşi Kulayb'ı kaybeden el-Muhalhil, dilinin en güzel şiir örneklerinden bazılarını yazdı. Mekkeli Kureyş'in Mudar grubunda da düşmanlıklar aynı şekilde süregeliyordu. Abs ve Hevâzin kabileleri ünlü Rahrahan (420) ve Dâhis ve Gabrâ (423) savaşlarını yaptılar. Arapça konuşan bütün insanlar tarafından ezberlenen ve nakledilen muallakat'tan birini yazan Abs'ın en önde gelen şairi Imri'ul-Kays (ölümü 431) ilk savaşa katıldı. Ondört yaşında genç bir delikanlı olarak Muhammed de kendi kabilesi Kureyş ve Kinâne ve Kays-'Aylân kabileleri arasında el-Ficcar (584) savaşında yer aldı. Kureyş'in düşmanları bütün Araplar tarafından ortak olarak kutsal aylar ya da haram vakit denilen, savaşın yapılmaması gereken günlerde yasağı çiğnedikleri İçin savaş "hürmetsizlik" savaşı adını aldı. Diğer bütün savaşların tersine bu savaşta kahramanlık şiirleri yazılmadı, fakat bütün Arapları bu savaşların faydasızlığına inandırdı. Her taraftan kan akıtmanın durdurulmasını isteyen sesler yükseliyordu. Bu sesler, kabile hâkimiyetini reddedecek ve İslâm'ın sancağı altında bütün Arapları birleştirecek bir çağrıyı gerçekleştirmek üzere peygamberi karşılamaya ortam hazırlıyorlardı. Arapların şiire olan sevgisi, Kabe'nin yıllık hac zamanında Ukaz panayırında yarışmalar düzenlenmesine sebep oldu. En tecrübeli edebî eleştirmenler ve nüfuz sahibi şairlerin oluşturduğu jüri karşısında yeni şairlerin kompozisyonları ödüller için yarışırlardı. Yeni şiirler ödüle lâyık görülmedikleri zaman ödül, daha Önce kazanana verilirdi. En iyi şiirin Ödülü; altınla yazılarak, Kabe'nin duvarına asılmaktı. Böylece bu şiirler muallâkat, veya "Yedi Askı"dan biri olarak anılırdı. Nesiller edebî bir güzellik ölçüsü oluşturan bu kasideleri öğrenmeyi ve ezberlemeyi severlerdi. İslâm geldiğinde bu olay İki yüzyıl yaşındaydı ve bu zaman boyunca sadece on şiir muallâkat'a girmekle ödüllendirilmişlerdi Bunlar İmri'ul-Kays (öl. 540), Züheyr b. Ebi Selman (öl. 615), Nâbigatu'l-Dubyanİ (öl. 604), el-Eşâ (öl. 629), Lebid b. Rebî'a (Öl. 662), Amr b. Külsûm (öl. 600), Haris b. Hil-liza (öl. 580), Tarafe b. Abd (öl. 500), 'Antare b- Şeddâd (öl. 615) ve Ubeyd b. el-Ebras (öl. 555)'ın bir araya gelmesidir. Bu ödül kazanan şiirler yazarlarının kabilelerine, savaşlarda kazanılan zaferlere, kişisel şeref ve kabile dostluklarının büyüklüğüne, sevginin güzelliğine, şarap ve şarkılı arkadaş toplantılarının sıcaklığına, öç almanın tatlılığına, hayatın geçici hâline övgüler söylerlerdi. Herbiri bir başka yönüyle diğerinden daha güzeldi. Herkes, arzuyla ilham aldığında Züheyr'in, korkuyla ilham aldığında en-Nâbiga'mn, müzikten ilham aldığında el-Eşâ'nın, öfkeden ilham aldığı zaman ise 'Antare'nin eşsiz olduğunda fikir bİrliğindeydi (İ. Râci el-Farukî ve L.Lâmia el-Farukî, islâm Kültür Atlası, Çev. M. Okan ve Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınları, İstanbul 1991, sh. 64-84). |