Konu Başlığı: Kurani Metodun Mahiyeti Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 15 Ağustos 2012, 13:28:53 KUR'ÂNÎ METODUN MAHİYETİ Kur'ân-ı Kerîm'in onüç yıl boyunca Mekke'de Hz. Peygamber'e vahyolunan bölümü sadece bir meseleyle ilgiliydi. Bu meseleden, sanki ilk defa sunuyormuş gibi, her defasında yeni bir tarzda bahseden Kur'ân, onun sunuluş biçimini değiştirmiştir. Buna rağmen, bu meselenin karakteri, özü değişmemiştir. Bu yeni din ilk önce, en büyük ve temel mesele olan akide konusunu ele almış; bunu da ulûhiyyet (ilâhî) ve ubudiyyet (beşerî) temellerine ve bunların arasındaki ilişkiye dayandırmıştır. Bu mesele insana sadece insan olması münasebetiyle yöneltilmiştir. Bu açıdan Arap veya Arap olmayanlar, ister aynı çağda ister farklı çağlarda yaşasınlar, bütün zamanların insanları "insan" olmaları dolayısıyla eşittirler. Bu, İnsanlığın değişmeyen sorunudur; bu, insanın kâinattaki varlık meselesidir, onun temel hedefidir, konumu ve kâinatla ilişkisidir; onun, Yaratıcıyla ilgisini açıklayan bir meseledir. İnsan hayatının bu yönü, insanın varoluşuna bağlı olduğu için değişemez. Mekke döneminde Kur'ân insana, kendi varlığının ve kendini çevreleyen kâinatın sırrını açıkladı. Ona kim olduğunu, nereden geldiğini, sonunda nereye-niçin gideceğini, onu kimin yoktan var ettiğini, kime döneceğini ve akıbetinin ne olacağını anlattı. Ayrıca ona, dokunup görebildiği ve hissedip düşünebildiği fakat göremediği şeylerle ilgili, bu harika kâinatı kimin yaratıp yönettiği, geceyle gündüzü kimin ardarda getirdiği ve varlıkları kimin yenileyip değiştirdiği ile İlgili bilgi verdi. Aynı şekilde, ona yaratıcısıyla, dış dünyayla ve diğer insanlarla nasıl ilişki kuracağım anlattı. Bu, insanın varlığının bağlı olduğu ve kıyamete kadar da bağlı olacağı o büyük meseledir. Böylece, tam on üç yıl olan Mekke dönemi, insan hayatıyla alâkalı diğer bütün mesele ve ayrıntıların gerisinde yatan temel meseleyi açıklamak ve tefsir etmekle geçti. Kur'ân, bu meseleyi Mekke dönemi boyunca mesajının tek konusu yaptı ve diğer tâli meseleleri hiç tartışmadı. Herşeyi bilen Allah, imanla ilgili meselelerin bütünüyle açıklandığına ve O'nun dinini yerleştirip pratikte uygulayacak olan o seçilmiş İnsan topluluğunun kalbine girdiğine karar verene kadar tâli meseleler gündeme gelmedi. Allah'ın Din'ine çağıran ve bu Din'in emrettiği hayat düzenini yerleştirmek isteyenler bu önemli gerçek üzerinde enine boyuna düşünmelidirler. Çünkü Kur'ân onüç yıl boyunca bu imanı açıkladı. Bu imanın üzerine bina edilmesi gereken sistemin ayrıntılarım veya müslüman toplumun teşkilatlanması için gerekli ilkeleri izah etmek için bu meseleden başka bir meseleye sapmadı. Bu temel iman ve itikad meselesinin, Peygamberin ümmetine ilk çağrısının ana konusu olması Allah'ın hikmetiydi. Rasûlullah'in ümmetine getirdiği ilk mesaj, "Allah'tan başka ilâh olmadığına" şehadet etmeleri gerektiğiydi. Daha sonra Rasûlullah onlara, gerçek Rabblerinin kim olduğunu ve bir tek O'na ibadet etmeleri gerektiğini açıkladı. İnsanın kısır anlama kabiliyetini hesaba katarsak, Arapların kalbine ulaşmanın en kolay yolunun bu olmadığı düşünülebilir. Araplar, dillerini iyi biliyorlardı. İlâh'ın ve La ilahe illallah'ın (Allah'tan başka ilâh yoktur) ne anlama geldiğini biliyorlardı. Ulûhiyyet'in "hükümranlık" anlamına geldiğini biliyorlardı ve hüküm verme yetkisini sadece Allah'a mahsus kılmanın, hakimiyeti rahiplerden, kabile reislerinden, zenginlerden ve idarecilerden alıp Allah'a geri vermek olduğunun bilincin-deydiler. Bu; vicdanlarda, dinî amellerle ilgili meselelerde, iş, zenginliğin dağılımı ve adaletin yerine getirilmesi gibi hayattaki münasebetlerinde, kısacası insanların ruhlarında ve bedenlerinde sadece Allah'ın hakimiyetinin geçerli kılınması manasına geliyordu. "Allah'tan başka ilâh yoktur" haykırışının Allah'ın en büyük sıfatı olan hüküm koyma yetkisini gasbetmiş olan dünyevî otoriteye bir meydan okuma olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu haykırış, bu gasbetme olayının sonucu olan bütün davranış biçimlerine karşı bir isyandı, Allah'ın izni dışında hüküm koyan otoriteye karşı bir savaş ilânıydı. Dillerini, dolayısıyla La ilahe illallah mesajının gerçek anlamını çok iyi bilen Araplar, bu mesajın gelenekleri, yönetimleri ve güçleriyle ilişkisi yönünden ne derece önemli olduğunun farkındaydılar. Bu yüzden bu çağrıyı, bu inkılâpçı mesajı, kızgınlıkla karşıladılar ve herkesçe bilinen o kalabalıklarıyla ona karşı savaştılar. Bu çağrı niçin bu metodu kullanarak işe başladı? Ve neden ilâhî hikmet bu çağrının ilk zamanlardan itibaren zorluklarla yüzyüze gelmesini uygun gördü? Peygamber çağrısını yaptığı sırada, Arapların topraklan ve zenginlikleri kendi ellerinde değil, başkasının ellerindeydi. Kuzeydeki bütün Suriye toprakları Bizanslıların hükmü altındaydı. Buraları Bizanslıların tayin ettiği Arap valiler yönetiyordu. Güneydeki bütün Yemen topraklan ise Fars İmpara-torluğu'nun hâkimiyeti altındaydı ve tayin ettikleri Araplar tarafından idare ediliyordu. Arapların elinde sadece Hicaz, Tihame, Ne-cid ve bunlann çevresinde, oraya buraya serpilmiş bazı verimli vahaların dışında tamamen verimsiz kupkuru çöller vardı. Hz. Muhammed'e halkı tarafından el-Emin (güvenilir) ve es-Sâdık (doğru sözlü) dendiği iyi bilinmektedir. Kendisine peygamberlik gelmeden onbeş yıl önce, Kureyş'in ileri gelenleri Hacer-ül Esved'ı yerine koyma işinde onu hakem seçmişler ve kararına rıza göstermişlerdi. O nesep olarak Kureyş'in en itibarlı kolu olan Beni Hâşim'den gelmekteydi. Bu yüzden Hz. Muhammed yurttaşları arasında Arap milliyetçiliğinin ateşini yakabilir, onları bu şekilde birleştirebilirdi. Ardı arkası kesilmez kabile savaşlarından bıktıkları için, onun böyle bir çağrısına memnuniyetle karşılık verirlerdi. O zaman Hz. Muhammed, Arap topraklarını Roma ve Fars emperyalizminin egemenliğinden kurtarabilir ve birleşik bir Arap devleti kurabilirdi. Eğer Hz. Peygamber, onüç yıl boyunca yarımadadaki hakim güçlerin işkencelerine göğüs germek yerine, insanlara bu metodla ses-lenseydi, bütün Arabistan seve seve kabul ederdi. Böylelikle Arabistan onun liderliği altında birleştikten ve hâkimiyet kendi eline geçtikten sonra, onları, gönderiliş amacı olan Allah'ın birliğine inandırabilir, kendi beşerî otoritesini kabul ettirdikten sonra da Rabb'lerİnin gücüne boyun eğdirip O'na ibadet etmelerini sağlayabilirdi. Fakat herşeyi bilen, gören ve hikmet sahibi olan Allah, elçisini böyle bir yöne yöneltmedi. Açık ve net bir şekilde "Allah'tan başka ilâh olmadığını" ilân etmesini ve bu daveti kabul eden beraberindeki küçük bir topluluğun büyük zorluklarla karşılaşmasını diledi. Niçinn? Şüphesiz Allah bunu , elçisi ve beraberindeki müminlere zulme uğrasmlar diye istemedi. Muhakkak ki Allah, bundan başka yol olmadığını bilmektedir. Bizans ve Fars'ın zulüm düzenlerinden kurtarıp, bunların yerine Arab'ın zulüm düzenini tesis etmek çözüm değildir. Bütün zulüm düzenleri kötü ve çirkindir. Yeryüzü Allah'ındır ve Allah'ın rızasını kazanmak için bütün fitnelerden arındırılmalıdır. "Allah'tan başka ilâh yoktur" bayrağı yeryüzünün her noktasında dalgalanmadıkça, ne yeryüzü fitnelerden arındınlabilir, ne de Allah'ın rızası kazamlabilir. İnsan, sadece Allah'ın kuludur ve öyle kalması için "Allah'tan başka ilâh yoktur" bayrağı, tıpkı bir Arab'ın anladığı gibi dalgalandırılmalıdır. Bir Arap la ilahe İllallah ifadesini şöyle anlıyordu: Hakimiyet bütünüyle Allah'a aittir. Dolayısıyla Allah'tan başka hükümdar yoktur, Allah'tan başka kanun koyucu yoktur, bir insan diğeri üzerinde tahakküm kuramaz. İslâm'ın davet ettiği şekilde, insanların bir araya gelip bir topluluk oluşturması, ancak her ırktan, her renkten halkların -Araplar, Bizanslılar veya. Farslar gibi- Allah'ın bayrağı altında eşit olduğunu kabul eden bu inançla mümkündür. İşte çözüm budur! Hz. Muhammed'e peygamberlik geldiği zaman Arap toplumu, âdil servet dağılımından ve adaletten yoksundu. Küçük bir topluluk, faiz ve tefecilik yoluyla artan bütün zenginlik ve ticareti tekeline almıştı. Halkın büyük çoğunluğu fakir ve açtı. Zenginler ayrıca, soylu ve seçkin olarak kabul ediliyorlardı ve halkın sadece servetini değil, onur ve şerefini de elinden almışlardı. Hz. Muhammed'in, soylular ve zenginler sınıfına savaş ilân eden ve serveti fakirler arasında dağıtan toplumsal bir hareket başlattığı İddia edilebilir. Eğer Peygamber, birkaç değerli şahsiyet dışında kimsenin kabul etmediği Allah'ın birliği mesajını topluma sunmak yerine, böyle bir hareketi başlatmış olsaydı, Arap toplumu ikiye bölünürdü. Büyük çoğunluk, zenginliğin, soyluluğun ve gücün zulmüne uğradığı için bu hareketi desteklerdi. İkinci grup olan küçük azınlık ise, sahip olduğu şeyleri muhafaza etmeye çalışırdı. Hz. Muhammed, çoğunluk bu harekete katılıp liderliği ona verdikten sonra ve zengin azınlık onun kontrolü altına girdikten sonra, Allah'ın kendisini Peygamber olarak atamasının sebebi olan Allah'ın birliği inancını, konum ve nüfuzunu kullanarak kabul ettirebilirdi. Böylece insanları kendi otoritesi önünde boyun eğdirdikten sonra, Allah'ın önünde boyun eğdirebi lirdi. Fakat herşeyi bilen ve gören Allah onu bu yola yöneltmedi. Allah bunun çıkar yol olmadığını biliyordu. O, gerçek sosyal adaletin bir topluma, ancak bütün işler Allah'ın kanunlarına göre tanzim edildikten sonra gelebileceğini biliyordu. Bir toplum toptan Allah'ın emrettiği servet bölüşümünü kabul ettikten sonra, bu topluma gerçek sosyal adalet gelebilirdi. Her toplum, fert fert, Allah'a itaat ettikten, hem dünyasını hem anketini kurtaracak olan bu sistemin, herşeye Kadir olan Allah tarafından seçildiğine katiyetle inandıktan sonra gerçek sosyal adalete ulaşabilirdi. Toplum, bazı insanların hırslı ve açgözlü davranırken, diğerlerinin özlemle yanıp tutuştuğu bir vaziyette olmamalıdır. Toplum, bütün işlerin kılıçla, sopayla, korku ve tehditlerle halledildiği bir durumda hiç olmamalıdır. Yine kalplerin parça parça ve harap, ruhların bulanık olduğu bir durumda hiç olmamalıdır. Bütün bu saydıklarımız Allah'ın hâkimiyetinin olmadığı bütün sistemlerin beraberinde getirdiği sonuçlardır. Hz. Muhammed'e risâlet geldiği zaman. Arabistan'ın ahlâkî seviyesi her yönden çok düşüktü. Sadece birkaç kabilevî töre yürürlükteydi. Meşhur şair Zuheyr b. Ebi Selma'nın tasvir ettiği gibi, o günkü düzen zulüm düzeniydi: "Kendi çevresinde silahıyla kuvvet bulmayan kişi yıkılır / Zulmetmeyen kimse zulüm görür." Cahiliyye devrinin meşhur başka bir sözü vardır: "Zâlim de olsa, mazlum da olsa, kardeşine yardım et!" İçki ve kumar toplumun âdetleriydi ve halk bu alışkanlıklarla övünüyordu. Cahiliyye devrinin bütün şiiri şarap ve kumar temasını işlemektedir. Mesela Tarafe b. Abd şöyle demektedir: "Eğer genç bir adamın eğlenmesi için şu üç şey olmasaydı, biraz yiyecekten başka hiçbir şey umurumda olmazdı. Birincisi, çok sert olduğu için su eklediğinizde köpüren şarabı İçmede diğerlerini geçmektir. İçki, eğlence ve avarelik benim hayatım oldu ve hâlâ öyledir. Nihayet, kabilem, sanki berbat bir uyuz hastalığına yakalanmış bir deveymişim gibi beni terkettiğinde, ölüm vakti gelmiştir." Zina, değişik şekillerde yaygındı ve eski veya yeni, bütün cahİlî toplumlarda olduğu gibi övünülecek birşey olarak görülüyordu. Hz Aişe, o günkü cahiliyye toplumunun durumunu şöyle tasvir etmektedir: "Cahiliye döneminde dört çeşit evlilik vardı. Biri, bugün var olan durum gibiydi; yani bir adam bir kişiden kızını isterdi, mihrini (evlilik hediyesini) verir, sonra da onunla evlenirdi. İkinci çeşit evlilikte, bir koca karısına âdet görmediği dönem içinde, falan adama git ondan döl al, derdi. Kocası ondan uzak dururdu ve hamilelik belirtileri ortaya çıkana kadar ona elini sürmezdi. Ondan sonra dilerse onunla ilişkiye girerdi. Bu yolu, daha asil soydan bir çocuk sahibi olmak için benimserdi. Üçüncü çeşit evlilik, bir kadının birden fazla kocası olmasıydı. On kişiden daha fazla olmamak üzere bir grup erkek bir kadının yanına girer ve onunla ilişkide bulunurlardı. Eğer hamile kalıp çocuk doğuursa, doğumdan birkaç gece sonra onları çağıırdı. Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Hepsi biraraya geldiğinde, 'Ne yaptığınızı biliyorsunuz. İşte doğurdum' derdi. Sonra onlardan birini göstererek, 'Bu çocuk senin' der ve sevdiği adamın ismini söylerdi. Daha sonra çocuğa o kişinin adı verilir ve çocuk onun çocuğu olarak kabul edilirdi. O kişi bunu inkâr edemezdi. Evliliğin dördüncü şekline gelince, birçok erkek bir kadına giderdi ve kadın hepsini kabul ederdi. Aslında bu kadınlar fahişeydiler ve kapılarının önüne İşaret olarak bir bayrak asarlardı. Dileyen herkes onlara gidebilirdi. Eğer böyle bir kadın hamile kalıp doğum yaptığında onun yanında toplanırlardı. Çocuk içlerinden hangisine benziyorsa çocuğu ona verirlerdi. O da bunu kabul ederdi. Ve onun oğlu olarak çağrılırdı. Adam da bundan çekinmezdi." (Buharı, Kitabu'n-Nikâh) Hz. Muhammed (5)'in, toplumun fitne ve kötülüklerden arındırılması, ahlâkî bir takım ölçülerin konulması ve toplumun terakkisi için ahlâkî bir ıslahat hareketi başlattığı iddia edilebilir. Her reformcu gibi o da, kendisi gibi toplumun ahlâkça bozulmasından rahatsız olan bir takım dürüst insanların varlığını görürdü. Bu insanlar kesinlikle onun yenilikçi hareketine katılmaya gelirlerdi. Bu yüzden denilebilir ki, eğer Hz. Peygamber bu yolu seçseydi, oldukça büyük bir insan kitlesini etrafında toplardı. Ahlâkî saflıkları ve manevî metanetleri dolayısıyla bu insanlar, Allah'ın birliği inancını ve bu inancın getirdiği sorumlulukları yerine getirmeyi diğerlerinden daha çabuk ve daha kolay kabul ederlerdi. Böylece Peygamber'in "Allah'tan başka ilâh yoktur" ilânı, karşısına dikilen o şiddetli muhalefetten kurtulurdu. Fakat Yüce Allah bunun çözüm olmadığım biliyordu. Ahlâk sisteminin, prensipler belirleyen, değerler üreten, bu prensip ve değerlerin kaynaklandığı otoriteyi tanımlayan ve bu otoriteyi kabul edenin mükâfatını, sapıp karşı çıkanın da cezasını belirleyen bir iman üzerine bina edilebileceğini biliyordu. Eğer bu çeşit bir iman veya daha yüksek bir otorite düşüncesi olmazsa, bütün değeler dengesiz olur ve aynı şekilde o değerlere dayanan ahlâki düsturlar da dayanılmaz olur. Yani nıuhase-besiz, otoritesiz ve insanların yaptıklarının karşılığının verilmediği bir sistem ortaya çıkar. Gayretli bir mücadeleden sonra iman kökleş-tiği, Peygamber'in inancının dayandığı otorite kabul edildiği, yani insanların Rabble-rini tanıyıp yalnız O'na ibadet ettiği, sadece diğer insanların değil, kendi hevâ ve heveslerinin de boyunduruğundan kurtulduğu ve kalplerine La ilahe illallah mührü kazındığı zaman Allah, bu iman vasıtasıyla ve mü'minlerin eliyle gereken herşeyi yaptı. Allah'ın arzı, Bizanslıların ve Farsların boyunduruğundan sırf Arapların hâkimiyeti gelsin diye kurtulmadı. Sadece Allah'ın hâkimiyeti kurulsun ve yeryüzü, ister Romalı, ister İranlı, ister Arap olsun, O'na karşı âsi olan herkesten temizlensin diye kurtuldu. Toplum her türlü zulmden kurtuldu; adaletin Allah'ın adaleti olduğu ve herşeyin Allah'ın ölçüsüne göre tartıldığı İslâm sistemi kuruldu. Adı İslâm olan sosyal adalet sancağı, bir olan Allah'ın adını yeryüzünde dalgalandırdı. Bu sancağa başka bir isim verilmedi ve üstüne yalnızca La ilahe illallah yazıldı. Ahlâkî düsturlar yüceltildi, kalpler ve ruhlar kötülüklerden arındırıldı ve birkaç hadise dışında, Allah'ın belirlediği sınırların ve cezaların uygulanacağı, herhangi bir durum bile olmadı; çünkü artık kanunu uygulayan vicdandı; Allah'ın rızası, ilâhi mükafata nail olma ümidi ve Allah'ın gazabının verdiği korku, polisin ve cezaların yerini almıştı. İnsanoğlu, toplumsal düzeninde, ahlâkî düsturlarında, hayatının bütününde, daha Önce ulaşılmamış olan ve bundan sonra İslâm'dan başka hiçbir şeyle ulaşılamayacak olan bir mükemmelliğe yüceltildi. Bütün bunlar mümkün oldu, çünkü bu dini, bir devlet, bir sistem ve kanunlar ve kaideler şeklinde tesis edenler, onu ilk önce iman, ahlâk, İbadet ve insani ilişkiler şeklinde kalplerinde ve hayatlarında tesis etmişlerdir. Onlara iktidar vadedilmemişti. Onlara, bu dini kendi elleriyle tesis edecekleri bile vadedilmemişti. Onlara vadedilen bu dünyanın hiçbir şeyiyle alâkalı değildi. Bu vaat, cennetti. Bu, harcadıkları bütün gayretler için, göğüs gerdikleri bütün sıkıntılar için, bütün çağlarda ve her yerde iktidarda bulunanların tahtını deviren La ilahe illallah çağrısını reddeden cahi-liyyeye karşı verdikleri mücadele için verilen bir sözdü. Onlar, o büyük emaneti, kendi rızalarıyla üstlendiler; Allah onları, Kendisinin yeryüzündeki halifeleri yaptı. Çünkü Allah, onları denedi; şahsî arzularından vazgeçerek kendilerini ispatladılar; Yüce Allah, onların bu dünyadan hiçbir mükâfat beklemediklerini gördü; bu mesajın zaferini bu dünyada görmeyi talep etmediklerini bildi; dinin mutlaka kendi elleriyle tesis edilmesi gerektiği fikrini savunmadıklarını gördü. Çünkü onların kalpleri, soy-millet, ülke, kabile ve aile ile övünme hastalıklarından kurtulmuştu. Yüce Allah, onların ahlaken kemâle eriştiklerini görmüştü. Onlar, Allah'ın hükümranlığının, beşerî ilişkilerde, ahlâkî düsturlarda, günlük hayatta, sahip olunan şeylerde, kalplerde ve vicdanlarda yer etmesini gerektiren bir imana bütün benlikle-riyle inanıyorlardı. Bu yüzden, Yüce Allah onların, ilâhî nizam ve adaleti tesis etmeleri için kendilerine emanet edilen siyasi otoritenin gerçek koruyucuları olacaklarım biliyordu. Yüce Allah onların, bu otoriteyi kendilerinin, ailelerinin, kabilelerinin veya uluslarının menfaati için kullanmayacaklarını da biliyordu. Yüce Allah, bu otoritenin kaynağının tek başına kendisi olduğunu ve kendilerinin sadece O'nun halifeleri olduklarını bilmeleri sebebiyle, bu otoriteyi yalnız Allah'ın dininin ve şeriatının hizmetine sunacaklarını biliyordu. Eğer İslâm, ''Allah'tan başka ilâh yoktur" bayrağı dışındaki bütün bayrakları safdışı bırakarak işe başlamasaydı ve görünürde zor, meşakkatli olan fakat gerçekte kolay ve mübarek olan bu yolu seçmemiş olsaydı, bu mukaddes sistem hiçbir zaman böyle başarılı olamazdı. Eğer bu çağrı, aslî haliyle ulusal bir çağrı olarak, toplumsal bir hareket olarak veya reformist bir teşebbüs olarak gelmiş olsaydı veya La ilahe illallah çağrısına başka etiketler yapıştırmış olsaydı, o zaman bu mukaddes sistem hiçbir zaman Allah için olmazdı. Kur'ân'm Mekke dönemi, kalplere ve zihinlere "Allah'tan başka ilâh yoktur" damgasını vuran, başkalarına zor görünse bile müslü-manlara bu yolu seçmelerini ve bu yolda sebat etmelerini öğreten böyle şanlı bir niteliğe sahiptir. Kur'ân bütün öğretisini sadece iman meselesi üzerinde yoğunlaştırdı ve iman üzerine bina edilecek olan sistemin veya imanla ilişkili işleri düzenleyecek olan kanunların ayrıntılarından bahsetmedi. İnsanları bu dine davet edenler, bu konu üzerinde derin düşünmelidirler. Hakikaten bu metod, bu dinin tabiatının gerektirdiği bir metoddur. Çünkü bu din, bütünüyle Allah'ın birliği inancına dayanır ve bu dinin bütün kurumlan ve kanunları bu büyük ilkeden doğar. Bir benzetme yaparsak; bu din gölgesi çok uzak ve geniş alanları kaplayan ve dalları göğe ulaşan sağlam büyük bir ağaçtır. Böyle bir ağacın kökleri de, büyüklüğüyle orantılı olarak derinlere inecektir. Bu dinin sistemi de hayatın bütün yönlerini kapsar; insanoğlunun bütün temel ve tâli işlerine müdahale eder; insanın sadece bu dünyadaki değil, âhiretteki hayatını da düzenler. Hem görünen âlemi hem görünmeyen âlemi, hem dış maddî ilişkiler dünyasını, hem iç, esrarlı dünyayı, niyetleri ve düşünceleri tümüyle düzenler. Dolayısıyla büyük, sağlam, geniş bir alana yayılan bir ağaç gibidir; tabiî olarak bu ağacın kökleri de büyüklüğü nisbetinde geniş, derin ve yaygın olmalıdır. İslâm'ın bu yönü, tabiatı gereği, İslâm'ın hangi yolla tesis edilip düzenleneceğini tarif eder: Bunu, iman tohumlarını ekerek ve insan ruhunun derinliklerine ulaşacak şekilde sağlamlaştırarak yapar. Bu, onun sağlıklı gelişimi için lazımdır. Çünkü din ağacının göğe ulaşan kısmıyla yerin derinliklerindeki kökleri arasında güvenli bir ilişkinin olması ancak bu metodla sağlanabilir. La İlahe illallah'a iman kalbin derinliklerine nüfuz ettiği zaman, bu imanın pratik bir yorumu olan tüm hayat sistemine de nüfuz eder. Dolayısıyla inananlar, bu imanın belirlediği sistemden zaten hoşnutturlar ve prensip olarak, daha yürürlüğe girmeden önce bütün kanunlara, emirlere ve ayrıntılara teslim olurlar. Hakikaten teslimiyet ruhu, imanın ilk şartıdır. Bu teslimiyet ruhuyla inananlar, İslâmî kaide ve kanunları büyük bir şevk ve memnunlukla öğrenirler. Bir emir verilir verilmez başlar eğilir ve hemen uygulanır. İçkİ, faiz ve kumar bu şekilde yasaklandı. Cahiliyye döneminin bütün âdetleri Kur'ân'ın birkaç âyetiyle, Hz. Peygamber'in ağzından çıkan birkaç sözle ortadan kaldırıldı. Bunu seküler (laik) hükümetlerin çabalarıyla karşılaştırın. Onlar her adımda; kanunlara, adlî kurumlara, polise ve askerî güce, propaganda araçlarına ve basına başvurmak zorunda kalıyorlar. Buna rağmen en fazla, alenen yapılan bir hareketi, bir suçu kontrol edebiliyorlar. Dolayısıyla toplum gayrımeşrû ve kanunsuz davranışlarla dolup taşıyor. Bu dinin başka bir yönü vardır, bu gözden kaçırılmamalıdır. Bu din pratik bir dindir; hayatın pratik işlerini düzenlemeye gelmiştir. Ya-nİ, günün pratik şartları karşısında strateji belirler; bu şartların aynen muhafaza edilip edilmeyeceğine veya değiştirilip değiştirilmeyeceğine karar verir. Dolayısıyla bu dinin kanunları, sadece o hususi toplumda, Allah'ın kanunlarını kabul etmiş olan o güzel toplumda var olan şartlarla ilgilenir. İslâm, varsayımlar üzerine kurulmuş bir teori değildir. O 'hakikat' ile uğraşan bir 'hayat yo-lu'dur. Bu sebeple gerekli olan ilk şey, Allah'tan başka ilâh olmadığına inanan, Allah'tan başka kimseye itaat etmeyen, O'nun dışındaki bütün otoriteleri reddeden ve bu inanca dayanmayan her kanuna karşı mücadele veren bir topulumun vücuda getirilmesidir. Ancak böyle bir toplum meydana geldiği, pratik sorunlarla karşılaştığı ve bir hukuk sistemine İhtiyaç duyduğu zaman, işte o zaman İslâm anayasası, haram ve helâlle ilgili kural ve kaideleri teşkil etmeye başlar. İslâm, sadece, kendilerini O'nun otoritesine teslim etmiş ve diğer bütün kanun ve kaideleri reddetmiş olan insanlara hitap eder. Bu sistemi uygulayabilmeleri ve bütün kanunları hayata geçirebilmeleri için bu akideye inananların hem kendilerine, hem de toplumlarına hâkim olan güçlü bir otoriteye sahip olmaları gerekir. Ancak bu takdirde sistemin bir heybeti, hukukn bir saygınlığı olabilir. Mekke'de müslümanlar özgür değildi ve toplumda herhangi bir etkileri de yoktu. Pratik hayatları, kendilerini ilâhi kanuna (şeriat) göre düzenlemeleri için gerekli olan değişmez ve sürekli bir biçime bürünmemişti. Bu yüzden Allah tarafından onlara hiçbir hüküm ve kanun vahyedilmedi. Onlara sadece iman ilkeleri ve iman bilincine ulaştıktan sonra gelen ahlâkî düsturlar öğretildi. Daha sonraları, Medine'de özgür bir devlet vücuda geldi, genel hükümler vahyedildi, müslüman bir topluluğun ihtiyaçlarına cevap veren sistem kuruldu ve devletin gücü bu sistemin hayata geçirilmesi için kullanıldı. Yüce Allah, Mekke döneminde bütün hüküm ve kanunları vahyetmedi. Çünkü faraziyelere dayalı, müslümanlann Medine'ye varır varmaz uygulayacakları, önceden hazırlanmış bir sisteme sahip olmalarım istemiyordu. Bu, dinin tabiatına aykırıydı. İslâm gerçekçi ve ciddi bir dindir; farazî meselelerle ve onların varsayıma dayanan çözümleriyle uğraşmaz. Bu din, Allah'ın şeriatına teslim olmuş, O'nun şeriatından başka her kanun sistemini reddetmiş, pratiklerini yaşayan bir cemiyet vücuda geldikten sonra, bu cemiyetin pratik ihtiyaçlarını, o andaki şartlar uyarınca ele alır. Eğer, yeryüzünde beşeri sistemleri reddeden ve şeriatı uygulamayı kabul eden herhangi bir toplum yoksa, İslâm'dan teori üretmesini, kâmil bir anayasa sağlamasını ve buna göre kanunlar yapmasını talep etmek, bu dinin tabiatını ve hayatta nasıl işleyebileceğini bilmemek demektir. Bunu talep edenler, Allah'ın, dinini hangi amaçla vahyettiğini de bilmemektedirler. Bu insanların istediği şey; İslâm'ın, karakterini, metodunu ve gidişatını değiştirmesi ve sıradan beşeri teori ve kanunların seviyesine inmesidir. Bu insanlar, değersiz beşeri kanunlar karşısında ruhlarında oluşan mağlubiyet düşüncesinin sonucu olan, anlık arzularım tatmin etmek için, kısa yoldan bir çözüm istiyorlar. Onlar İslâm'ın, yeryüzünde uygulanma imkânı bulunmayan, soyut kavramlar ve teoriler yığını olmasını istiyorlar. Fakat Allah'ın bu din için belirlediği yol değişmemiştir, ilk geldiği günkü gibidir ve hiç değişmeyecektir. İlk olarak, İman; insanların Allah'ın dışında kimsenin önünde baş eğmesini istemeyen veya O'nun dışında herhangi bir kaynaktan kanun almalarını yasaklayan iman kalplere girmeli ve vicdana hükmetmelidir. Böyle bir insan topluluğu hazır olduğunda ve içinde bulundukları toplumun kontrolünü fiili olarak elde ettiklerinde bu toplumun pratik ihtiyaçlarına uygun kanunlar yapılır. Allah'ın bu din için dilediği budur. İnsanlar ne isterlerse istesinler, Allah'ın dilediği olur. İslâm davetçileri, insanları bu dinin yeniden ihyâsına davet ederken, onları Öncelikle akideyi kabul etmeye davet etmelidirler. Bu insanlar kendilerini müslüman diye adlandırsalar veya kimlik kartlarında "müslüman" yazsa bile, onları önce İslâm'ın temeli olan imana davet etmelidirler. İnsanlar, İslâm'ın, La ilahe illallah akidesini bilinçli bir şekilde ve derinden hissederek kabul etmek anlamına geldiğini bilmelidirler. Bu şu demektir; hayatın her yönü Allah'ın hükümranlığı altında olmalıdır, Allah'ın hâkimiyetine isyan edip, kendileri hüküm koyanlarla mücadele edilmelidir; insanlar bu mücadeleyi kalpleri ve akıl-larıyla kabul etmeli, hayat tarzlarında ve amellerinde pratiğe geçirmelidirler. Bu din insanlar arasında yeniden hayat bulduğu zaman, Öncelikli olarak, onun bu yönü izlenmelidir. İlk İslâm daveti bu akideye dayanıyordu; tam onüç yıl süren Kur'ân'ın Mekke dönemi tamamıyla bu mesaja adanmıştı. Bir topluluğun "müslüman" bîr topluluk olarak kabul edilebilmesi için, bu dine gerçek anlamıyla, bütün benliğiyle girmesi gerekir. Ancak böyle bir topluluk, İslâmi sistemi sosyal hayatında somut hale koyabilir. Çünkü böyle bir topluluk bütün hayatını İslama dayandıracağını ve hayatın bütün alanlarında Allah'a itaat edeceğini kabul etmiştir. Bu suretle, eğer gerçekten İslâm'ın temel öğretileri rehberliğinde böyle bir toplum meydana gelirse, bu toplum mevcut olan pratik ihtiyaçları için İslâm'ın genel öğretilerine göre kanun ve düzenlemeler yapar. Bu pratik, gerçekçi ve bilinçli bir İslâmî sistem için tek doğru yoldur. Samimi olup, dinimizin gerçek karakterini anlamayan bazı insanlar aceleci davranıyorlar. Onlar bu dinin herşeyi bilen ve herşeyi gören Allah tarafından emredilen yol olduğunu anlamamışlardır. Onlar, doğrudan doğruya insanlara İslâm'ın ilke ve kanunları öğretilirse, İslâm'a davet etmenin kolaylaşacağını ve insanların kendiliğinden İslâm'a sempati duyacaklarını iddia etmektedirler. Bu onların sabırsızlığından kaynaklanan bir vehimdir. Bu daha önce bahsettiğimiz, Hz. Peygamber'in işini kolaylaştıracakmış gibi görünen, fakat dinin mahiyetine ters olan düşünce, yani "eğer Peygamber çağrısını milliyetçi, ekonomik devrim veya reformist bir hareket olarak başlatsaydı işi çok daha kolay olurdu" düşüncesi gibidir. Kalpler, başlangıçtan itibaren Allah'ın kanununu tam teslimiyetle kabul edip, diğer kanunları reddederek, yalnızca Allah'a hasredil-melidir. Şeriat'a; yalnızca diğer sistemlerden bir takım konularda üstün olduğu için değil, fakat Allah'a tam teslimiyetin ve Allah'tan başka kimseye kulluk etmemenin sonucu olduğu için gönül verilmelidir. Şeriat'm, Allah'tan gelmesi hesabıyla, en iyi sistem olduğunda şüphe yoktur. Kulların kanunları Yaratıcı'nm kanunlarıyla zaten kıyaslanamaz. Fakat bu nokta, İslâmî davetin temeli değildir. Mesajın temeli, insanların soru sormaksızın Şeriat'ı kabul etmeleri ve ne şekilde olursa olsun diğer bütün kanunları reddetmeleridir. İslâm budur. İslâm'ın başka bir anlamı yoktur. Bu asıl İslama gelen kişi, bu sorunu zaten çözmüştür. Bu kişi, İslâm'ın, güzellliğini veya üstünlüğünü göstererek kendini ikna etmesine ihtiyaç duymaz. Bu, onun İmanının gereklerinden biridir. Bundan sonra, Kur'ân'ın onüç yıl olan Mekke dönemi esnasında, itikad ve iman meselesini nasıl çözdüğünü tartışmalıyız. Kur'ân imanı bir teori veya teoloji (ilahiyat) şeklinde sunmadı. Allah'ın birliği konusundaki kelâm kitaplarımızda yaygın olan biçimde de sunmadı. Yüce Kur'ân, daima insan fıtratına hitab etmektedir; insanın ruhunda ve onunla ilgili herşeyde var olan Allah'ın işaretlerine dikkatimizi çekmektedir. İnsan fıtratını batıl inançlardan kurtarmakta, insanan fıtrî aklını en yüksek dereceye çıkarmakta, ona yeni ufuklar açmakta ve insanın, Allah'ın sıfatlarındaki derinlikleri takdir etmesini sağlamaktadır. Bu genel bir özelliktir. Hususi bir yön şudur: Kur'ân bu İmana dayanarak, insanı perişan ve çaresiz hale getirmiş olan yanlış düşünce ve yanlış geleneklere savaş açtı. Bu Özel durumlarla başedebilmek İçin, İslâm'ın bir teori biçiminde sunulması istenemezdi. İslâm, insanların kalplerine ve akıllarına örtülmüş perdeleri yırtarak ve İnsan ile hakikat arasındaki duvarları paramparça ederek, doğrudan yanlış düşünce ve inanışların karşısına çıktı. Aynı şekilde, islâm için, daha sonraki zamanlarda oluşturulan skolastik teolojinin kendine has sözlü mantığına dayalı akli muhakeme de uygun bir yol değildi. Kur'ân, insanın çevresindeki bütün yanlışlıklarla oldukları gibi mücadele etmekteydi. Fesat okyanusunda boğulmuş olan bütün beşeriyete hitap etmekteydi. Teolojik yol, İslâm için bir işe yaramazdı, çünkü İslâm sadece bir inanç değildir, temel programı ve hedefi hayatın pratik yönüdür. Yani İslâm, kendisini teorik tartışmalara ve teolojinin spekülasyonlarına hapsetmez. Kur'ân, bir yandan müslüman topluluğun kalplerinde imanı inşâ ederken, bir yandan da bu topluluk aracılığıyla çevredeki cahiliyeye savaş açar; müslüman topluluğun düşüncelerine, amellerine ve ahlâkî ilkelerine sinmiş olan bütün cahili etkileri ortadan kaldırmaya çalışır. İslâm itikadının inşası, teolojiyle, teoriyle veya kelâm tartışmaları yoluyla değil, fırtınalı şartlar altında gerçekleşti. İslâm itikadı aktif, organik ve hayatî bir hareket olarak gerçekleşti. Bunun somut göstergesi meydana getirdiği eşsiz müslüman topluluktur. Düşünceleriyle, ahlâkî ilkeleriyle, eğitim ve öğretimiyle böyle bir müslüman topluluğun meydana gelmesi, bu topluluğun imanından dolayıdır. Bu hareketin gelişmesi, itikadî ilkelerinin geliştiğinin pratik göstergesiydi. Bu, İslâm'ın tabiatını ve ruhunu yansıtan hakiki metodudur. İslâm davetçileri, yukarıda anlattığımız, İslâmm bu dinamik metodunu akıllarında tutmalıdırlar. Uzun Mekke dönemini kapsayan, imanın inşâsı safhasının, îslâmî bir topluluğun vücuda gelmesini sağlayan pratik oluşum safhasından ayrı olmadığını bilmelidirler. Bu safha, teoriyi Öğrenme ve öğretme safhası değildi. Bu safha, aynı anda hem iman tohumunun ekildiği hem de İslâmî öğretilere pratik bir yapı kazandıran bir topluluğun teşekkül edildiği tek bir safhaydı. Bu sebeple, yakın gelecekte İslâm'ın yeniden canlanması için teşebbüsler olursa bu şümullü metod benimsenmelidir. Bu yüzden de imanı İnşa etme safhası uzun ve tedrici olmalıdır. Her adım sağlam atılmalıdır. Bu safha, inançların teorisini öğretmekle harcanmamak, imanı yaşayan bir realiteye dönüştürmek için kullanılmalıdır. İman ilk Önce insanların kalplerine nakşedilmelidir, daha sonra bu imanın sonuçları, imanın tekâmülünü yansıtan dinamik bir toplumsal sistem olarak somutlaşmalıdır. Cahiliyeye hem teoride, hem pratikte meydan okuyan dinamik bir hareket olmalıdır. Böyle olunca, etrafındaki güçlere karşı mücadele ederek gelişen canlı bir insan haline gelir. İslâm'ın, entellektüel öğrenim ve kültürel bilgiyle sınırlı, soyut bir teori biçiminde gelişebileceğini düşünmek bir hatadır. Hem de büyük bir hata! Bu tehlikeden sakınmak gerekir. Kur'ân bir bütün olarak, bir defada indirilmedi. Sadece imanın yapısını İnşa etmek ve güçlendirmek için on üç yıllık bir Mekke dönemi geçirdi. Allah dileseydi Kur'ân'ın bütününü bir kerede indirebilir ve sonra sahabelere Kur'ân'ı öğrenmeleri için on üç yıllık bir süre verebilirdi. Böylece mü'minier, İslâmî teoriyi bu süre içinde iyice öğrenirlerdi. Fakat Yüce Allah bu metodu seçmedi; çünkü O, başka bir şey istiyordu. Hareketin, itikadın ve toplumun temellerini aynı anda atmak istiyordu. Toplumun dinamik gelişmesiyle beraber iman da geliştiği için, Yüce Allah, toplumun ve hareketin iman üzerine kurulmasını istiyordu. İmanın, toplumun terakisiyle birlikte gelişip serpilmesini istiyordu. Çünkü toplumun pratik hayatı aynı zamanda imanının ay-nasıydı. Yüce Allah, insanlığın ve toplumların hemen vücuda gelmediğini, bir itikadı yerleştirip geliştirmenin bir toplumu tesis etmek kadar zaman aldığını; dolayısıyla iman tamamlanır tamamlanmaz, bu imanın gerçek temsilcisi ve pratik yorumu olan güçlü bir toplumun da vücuda geleceğini biliyordu. Bu dinimizin karakteridir ve Kur'ân'ın Mekke dönemi bunu kanıtlamaktadır. Biz bu karakterin bilincinde olmalıyız ve sabırsızca davranarak veya değersiz beşeri teorilerin etkisi altındaki bozguncu zihniyetin etkisi altında kalarak bu karakteri değiştirmeye çalışmamalı-yız. İlk müslüman toplum, İslâm'ın bu karakteriyle meydana geldi; gelecekte de yeryüzünde böyle bir toplumun kurulması ancak bu metodla ve bu karaktere bağlı olarak mümkün olabilir. Canlı bir toplumun toplar ve atardamarlarına nüfuz etmeyi ve organizeli somut bîr hareket olmayı hedefleyen İslâm'ın canlı imanını, safi teorik Öğretilere ve akademik tartışmalara dönüştürmeye yönelik herhangi bir teşebbüs, İslâmî teori'nin değersiz ve işe yaramaz beşeri teoriler üzerindeki üstünlüğünü gösterme teşebbüsüdür ve bu, sadece yanlış değil, tehlikelidir de... İslâm inancı, diri ruhlarda, faal bir örgütlenme içinde, diri bir toplumda şekillenmek ister. Bir yandan cahili toplumun müslümanlar üzerindeki etkilerini ortadan kaldırmaya çalışırken, bir yandan da cahili çevreyle devamlı mücadele eden bir hareket haline gelmek ister, çünkü bu insanlar, iman ruhlarına girmeden önce, cahiliye ehliydiler ve kalplerinde, akıllarında ve hayatlarında cahiliyenin etkisi kalmış olabilirdi. İslâm inancı, basit akademik tartışmalardan çok daha geniş bir faaliyet alanına sahiptir, çünkü, İslâm inancı sadece kalplere ve akıllara hitap etmekle kalmaz, amelleri ve ahlâkî ilkeleri de kapsar. Sadece şümullü ve kâmil değil, ayrıca gerçekçi ve yapıcı olan İslâm düşüncesi; İlâhî vasıfları, kâinatı, hayatı ve insanları kapsamına alır ve hepsiyle ilgilenir. İslâm, tabiatı gereğince, sadece soyut bir düşünce olarak görülmekten nefret eder. Çünkü bu, onun tabiatına ve nihai hedefine aykırıdır. İslâm, insanların hayatında vücut bulmayi, diri bir teşkilatta ve pratik bir harekette bulunmayı sever. İslâm, hem teorisini hem pratik uygulamalarını aynı zamanda yürürlüğe koyar. İslâm metodu dinamik insanların eliyle, dinamik bir hareket vasıtasıyla ve faal bir teşkilatlanmayla gelişmeyi gerektirir. İslâm hiçbir zaman soyut bir teori olarak kalmaz, fakat pratikle elele gelişir. İslâm'ı, önce bir teori olarak olgunlaştırıp, daha sonra eylem dünyasına getirmeliyiz düşüncesi, yanlış ve tehlikeli bir düşüncedir; İslâm'ın tabiatına, amacına ve yapısal unsurlarına aykırıdır. Yüce Allah şöyle demektedir: "Onu, insanlara ağır ağır okuman için okuma parçalarına ayırdık ve onu azar azar indirdik." (17: 106). Sadece bir teori değil de, İslâm inançlarına dayanan "diri, canlı bîr toplum" meydana gelsin diye, tedricîlik ve azar azar Öğretme metodu arzu edilmiştir. İslâm davetçileri, bu dinin İlâhî bir din olduğunu ve tabiatıyla uyumlu olan metodunun da, İlâhî hidayete dayandığını iyice anlamalıdırlar. Bu özel metodu takip etmeden, bu dinî tesis etmek mümkün değildir. Ayrıca şunu anlamak gerekir: Bu din, sadece insanların inanç ve amellerini değiştirmek için değil, inanç ve amellerde bu değişiklikleri yapmanın metodunu da göstermek için gelmiştir. Bu din, bir toplumu oluştururken, aynı zamanda, inançları da inşâ eder; pratik yönlerini hayata geçirirken, düşünce sistemini de geliştirir. Dolayısıyla, bu dinin belirli inançlarının ve belirli hayat tarzının tesis edilmesi, farklı metodlar gerektirmez, bilakis aynı zamanda tesis edilir. Yukarıdaki açıklamadan, bu din'in özel bir hareket metodunun olduğunu anlıyoruz. Bu metod, sonsuza kadar geçerli olacak olan bir metoddur. Bu metod, ilk İslâm toplumunun içinde bulunduğu hiçbir belirli aşamaya veya özel şartlara ve çevreye bağlı değildir. Hakikaten bu din, ne zaman olursa olsun, bu metoddan başka bir metodla tesis edilemez. İslâmın fonksiyonu, insanların inançlarını ve amellerini olduğu kadar, dünya görüşlerini ve düşünme tarzlarını da değiştirmektedir. Onun metodu, Allah tarafından belirlenmiştir ve kısır görüşlü, basiretsiz insanoğlunun bütün değersiz metodlarmdan tamamen farklıdır. Eğer, Allah'ın, beşerî düşünce ve amelleri ıslah etmek için tahsis ve takdir ettiği bu İlâhî metodu benimsemezsek, İlâhî hidayete nail olamayız, dolayısıyla ilâhî hidayete göre yaşayamayız. Eğer İslâm'ı, incelenecek ve üzerinde çalışma yapılacak bir 'teori' haline getirmeye çalışırsak, sanki ilâhi metod, beşeri metodlardan daha düşük bir seviyedeymiş gibi ve sanki biz Allah tarafından takdir edilen düşünce ve hareket sistemini, O'nun kullarının ürettiği sistemlerin seviyesine yükseltmek istiyormuşuz gibi, ilâhi metodu ve ilâhi bakış açısını karakterinden ayırmış ve İslâm'ı, beşerî düşünce sistemlerinin seviyesine indirmiş oluruz! Bu görüş açısı haddinden fazla tehlikelidir, bu bozgunculuk harap edicidir. Biz İslâm davetçilerine bahşedilen bu İlâhî sistemin fonksiyonu, bugün dünyada var olan ve kendi aklımızla düşünmemizi engelleyerek kültürümüzü zehirleyen bütün cahilî hayat tarzlarından ve düşünce metodlarmdan arınmış, güvenilir bir düşünce sistemi ortaya koymaktır. Eğer biz bu dinî, tabiatına yabancı olan ve yaygın cahiliyye sistemlerinden alınmış bir sisteme dönüştürmeye çalışırsak, onu, insanlık için gerçekleştirmeye geldiği fonksiyonundan alıkoymuş oluruz ve kendimizi de, günümüzde yaygın olup beyinlerimizi işgal eden cahilî sistemlerin boyunduruğundan kurtulma fırsatından mahrum etmiş oluruz. Mesele bu açıdan, tehlikeyle doludur ve bunun sonucunda meydana gelecek olan hasar, felaketin habercisidir. İslâmî sistemin kurulması İçin gerekli olan düşünce ve hareket metodları, bu İslâm inancından ve hayat tarzından daha az önemli veya daha az gerekli değildir, bunlar birbirinden ayrı da değildir. İslâmî inançların ve İslâmî sistemin güzelliklerinden bahsetmek bize çekici gelebilir, fakat şu gerçeği unutmamalıyız: İslâm, bu yollarla, hiçbir zaman pratik bir hayat yolu veya dinamik bir hareket haline gelemez. Ayrıca şunu da bilmeliyiz ki, İslâm'ı bu şekilde insanlara sunmanın, İslâmî hareket İçin çalışanlar dışında kimseye yararı olmayacaktır. Hatta İslâmî hareket için çalışanlar bile, ancak İslâm'ın sistemini geliştirme aşamasında, bu sunuş tarzından faydalanabilirler. Bu yüzden tekrarlamak gerekirse; İslâm inancı, derhal fiili bir harekete dönüşmelidir. Bunun hemen olması için, hareket, kendi kendisinin hakiki göstergesi ve hakiki aynası olmalıdır. Ayrıca şunu da tekrarlanmalıyım; bu metod, ilâhî vahiyle gelmiş olan İslâm dininin tabii metodudur; bu metod , en üstün, en sürekli metoddur ve son derece etkilidir. Bu metod, insan fıtratına, insanlar henüz pratik bir harekette yer almadan ve bu pratik hareket kalplerinde canlı bir realiteye dönüşmeden önce, İslâm'ı insanlara tam ve değişmez bir teori olarak takdim eden diğer bütün metodlardan daha yakındır. Bu sonuç, İslâm inancının esasları hakkında doğru olunca, İslâm'ın yaşandığı nizamın temellerinin sunulmasında, ya da nizama ait ayrıntılı hükümlerin sunulmasında da tabiî olarak doğrudur. Etrafımızı sarmış bulunan ve aceleci davranıp İslâmî sistemin bütün safhalarının çabucak gerçekleşmesini İsteyen bazı samimi Müslümanların zihnini bulandıran cahilİyye, çok hassas ve önemli bir soruyu gündeme getirmiştir. O, şu soruyu sormaktadır: "Sizin, insanları davet ettiğiniz sistemin ayrıntıları nelerdir? Ne kadar araştırma yaptınız? Kaç kanun tasarısı hazırladınız ve kaç konu hakkında yazı yazdınız?" Sanki, İslâm şeriatının hayata geçirilmesi için, araştırma, fıkıh ve fıkhın ayrıntılarından başka mesele yokmuş gibi; sanki herkes Allah'ın hükümranlığını kabul etmiş ve O'nun kanunlarına teslim olmuş gibi; sanki geriye kalan tek sorun, İslâm fıkhının modern bir yorumunu sağlayacak olan "müçtehid"lerin yokluğuymuş gibi, bu soruları sormaktadırlar. Bu, İslâm'a karşı yapılan aşağılık ve korkunç bir aldatmacadır ve bu dine birazcık saygısı olan herkes, buna karşı sesini yükseltmelidir. Bu taktiklerle, cahiliyye, İlâhî nizamı reddetmek ve insanların birbirlerine köleliğini geri getirmek İçin bahane bulma amacını gütmektedir. Müslümanları, iman aşamasından dinamik bir hareket aşamasına geçemesinler diye, Allah'ın takdir ettiği hayat sistemini kurmaktan alıkoymak ve güçlerini pasifize etmek istemektedir. İslâm inancının, mücadele yoluyla olgunlaştığı; İslâm sisteminin ayrıntılarının fülİ gayretle geliştiği ve pratik sorunları ve gerçek zorlukları çözmek için kanunların yürürlüğe konulduğu İslâm metodunun, karakterini, tabiatını çarpıtmak istemektedir. Bu hileleri ve zorlamaları açığa çıkarmak, bunlara karşı çıkmak, Allah'ın iradesine teslim olduğunu ve onun dışındaki şeriatleri reddettiğini ilân etmeyen bir toplumda İslâm fıkhının geliştirilmesi adı verilen aldatmacayı reddetmek, Müslümanların vazifesidir. Bu ifadeler, dikkatleri gerçek ve ciddi çalışmalardan başka yöne çevirmek ve İslâm için çalışan insanların, olmayacak hayali şeyler düşünerek zamanlarını heder etmelerini sağlamak için bulunmuş bir metoddur. Dolayısıyla, bu haince taktikleri meydana çıkarmak, müslü-manların görevidir. Yine, bu dinle uyumlu olan İslâmî hareketin metodunu benimsemek de Müslümanların vazifesidir. Bu metod, bu dinin güç kaynağıdır ve İslâm davetçileri, bu güç kaynağından beslenmektedirler. İslâm ve İslâm'ın hayata kavuşturulma metodu, aynı derecede öneme sahiptir; aralarında hiçbir fark yoktur. Başka her metod, ne kadar çekici olursa olsun, İslâm'ın tesis edilmesini sağlayamaz. Başka metodlar, beşerî sistemleri kurabilirler, fakat bizim sistemimizi canlandıramazlar. Dolayısıyla, İslâm'ı tesis etmek için bu metodu takip etmek ne kadar gerekliyse, İslâm'ın belirlediği hayat düzenine itaat etmek ve onun imanla ilgili ilkelerine inanmak da o kadar gereklidir. (Seyyid Kutub, Miles-tones, Beyrut 1978). "Muhakkak ki, bu Kur'ân, en doğru ve en sağlam yola iletir; güzel ve yararlı işler yapan müminlere büyük mükâfat olduğunu müjdeler." (17: 9). |