๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 25 Temmuz 2012, 14:09:03



Konu Başlığı: Komşularımıza Karşı Görevlerimiz
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 25 Temmuz 2012, 14:09:03
Komşularımıza Karşı Görevlerimiz

Belki de Rasûlullah'dan başka hiç kimse komşu haklarını bu kadar çok gözetmemiştir. Bu O'nun fiillerinden ve tavsiyelerinden açık­ça anlaşılabilir. Komşulara karşı vazifeler, ana-baba ve akrabaya karşı olan vazifelerle eş tutulmuştur. Rasûlullah tarafından belirti­len komşu hakları ve vazifeleri başka bir sis­tem veya din tarafından vaaz edilmemiştir. "Komşuna karşı kendin gibi ol!" kaidesi açık­tır. O, sadece nasihat niteliğinde konuşmamış, komşulara karşı davranışı içeren müsbet fıkhî kuralları da getirmiştir. Rasûlullah, haklar açısından komşuları üçe ayırmıştır:

a- Hem müslüman hem akraba olan komşular,

b- Ak­raba olmayan müslüman komşular,

c- Ne müslüman ne de akraba olmayan komşular. İlk komşu müslüman (1), akraba (2) ve kom­şu (3) olması sebebiyle üç hakka sahiptir. İkinci sırada sayılan komşu İslâm kardeşliği­nin bir mensubudur, fakat birbiriyle kan bağı olan komşuya nazaran iki hakka sahiptir. Ay­nı şekilde üçüncü komşu da bir hakka sahip­tir; tabiatıyla hakkı müslüman komşusuninki-ne oranla daha azdır. Ancak gayri müslim bir komşu, birçok bakımdan, müslüman -fakat komşu olmayan- bir şahsa nazaran daha geniş haklara sahiptir. Hz. Peygamber tarafından öğretildiği üzere komşulara karşı ilk vazife iyi ve nâzik muameledir. Rasûlullah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Allah'a komşu olanların en hayırlısı, komşularına karşı en iyi olandır", "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bir kul kendisi için sevdiğini kom­şusu için de sevmedikçe... hakiki mü'min olamaz.", "Komşusu aç iken kendisi tok olan kimse mü'min değildir."

Bir adam Rasûlullah'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! İyi mi kötü mü yaptığımı nasıl bile­ceğim?" diye sordu. Rasûlullah "Komşula­rının iyi yaptın, dediğini duyarsan muhakkak ki iyi yapmışsındır; ve eğer onların kötü yap­tın, dediğini duyarsan muhakkak ki kötü yap­mışsındır" buyurdu. Bir başkası Rasûlullah'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Falan kadın çok namaz kılıp oruç tutması ve çok sadaka ver­mesi ile meşhurdur. Lâkin dili ile komşuları­na tecavüz eder" deyince Rasûlullah; "O cehennemliktir" buyurdu. Adam "Ey Allah'ın Rasûlü! Falan kadın ise Öyle çok namaz kıldı­ğı oruç tuttuğu ve sadaka verdiği ile bilinmez, fakat kalan peynirini sadaka olarak verir ve komşulanna dili ile tecavüz etmez" deyince Rasûlullah; "O Cennetliktir" buyurdu. Kom­şuya karşı ikinci vazife ise onlara iyilik yap­mak ve onlan incitmemek veya zarar verme­mektir. Komşuların birbirlerine karşı hakkı olduğunu söyleyen Peygamber, bunların ne olduğunu sorana: "Hastalanınca geçmiş ol­sun ziyareti yap, ölüsü olunca cenazesine git, borç isterse ver, ihtiyaç içindeyse sıkıntısını gider, bir hayra kavuşursa tebrik et, musibete uğrarsa teselli et, izni olmadan binanı onun-kİnden fazla yükseltme, onu rahatsız etme, bir nıeyva aldığında ona da ver; vermiyorsan onu gizli al ve özendirmemek için çocuklarının onu açığa çıkarmasına İzin verme" buyur­muştur.

Yukarıdaki hadiste komşuya karşı vazifeler açıkça belirtilmiştir. Komşu, kendisini canı, malı ve namusu konularında komşusundan emîn hissetmelidir. Rasûlullah: "Allah'a yemin olsun ki, kişi komşuları zararından emîn olmadıkça tam iman etmiş değildir" bu-1 yurmuştur. Komşu haklarına öylesine büyük Önem verilmiştir ki, hatta komşusuna zarar verene cennet haram kılınmıştır. Rasûlullah; "komşusu zararından emin olmayan kişi Cennete giremez" buyurmuştur.

Bir keresinde Rasûlullah insanlara "Size en iyinizin ve en kötünüzün kim olduğunu haber vereyim mi?" diye sordu. Onlardan biri "bizim en iyimiz ve en kötümüz kimdir ye Rasûlullah!" deyince O; "Sizin en iyiniz ken­disinden iyilik beklenen ve kötülüğünden emîn olunamzdır; sizin en kötünüz de kendi­sinden iyilik beklenmeyen ve kötülüğünden emîn olunmayanmızdır?" buyurdu.

Komşulara karşı üçüncü vazife onlara hediye­ler göndermek ve ihtiyaç duyduğu her türlü yardımı yapmaktır. Hediye edilen şey kıymet bakımından değersiz kabul edilse bile yine de hediye edilmelidir. Bu konuda Rasûlullah; "Ey Müslüman kadınlar! Hiçbir kadm bir ke­çi bacağını (tırnağını) bile komşusu için de­ğersiz görmesin" buyurmuştur.

Komşuya karşı dördüncü vazife §ufa hakkı (herkesten önce satın alma hakkı) adını alan bir kuralla belirlidir. Bu pratik komşuluk ku­ralı hiçbir medeniyet belirtisi olmayan bir za­manda ve daha önce dünyanın hiçbir yöresinde bilinmezken komşuya emanet edilmiş bir hak olarak Râsûl-i Ekrem tarafından orta­ya konmuştur. Bu hak sadece müslümanlar için değil, gayri müslim komşular İçin de ge­çerlidir. Bu sebeple de komşular arasında iş­birliği ve dostâne münasebet bağım geliştir­miştir. Bu kural komşuya, satılık olduğu vakit yanındaki bir malı yahut içinde hissesinin bu­lunduğu bir malı satın alma konusunda önce­lik vermektedir. Hz. Peygamber şuf a hak­kına bir yabancının ortak ya da komşu olarak çevreye dahil olmasından doğabilecek rahat­sızlıkları ve endişeleri Önlemek için izin ver­miştir. Rasûlullah; "Yakınındakine sahip olmada ilk hak komşusunundur" buyurmuş­tur. Yine; "Bir komşu diğer bir komşusunun duvarına kiriş yapmasma engel olmasın" bu­yurmuştur.

Bu kurallar doğrultusunda hareket etmeyen ve diğer insanların haklarını ihmal eden kişi­ler âyetin sonunda ağır bir şekilde ihtar edil­mektedirler: "...Allah kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez." Açıktır ki, bunlar Allah'ın emirlerine âsi olan kibirliler ve baş­kalarının hakkına riayet etmeyenlerdir. Bu ki­şiler Cennetin kokusunu bile duyamayacak­lardır, Abdullah b. Mesud'dan rivayetle "kal­binde zerre kadar kibir olan bir kişi Cennete giremeyecektir." (Müslim).

Yine İbni Mesud'dan rivayetle Rasûlullah; "Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete gi­remez" buyurduğunda orada bulunanlardan biri; "İnsanlar elbiselerinin ve ayakkabılarının güzel olmasından hoşlanırlar; bu da kibire gi­rer mi?" diye sorunca Rasûlullah: "Kibir, Hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görere-rek ayıplamaktır" buyurdu (Müslim).

Başkalarının Sıkıntılarına Üzülürdü: Hz. Muhammed'in insanlara karşı sevgi ve şef­kati o kadar çoktu ki herhangi bir kimseyi sı­kıntı içinde görmek onu. fazlasıyla üzerdi. Allahu Teâlâ Kur'ân'ında O'nün bu duygula­rından şu sözlerle bahsetmektedir: "Andol-sun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir." (9: 128). Peygamber yakınlarından herhan­gi birini, helâkına sebep olacak hâlini görün­ce derinden acı duyardı. Âyet, Allah'ın RasûlÜ-nün zorluk ya da ızdırap içinde gördü­ğü kişiler karşısındaki durumunu sâde bir şe­kilde tasvir etmektedir. Sizi inciten ve size güçlük veren herşey Peygamber'ı incitir; çünkü O sizin ızdırâbmızı kendi ızdırâbı, si­zin güçlüklerinizi kendi güçlüğü bilir. Ve bu hâli sadece Müslümanlarla sınırlı kalmayıp müşriklere de şâmildir. Hakikaten, bütün ça­balarına rağmen, müşriklerin inkârlarında da­ha bir derinlere gitmesine ve böylece cehen­neme atılmaları ihtimalini daha bir artırmala­rına Hz. Peygamber her defasında üzülü­yor ve ızdırap duyuyordu. Bu insanların ken­dilerini helake götürdüklerini farkettikçe üzü­lüyordu. Bazen Peygamber'in halkı için duyduğu bu acı ve elem kendisini öylesine sı­kıntıya düşürüyordu ki Allah kendisini şu âyetlerle teselli edip rahatlatıyordu: "Ey Rasûl! Ağızlarıyla 'inandık' deyip kalbleriyle inanmamış olanlardan ve Yahudilerden, kü­fürde yarış edenler seni üzmesin..." (5:41).

Halkının menfaati ve iyiliği için hiçbir gayreti esirgememiş bir insanın onların inançsızlıkla­rında daha bir derine gittiklerini gördüğünde üzülmesi ve onların kendi hayatlarını düşün­cesizce mahvetmelerinden ızdırâb duyması son derece tabiîdir. Allah, onun ıstırabının ciddiyetini görerek onu teselli etmiş ve O'na onların kötü amelleri sebebiyle ümitsizliğe düşmemesini söylemiş ve zaten başka türlü davranmaları beklenemeyecek olan kişilerin ıslahı yolunda çalışmasını sabırla sürdürmesi­ni tavsiye etmiştir. (The Meaning of the Qur'an, c.m, sh. 42>.

Nahl sûresinde yer alan şu mealdeki âyette: "Sabret, sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir, onlara da üzülme, kurdukları tuzaklardan da sıkıntıya düşme." (16:127) denilmektedir. Nemi sûresinde ise mealen şöyle hitabedilmektedir: "(Ey Muhammed!) Onlar(ın yüz çevirmesine, yalanlamasın)a üzülme, onların kurdukları tuzaklardan ötürü de sıkılma." (27:70). Yine, Allah, Elçisine müşriklerin davranışlarını gereksiz yere dert edinmemesi ve onlardan dolayı ıstırap duymaması yolun­da bir teselli âyeti vahyetmiştir. Burada Hz. Peygamber'e onların durumuna üzülerek ve bundan sıkıntı duyarak kendini tüketme­mesi tavsiye edilmiştir. Çünkü Peygamber'e ve vazifesine muhalefet ederek durumlarını kötüleştirmelerinin sorumlusu olanlar bizzat müşriklerdir. Bunun sebebi Hz. Peygamber'in gayretindeki herhangi bir eksiklik değil, fakat müşriklerin mutlak cahillikleri ve küfür-lerindeki inatlarıdır. Bundan dolayı da Pey­gamber onlara üzülmemeli ve onları ken­disine dert edinmemelidir; O, elinden gelenin en iyisini yapmıştır.

Peygamber, toplumu ıslah ve onlara kendi hayırlarına olacak rehberİyet vazifesine de­vam etti. Müşrikler de ona muhalefet etmede ısrarlı ve inatçıydılar. Bu ise O'nu derinden yaralıyordu. Çünkü bu hâlleri, ateşe doğru koşan çocuğun hâli gibiydi ve O, onları ebedî ateşten korumaya çalışıyordu. Bu yüzden sı­kıntı duyuyordu. Yâsîn sûresinde yer alan âyetiyle Allahu Teâlâ O'nu sonsuz şefkatiyle rahatlatmıştır: "Onların sözü seni üzmesin. Bİz onların gizlediklerini de, açığa vurdukla­rını da biliriz." (36:76). Müşriklere karşı veri­len zorlu mücadelede Peygamber'e rahatla­tıcı bir söz ve teselli vardır: İnsanları Allah yoluna davet edenlere, muhatapları Allah'ı inkârla saçma bir tepki gösteriyor diye kendi­lerini üzmemeleri söylenmektedir. Onlar va­zifelerini yapmalı ve gerisini Allah'a bırak­malıdırlar. Allah, kötülere tesir eden gizli-açık bütün duygu ve arzuları bilmektedir. O'nun nizâmı, muayyen bir zamanda ve görü­nüş ne kadar ters olsa da nihayette üstün gele­cektir. (The Holy Qur'an, sh. 1187).

Hz. Muhammed'in şefkat ve merhameti bütün sınırların ötesinde idi ve ırk ve İnanç ayırmaksızın herkesi kapsıyordu. Kureyşliler, Peygamber'e ve mü'minlere karşı her türlü ezâ ve cefayı vermişler, buna karşı ve her ce­zayı hak etmişlerdi. Bir keresinde bir kıtlık husule geldi ve Kureyşliler açlıktan ölmeye başladılar. Allah'ın ve Rasûlü'nün en şiddetli düşmanlarmdan olan Ebû Süfyan Peygamber'e gelerek ondan merhamet ve şefkat dilen­di. Rahmet Peygamberi kıtlıktan kurtulma­ları için hemen Necd'in reisi Sümâme b. Üsâl'a haber göndererek Mekke'ye zahire şev­kine müsaade edilmesini bildirdi. Sümâme daha önce Mekke'ye zahire yüklemelerini Necd halkına yasak etmişti. Hz. Peygamber'in emri üzerine bu yasağı kaldırarak buğ­dayı Müslümanların düşmanı Kureyş'e gön­derdi. Bu olay Hz. Muhammed'in diğer in­sanların sıkıntılarından gerçekten elem duy­duğunu ve insanlığın dostu ve yardımcısı ola­rak, en çok ihtiyacı olduğu sırada düşmana bile yardımı reddetmediğini göstermektedir.

Taif muhasarasında Hz. Peygamber muha­sara altındaki İnsanların büyük zorluklar içe­risinde olduğunu ve açlığın ölümlerini yak­laştırdığını Öğrenince muhasarayı kaldırdı.

Ashabdan bazıları düşmanın teslim olmak üzere olduğunu söylemelerine rağmen Pey­gamber yine de muhasaranın kaldırılması yolundaki emirlerini uygulattı. Çünkü pek çok düşmanının açlıktan ölümü sebebiyle ka­zanılacak olan zafere tahammül edemezdi.

Zeyd b. Sâbit'in rivayetine göre Rasûlullah Ramazan'da birkaç gece cemaatle hem farz ve hem de teravih namazı kılmıştı. Daha sonraki gecelerde cemaatin tehacümünü görünce yal­nız yatsı namazmı kıldırıp odasına çekilmiş, teravih için çıkmamıştır. Rasûl-i Ekrem'in hücresinde sesi duyulmayınca uyudu zannedi­lerek uyansın ve çıksın diye bazı Ashab ök­sürmeğe başladı. O da çıkıp bekleyen cemaa­te hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Cemaatle teravih namazı kılmak hususunda sizde gör­düğüm bu arzu ve iştiyak daimidir. Fakat böyle cemaat halinde bu ibadete devam eder­ken teravihin farz kılınmasından ve farz kılın­dıktan sonra hepinizin cemaatle edasına muk­tedir olamamanızdan korkarım. Ey nâs! Bu namazı evinizde kılınız. Farz namazlardan başka sünnet ve nafile namazları kişinin evin­de kılması daha faziletlidir." (Buhari ve Müs­lim). Cemaatle teravih kılmayı terketmesi hu­susunda Hz. Aişe'den gelen rivayette Rasûlullah halka şöyle demiştir: "Ey nâs! Sizin cemaatle Ramazan namazı kılmağa olan şiddetli arzu ve iştiyakınızı görüyorum. Benim için de namaza çıkmağa hiç bir mani yoktu. Yalnız böyle aşırı bir iştiyak ile devanı edilerek üzerinize farz kılınmasından, sizin de edasına muktedir olamamanızdan endişe et­tim." (Buhari). Enes, bir keresinde teheccüd namazında Rasûlullah'e eşlik ettiğini, onun varlığını hisseden Peygamber'in namazı kısalttığını rivayet etmiştir (Müslim).

Hz. Aişe, Rasûlullah'in iki şey arasında muhayyer bırakıldığında daima kolay olanını seçtiğini ve hiç kimseden kendi şahsî kızgın­lığından dolayı öç almadığını rivayet etmiştir. (Kadı Muhammed Süleyman Selman, Rahmetelli'l-Âlemin, c. El).