Konu Başlığı: Kaynak Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 29 Ağustos 2012, 13:13:50 Kaynak İslâmın ilk kaynağı Allah tarafında vahyolunan Kur'ân-ı Kerim'dir; milletlerarası, aile, medeni, anayasa, ticaret ve ceza hukukunu içerir. Hiçbir müslüman âlimin, hukukçu ya da yönetimin Kur'ân-ı Kerim'de özellikle belirtilen herhangi bir hükmün aksini söylemeye yetkisi yoktur. Fakat bu hükümlerin yorumu ve geliştirilmesi bir çok durumlarda mümkündür. Bütün müctehidler Kur'ân'da belirtildiği gibi Allah'ın kelâmına bağlı kalmak zorundadırlar. İslâm hukukunun ikinci büyük kaynağı Rasûlullah'in hadisleridir. Bazı hadisler emir, nehiy ve şeriatın hükümlerini, bazıları ibadetlerin çeşitli şekillerini ve bunlarla ilgili meseleleri izah eder. Böyle hadislerin tamamı önemce Kur'ân'a yakındır ve gerçekte Kur'ân'a ilave mahiyetini taşır. Sırat-ı müstakim üzerinde devam edebilmek için Kur'ân kadar bu hadisleri de tatbik etmek önemlidir, Kim ki hadisi önemsemez ve ona sırtını dönerse dalâlete düşer ve büyük faydalardan mahrum kalır. Bunun yanında tamamen fıkhî meselelerle ilgili diğer bir hadis türü vardır. Hz. Peygamberin kararlarından hükümler çıkarılırken birçok husus gözönüne alınmalı ve üzerinde hassasiyetle düşünülmeledir. Bu amaçla, Hz. Peygamber'in bazı durumlarda Arapların İslâm öncesi örf ve âdetlerine ne ölçüde dokunmadan bıraktığını bilmek önemlidir. (İslâm'ın adalet ve fazilet prensiplerine aykırı olmayan Örf ve âdetlere dokunulmamıştır). Bazı durumlarda İslâm öncesi Örf ve âdetler Hz. Peygamber tarafından değiştirilmiştir. (Böylelikle sözkonusu örf ve âdetlerin Kur'ân'm hükümleriyle uyumu sağlanmıştır.) Örf ve âdetlerin dinin prensiplerine tamamen aykırı olduğu durumda ise Hz. Peygamber bunları kökünden kaldırmıştır. Bazı durumlarda aynen alınmış, bazı durumlarda da Hz. Peygamber tarafından düzeltilmiş olan bu hadisler, İslâm'dan önceki Arabistan'da ne dereceye kadar yürürlükte idiler. Bunu öğren-nıek"güçtür, zira bizim eski ulemamız genellikle İslâm öncesi örf ve âdetlere fazlaca eğil-memektedirler. Bunun gibi, Hz. Peygamber açıkça ifadeleriyle tasvip etmiş veya bîr §ey söylemeden kabul ettiğini anlatmış olduğu âdetlerin de, herkes ve her zaman için mi uygulanışı kastedildiğini anlamak da mümkün değildir. Şah Veliyyullah Dihlevî bu konuyla alâkalı butün noktaları çok güzel bir şekilde mütala etmiş ve birçok şüpheli hususu aşağıdaki şekilde sınıflandırmıştır. Şah Veliyullah'a göre peygamberlerin talim ve terbiye usûlü genellikle öyledir. O peygambere gönderilen şeriat, kendisinin Özellikle indirilmiş olduğu kavmin âdetlerine, geleneklerine, hayat tarzına ve diğer özelliklerine uygun olur. Diğer yandan, herşeyi içine alan ilkeleri benimseyi gaye edinen peygamber, ne başka kavimlere değişik ilkeler açıklayabilir ne de kendi kendilerine hareket tarzı tayin etmelerine izin verebilir. Bîr peygamberin vazifesi, belli bir ulus ve topluluğu eğitip, evrensel bir şeriatı kurmak amacıyla o ulus ve topluluğu bir çekirdek olarak kullanmaktadır. Bu şekilde bütün insan neslinin sosyal hayatının temelini teşkil eden ilkeleri belirtmiş olur. Ve haşır neşir olduğu ulusun belirli örf ve âdetlerinin ışığında bunları özel durumlara uygular. Bu uygulama sonucunda elde edilen şeriat değerleri (yani suç cezalarına taalluk eden ahkâm) bir an-lamd o ulusa mahsustur. Madem ki bu ahkâmm tatbiki kendi başına bir gaye değildir, bunlar gelecek nesillere sıkı bir düzen içinde kabul ettirilemez. Belki bu noktadan hareket eden, İslâm'ın evrensel karakterini bütünüyle kavramış olan İmam Ebu Hanife bu hadisleri hemen hemen hiç kullanmamıştır.. Bilindiği üzere, İmam Ebu Hanife "istihsan" yani "fıkhı tercih" prensibini ortaya koymuştur. Bu husus İmamın, İslâm Hukukunun söz konusu kaynağına ilgili tavrını bir kez daha ortaya koymaktadır. Zamanında, hadisler düzenli bir şekilde toplanmamış olduğu için, Ebu Hanife'nin hadisleri kullanmadığı söylenir. Ancak, Ebu Hanife zamanında hadislerin biraraya getirilmediği yolundaki iddia doğru değildir. Çünkü Mâlik ve ez-Zührî'nin hadis mecmuaları, Ebu Hanife'nin vefatından en az otuz yıl önce meydana getirilmişti. Bu mecmuaların Ebu Hanife'ye ulaşmadığını veya fıkıh yönünden önemi olan hadisleri içermediğini bir an için farzetsek bile, İmam Ebu Hanife, kendisinden sonra gelen İmam Mâlik ve Ahmed İbn-i Hanbel gibi gerekli görmüş olsaydı, kendisi bizzat bir hadisler macmuası çıkarabilirdi. Onun için genel olarak Ebu Hanife'nin tümüyle hukukî nitelikteki hadislere karşı takındığı tavır bence, tamamen doğru ve yerindedir. Her kim mutedil bir serbest fikirle bunları, bir kanun kaynağı olarak hiçbir itiraz ve eleştiri yapmadan kullanmayı emin bir yol olarak kabul ediyorsa, bununla ancak Ehl-i Sünnet'in İslâm Fıkhı sahasının en büyük imamlarından birini takip etmiş olur. Bununla birlikte, şu hakikat de görmemezlikten gelinemez ki, muhaddisler fıkıhta mücerret tefekkür meyline karşı, hakiki meselenin değeri üzerinde ısrar etmekle İslâm şeriatına en büyük hizmette bulunmuşlardır. Bu sebeple, hadis edebiyetı ciddiyet ve titizlikle incelenecek olursa, eğer bu bizzat Hz. Peygamber @'in, Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerini tefsir ettiği ruhu doğrular şekilde alınırsa, Kur'ân-ı Kerîm'de bahsedilen kanunların hayatî değerinin anlaşılmasında büyük yardımı olur. Bunların yalnızca hayatî kıymetini tamamıyla kavramak bile, fıkhın temel kaynaklarını yeniden tefsir etme gayretinde bize çok büyük bir bilgi kaynağı sağlar." (Dr. Muhammed İkbâl, The Reconstruc-tion of Religious Thoughî in islam). İslâm hukukunun üçüncü kaynağı "icmâ"dır. M. İkbal'e göre, İslâm'daki en önemli hukukî ilke ve metod olmasına rağmen, tatbik edilmeyip sadece bir fikir olarak kalmış ve herhangi bir İslâm ülkesinde ancak nadiren müstakil ve daimi bir müessese hâlini almıştır. Bunun sürekli ve bağımsız bir yasama kuruluşu haline dönüştürülmesi, dördüncü halifeden hemen sonra kurulan mutlak monarşik sistemin siyasî çıkarlarına zıt idi. Emevî ve Abbasi halifeleri, kendileri için belki de bir gün hayli güçlü hale gelebilecek sürekli bir meclis kurmaktansa, içtihad hak ve yetkilerini münferit müctehidlerin eline bırakmayı kendi çıkarları açısından daha uygun buldular. Bununla beraber şu husus da son derece dikkate değerdir: Yeni dünya güçlerinin baskısı ve Avrupa uluslarının siyasî tecrübeleri, bugün müslümanlarm zihnine, icmâ kavramının gerçek değeri ve imkânlarının iyice yerleşmesine vesile olmaktadır. İçtihad kuvvetinin ilgili fıkıh mezheplerinin ferdî temsilcilerinden alınıp, bir İslâm yasama meclisine devrolunması -ki muhalif mezheplerin gelişmesi bakımından, zamanımızda icmamn alabileceği yegâne şekildir- hukukî tartışmalara, ulemadan olmayıp kanunlara son derece vâkıf kimselerin bilhassa olayları çabuk anlama ve kavrama yeteneğinde olanların katılmasını sağlar. Ancak bu şekildedir kİ, fıkıh sistemimizin uyuşuk ruhunu canlandırıp faal hâle getirebiliriz. Şimdi ortaya şu soru çıkmaktadır: Acaba İc-ma Kur'ân-ı Kerîm'in hükmünü iptal edebilir mi? Müslümanlar için böyle bir soru gereksiz ve yersiz sayılsa bile, Batılı bir eleştirmenin yayımlanan eserinde hayli yanıltıcı bir ifadesi karşısında böyle bir soru sormayı gerekli görüyorum. Bu fikir sahipleri hiçbir kaynak ve delil göstermeksizin "bazı Hanefi ve Mutezile ulemasına göre icmaın Kur'ân'ı ortadan kaldıracağını" iddia etmektedirler. İslâm hukukunda böyle yanlış bir ifadeyi doğrulayacak en ufak bir kayıt yoktur. İddia sahiplerini yanıltan olsa olsa "nesih" kelimesidir. Saha-be'nin icmaına ait tartışmalarda kullanıldığı zaman, bir Kur'ân hükmünü, diğer bir hükümle nesih veya iptal ya da yerine bir diğer hükmü getirmek değil, ancak bu hükmü genişletme veya sınırlandırma yetkisi anlamına gelirdi. Hukukî içtihad şudur ki, Hz. Peygamber'in ashabı, her halde, kendilerine ayetleri tahsise ve genelleştirmeye hak ve yetkiyi veren şer'î hükme sahiptirler. Ancak sahabenin belirli bir konuda görüşbir-liğine vardıklarını farzetsek, burada ortaya çıkacak yeni bir soru, gelecek kuşakların bu kararla sınırlı kalıp kalmayacağıdır. Şevkânî bu konuyu ayrıntılı olarak ele almış ve bu hususta çok çeşitli fıkıh mezheplerinin görüşlerini Örnek olarak göstermiştir. Bu konuda verilen kararın emr-i vaki'yi mi, yoksa emr-i kanunî'yi mi ya da hukukî konuma mı ait olduğunu bilmek gerekir. Emr-i vaki'ye gelince, meselâ "muavvizateyn" adıyla bilinen Felâk ve Nas sureleri, Kur'ân-ı Kerîm'İn bir bölümünü teşkil eder mi, etmez mi? sorusu aklımıza gelir ve sahabe bi âyetlerin Kur'ân-ı Kerîm'İn birer parçası olduğu konusunda hemfikirdirler. Bİz bu icma-i hüccet'e bağlı kalmalıyız, çünkü "emr-i vaki"yi ancak sahabe bilecek durumundaydı. Emr-i kanunî veya hukukî'ye gelince, bu sadece bir tefsir ve tâbir meselesidir, ve Kerhî'nin delilerine dayanarak diyebiliriz ki, daha sonraki nesiller, sahabenin kararlarına yani İcmaina bağlı olamazlar. Kerhî şöyle diyor: "Sahabelerin sünnet veya icmaı, kıyas İle çözümleneyen meseleler için geçerlidir, fakat kıyas yoluyla tayin ve tesbît edilebilen meseleler için bu böyle değildir." Bu konuda önemli diğer bîr nokta İslâm meclisinin yasama (teşri1) faaliyeti hakkındadır. Haliyle bu meclis, hiç olmazsa şimdilik, islâm fıkhının inceliklerinden haberdar olmayan kimselerden oluşacaktır. Ulema, bir islâm meclisinin önemli bir bölümün teşkil etmelidir. Çünkü ancak bu şekilde meclsları aadkirleriyle kanunların hazırlanmasında yardımcı olabilir. Yanlış yorum ihtimallerini ortadan kaldırmanın tek etkin yolu, İslâm ülkelerindeki mevcut hukuk eğitim siteminde gerekli ıslâhatı yapmaktır. slam hukukunun dördüncü kaynağı, kanunların hazırlanışmdamukayeseli istidlali kullanma usulünden ibaret olan kıyasdır. İmam Şafi'ye göre kıyas'ın prensipleri sadece içtihadın diğer ismidir. İçtihad kelimesi cehd kelimesinden türetilmiş olup, insanın kabiliyetinin tümünü kullanarak, bütün gücüyle gayret etmesi manasına gelir. Istılahı manasıyla müctehid daha önceki bölümlerde açıklandığı gibi İslâmî hükümlerin uygulanmasında ve tefsirinde şüpheli veya güç bir noktayı (hukukî veya kelâmı bir nokta üzerinde) ilgilendiren meselelerde, Kur'ân ve Sünnet'in ışığı altında, bütün kabiliyetini ve beyninin her noktasını en üst seviyede çalıştırarak bir görüş oluşturan fakihe denir. |