๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Haziran 2012, 17:57:28



Konu Başlığı: Kamu Mülkiyeti
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Haziran 2012, 17:57:28
Kamu Mülkiyeti

Kamu mülkiyeti kavramı daha önceki devirler­de kullanılmayan, ancak İslâm'ın kullandığı bir kavramdır. Müslümanlar tarafından savaşılmaksızın elde edilen bütün topraklar hali­fenin mülkü olarak kabul ediliyordu. Bu toprak­ların bir kısmı dağıtılıyor ve alan kişiler mülki­yet hakkından faydalanabiliyor, malı alıp sata­biliyor ve miras bırakabiliyordu. Ancak, genel olarak bu topraklar kamu mülkü biliniyor ve ka­mu menfaati ne zaman icab ettirirse o zaman sa­hiplerinin elinden alınabiliyordu.

Fakat, İslâm'da kullanılan "Kamu mülkiyeti" kavramının sosyalistlerinki ile kesinlikle bir benzerliği yoktur ve tamamen ayrı bir anlam yüklenir. Buna göre; bütün mülk ve servet va­tandaşlarına mülkiyet hakkı tanıyan veya değişik şeylerden istifade etmelerini sağlayan topluma aittir. Bazı kamu kullanımı için lüzum­lu şeyler toplumun koruması altında tutulurken, diğerleri fertlere verilir. Topluma ve ferde ait olan şeylerin belirlenmesi işleminde tamamen toplumun ortak menfaatleri esas alınır. Haki­katte yeryüzündeki her şey insanın kullanımı için yaratılmıştır. İnsan bunların uygun bir şekilde kullanımı ve topluma adaletli olarak dağıtımı ile sorumludur: "Yerde olanların hep­sini sizin için yaratan O'dur. "(2:29). Rahman süresindeki ayette ise şu ifadeler yer alır: "Orada meyveler, salkımlı hurma ağaçları, kabuklu ta­neler, güzel kokulu otlar vardır. "(55:10-11).

Böylece, esasta bütün varlıklar insanın istifade­si için yaratılmıştır, fakat fıkıhçılar tarafından ferdin sahip olabileceği ve olamayacağı şeyler arasında bir sınır çizgisi oluşturulmuştur. Bazı belirli şeyler vardır ki, sadece kamu onlara sahip olabilir. Ferdin onlardan faydalanmaya diğerle­ri ile birlikte eşit hakkı bulunmasına rağmen on­lara tek başına sahip olamaz. Devletin bu nesne­lere sahip olma, onları idare etme ve kamu ya­rarına uygun gördüğü her şekilde kullanma hakkı vardır. Tek başına veya diğerleriyle bir­likte hiçbir fert onlara kendi şahsî menfaatleri doğrultusunda ve kamu menfaatine aykın ola­rak sahip olamaz, onları bu şekilde idare ede­mez ve tekeline alamaz.

İslâm ferde temel mülkiyet hakkını tanırken be­lirli faaliyet sahalarında ferdî mülkiyeti lüzum­suz kabul etmiştir. Toplumun aleyhine bir du­rum olmadığı sürece bu sahalarda devlet mülki­yeti esasını tercih etmiştir. Bu türden mülkler kamu mülkü olarak bildirilmiştir. Bu esas Pey­gamber'in şu hadislerine dayanır: Ebu Ubeyd şöyle naklediyor: "Ebyad b. Hammal el-Muzenî Rasulullah 'a başvurarak Ma'rib'deki tuz madeninin kendi tasarrufuna verilmesini talep eder. Bunun üzerine Rasulullah bu araziyi onun tasarrufuna verir. Adam oradan ayrılınca; "Ey Allah'ın Rasûlü! Ona ikta ettiğin arazinin mahiyetini biliyor musun? ona hazır ve kesil­meyen bir su (maden) bağışladın, denildi. Bu­nun üzerine Peygamber tuz madenini ondan geri aldı. (Ebu Ubeyd, Kitâbu'l-t,mvâl,s. 275. no: 682). Toplum yararına almayan temliğin geçerli bir işlem olmadığına dair bu Ha­dis Ebu Davud tarafından şu sözlerle nakledil­miştir: "Ebyad b. Hammal, Peygamber'e bir heyetle gidip kendisine bir tuz madeni bağışla­masını istediğini ve bunun kendisine bağışlandığını rivayet etmiştir. Tam dönmek Üzerelerken orada bulunanlardan birisi "Ey Al­lah'ın Rasulü, ona ne bağışladığım biliyor mu­sun? Sen ona kesilmeyen bir su bağışladın, de­yince Peygamber onu geri almıştır. "(Halife Abdul Hakim, a.g.e., sh. 221).

Bu hadis ışığında fâkihler bütün maden çeşitle­rinin devlet malı olarak kabul edilmesine ve hiç­bir ferde, onları kendi şahsî menfaatlerine uy­gun kullanma veya sahip olma hakkı verilme­mesine karar vermişlerdir. Madenler Allah'ın bir nimeti ve lütfudur. İslâm devletinin her ferdi onlardan faydalanma konusunda eşit hakka sa­hiptir. Her ferdin mülk edinme hakkı olmasına rağmen, toplumun ortak kullandığı topraklarda bu hak kendisine tanınmaz. Bunun yanında bazı durumlarda, maden cevherlerini elde etmek için yerin derinliklerine inmek gerekir. Bunun için büyük sermaye, teknisyenler, kalifiye işçilik ve en yüksek teknoloü gerekebilir. Bu türden ma­den yatakları en yeterli ve başanlı olarak fertler tarafından değil, devlet tarafından işletilebilir.

Bu gayeyle fâkihler madenleri iki kısımda ele almışlardır:

1- Görünen Madenler: Tuz, antimon gibi görünen ve açık olan madenlerdir. Bütün insan­ların bu madenlerden eşit olarak faydalanmaya haklan vardır. Bu sebeple bir kişinin mülkiyetine veya tasarrufuna verilemezler.

2- Görünmeyen Madenler: Ürünleri yer altın­da gizli olan, görünmeyen altın, gümüş, bakır, demir gibi madenlerdir. Bunlarla ilgili olarak fâkihler arasında görüş farklılığı vardır. Bazısı bunların da görünen madenler gibi kişilere ve­rilmeyeceğini ve devlet malı olduğunu söyler­ler. Diğer bazıları ise, bu madenlerin fertler ta­rafından çok çalışmaksızın ve pek fazla serma­ye harcamaksızın kullanılamayacağı, uygun bir şekilde işletilmeyeceği için fertlere verilebile­ceği görüşündedirler. (Maverdî, Ahkam-ül Sul­taniye, 17.bölüm, sh. 187).

İmam Mâlik her iki çeşit madeni de kamu malı olarak kabul eder. Eğer bir kişinin toprağında altın, gümüş, bakır, kurşun, civa, antimon veya elmas türünden madenler bulunursa bunun dev­let malı haline geleceğini söyler. İmam Mâlik'in bütün madenleri kamu malı kabul ederken bu görüşünü dayadığı temelin aslında bütün geniş çaplı teşebbüslerde devletçiliği savunduğu görülür.

Rivayet edilen bir başka hadis şöyledir: "Benî Sâlim'den bir adam Peygamber'e gelerek elindeki altın cevherini sundu ve 'bunu madeni­mizden çıkardık' dedi. Peygamber; "Kötü in­sanların madenleri işgal edeceği (ve fakir ve zayıflara zulmedeceği) bir zaman gelecek' bu­yurdu. "(Majma'-al Zawaid, c.IV).

Peygamber döneminde bu madenler kamu menfaatini etkileyecek miktarda üretilmiyordu. Bu sebeple Peygamber madeni adamın elin­den almadı. Fakat yukarıdaki hadisten an­laşıldığı gibi madenlerin özel mülkiyeti tehlike­lerden arınmış değildir. İmam Mâlik'in hükmet­tiği gibi bütün madenler devlet malı olarak ka­bul edilmelidir.

Madenler gibi, ortak kullanımla İlgli bütün nes­neler devletin nezareti altındadır. (Allâme Aynî, Umdat-ul-Qari, c.VI, sh. 638). Fıkıhçıların bu görüşü şu hadise dayanmak­tadır: "İnsanlar üç şeyi ortaklaşa kullanırlar; su, Çayır, ateş." Burada Peygamber sadece, in­sanlara faydası olan ve ferdî mülkiyetinin toplu­ma zararlı olması kuvvetle muhtemel şeylere bir örnek vermiştir. Dolayısıyla, kamu mülkiyetini, kamu mülkiyeti esasına temel teşkil eden bu üç nesne ile sınırlamak yanlış olur. Allâme İbni Kudame bu hususta şunları söylemekte­dir:

Bir kişi lüzumlu bir nesneye sahip olur onu in­sanlardan sakınırsa, başkaları büyük zorluğa düşerler. Eğer onu satacak olursa yüksek bir fi­yatla satar. Sonuç olarak bu nesne Allah tarafın­dan yaratılış gayesine hizmet etmiyor demektir. Diğer bir ifadeyle, muhtaçların İhtiyaçlarını güçlük olmadan karşılanması prensibinin yeri­ne getirilmesine hizmet edilmemiş olunacaktır. İbni Kudame, toplumun ihtiyacını tamamen an­lamış ve ortak kullanılan şeylerin kamu mülki­yetine geçmesi esasını benimsemiştir. Bu esası daha ayrıntılı açıklamak için şunları ilave et­miştir: (Kamu kullanımında olan) bütün nesne­lerde, bir kişinin devletin vermesiyle dahi o şey­lerin sahibi olma hakkı yoktur; böyle nesnelerin faydasının bir kaç kişiyle sınırlı kalması gayri meşrudur. Çünkü bu Müslümanlara (kamuya) zarar verir ve hayatlarını güçlüğe sokar. (Menazir Ahsen Geylânî; İslami Muashiyat'ta nakletmiştir.)

Fâkihlerin çoğunluğu toplum için zaruri olan, temel ihtiyaçların meselâ; ormanlar, nehirler, tuz ocakları v.b. bir ferde bağışlanması konu­sunda devletin hiç bir hak sahibi olmadığı görüşünde ittifak etmişlerdir. Devlet böyle şey­leri bir ferde vermeye yetkili değildir. Fıkıhçılar toplumun rahatım sağlayan nesneler hakkında da aynı görüşü benimsemektedirler. Şehrin dışındaki, şehir sakinlerinin odununu ve diğer maddeleri (yakacak ve diğer amaçlar için) getir­diği ve elde ettiği yerler ölü arazi değildir. Bu arazi onu eken veya kullanan kişinin mülkü ha­line gelemez ve devletin bunları hiç kimseye bağışlama yetkisi yoktur.

İran, Suriye, Irak ve Mısır'ın zengin arazileri fethedildiğinde Bilâl,. Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr'in de içlerinde bulunduğu bir grup saha­be bu arazileri nıücahidler arasında ganimet olarak paylaştırmak istediler. Bu malların Benî Nadîr ve Benî Kurayza'mn mal ve arazilerinin bölüşülmüş olduğu şekilde paylaştın imasında ısrar ettiler. Halife Hz. Ömer fethedilen toprak­ların ganimet olarak paylaştırılması isteğini reddetti. Bu konuda Ensar, Muhacirim ve Peygamber'in ashabının büyüklerine danıştı. Ne­ticede bütün toprakların fertlere değil, Beytü'l mal-de kalmasına karar verdi. Halife'nin bu hükmü, bu toprakların bütün halka ait olduğu ve ferdî mülkiyet altına girmelerinin bu ihsanların ortak menfaatini tehlikeye atacağı gerçeğine dayanıyordu. Bütün arazi aslî sahiplerine veril­di ve onlardan halkın refahı için harcanmak üze­re vergi alındı. Böylelikle fethedilen bütün top­raklar Halifelik tarafından halifeliğin mülkiyeti altında muhafaza edildi. Toplumun en iyi istifa­de edebileceği şekilde idare edildi. (Halife Abdul Hakim, a.g.e., aynı yer).

Burada, Halifeliğin ilk dönemlerinde "ihsan" (bağış) uygulamasının benimsendiği belirtil­melidir. Çünkü bunun toplum yararına ol­duğuna inanılıyordu. Fakat topluma fayda sağlamadığı görülünce bağışlar geri alınırdı. Hz. Ömer'in Bilâl'e Peygamber tarafından Akîk vadisinde verilen toprağı onbeş yıldır ekemediği için geri aldığı nakledilir. Hz. Ömer, Bİlâl'e ekebileceği kadar toprağı bırakmayı tek­lif ettiği halde o bunu kabul etmeyince, toprak bütün olarak alınmıştır. Hâdisenin bîr başka ri­vayetini Ebu Yusuf ve Yâkût şöyle kaydeder­ler:

"Allah'ın Rasûlü, Bilâl b. Haris el-Muzanî'ye, el-Bahr'la (deniz) el-Sekr (kayalık) arasında uzanan bir ikta vermiştir. Halifeliği döneminde Hz. Ömer Bilâl'e buraları ekmeye gücü ol­madığını bildirmiştir. Bunun üzerine Bilâl top­rağı geri vermeyi kabul etmiş, ancak çıkan ma­denlerin kendisine bırakılmasını istemiştir. Toprak alınmış, madenler istisna kabul edil­miştir. "(İmam Ebu Yusuf, Kitab-ul Haraç, sh. 62).

Ebu Ubeyde'nin naklettiği bir hâdise de şöyle­dir: "Nafı Ebu Abdullah adında Basra ahalisin­den Sakiflİ bir zat Hz. Ömer'e; 'Basra bölgesin­de bizden taraf bulunan ve haraç arazisinden ol­mayan (bazı şahısların tasarrufunda bulunması halinde de) hiç bir müslümana zararı dokunma­yacak bir arazi vardır. Uygun görürsen bu top­rak parçasını bana ikta et, burada yonca yetişti-reyım' demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer vali tbu Musa el-Eşarî'ye yazarak: 'Bu arazi adamın bahsettiği Özellikte ise, ona ikta et' diye tavsiyede bulunmuştur. "(Kitab-uI-Emwal, sh.277).

Böylece, bu misallerle sadece madenlerin ve ocakların değil, hatta bazı toprakların da eğer kamu menfaatine aykırı ise fertlere özel mülk olarak verilemeyeceği açıkça ortaya çıkmak­tadır. Kısaca; su, ateş, otlak ve maden gibi ürünleri fazla işgücü, gayret ve sermaye harca­madan elde edilebilen nesneler normal ihtiyaç­lardan sayılır. Otlaklar, ormanlar, yerleşim merkezi çevresindeki ekilmemiş topraklar, kaplıcalar ve sulama vasıtaları insanlara faydalı kabul edilir. Bunlar ne devlet tarafından fertlere özel mülk olarak bağışlanabilir ve ne de herhan­gi bir kimse kendiliğinden onları sahiplenebilir. Eğer bunlar bir kişi tarafından işgal edilirse mülkiyeti gayri kanunî ve gayri meşrudur. Çünkü bu şeyler daima kamu mülkü olarak ka­bul edilir.

Yukandakİ görüşler İslâm'da ferdî mülkiyetin kural, kamu mülkiyetinin istisna olduğunu göstermektedir. İslâm, prensip olarak ferde mülkiyet hakkı tanır. Fakat ortak çıkarlar için herhangi birşeyi kamu mülkü olarak ilan etme hakkını saklı tutar. İslâm bütün üretim vasıta­larının ve servet kaynaklarının devlet mülkiye­tinde olması düşüncesiyle bağdaşamaz. Devlet mülkiyetini sadece arazi mülkiyeti hakkıyla sınırlayarak, toplumun huzurunu tehlikeye ata­cak boyuta vardınız. Bu bakımlardan, İslâm halk için gerekli olun bütün nesnelerin mülkiye­tini üzerine alabilir. Özel mülkiyete gereksiz zorluklar getiren ve ülke savunması için zorun­lu sayılan nesneler de devlet mülkiyetine girebi­lir.